Türkiye, bir yandan küresel konjonktürdeki bozulma, diğer yandan da ülke yönetimine güvenin yıpranması nedeniyle dış piyasalardan uygun koşullarla finansmana erişimde zorlanıyor. Mevcut durum bu iken, Hükümet, ekonomiye güveni daha da sarsacak, kalan son çapaları da koparacak ve finansman maliyetlerini daha da artıracak kararlar almaya devam ediyor. Geçmişin acı tecrübeleri yok sayılarak, ağır yükü gelecek kuşaklara miras kalacak ekonomik kararlar bu dönemde peşi sıra alınıyor.
OHAL ortamında “varlık fonu” tesisi
Böyle bir ortamda, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) yetkileri de, AKP iktidarının siyasi gündemine uygun olarak, istismar ediliyor. OHAL’in icaplarıyla ilgisi olmayan konularda çıkarılan kararnamelerle, ülkemizin ekonomik, siyasi ve toplumsal yaşamı tek elden kontrol edilmeye çalışılıyor.
Hükümetin, adını Türkiye Varlık Fonu olarak koyduğu ve TBMM’den bir torba yasa içinde geçirdiği fona; milletin atasından dedesinden kalan son ziynetlerini devreden kararname[1] ve bunu uygulamaya koyan Bakanlar Kurulu Kararı[2] bunun en somut örneği. Milyarlarca dolarlık kamu varlığı, iktisadi devlet teşekküllerindeki Hazine payları bir gecede, ileride borçların ödenememesi durumunda iflas masasına ya da Düyun-u Umumiye’ye dönüşme riski bulunan bu fona devredildi. Bu devir işlemi, milli egemenliğin ve millet iradesinin merkezi olan TBMM’den kaçırılarak yapıldı. AKP Hükümeti, “Paralel devletle mücadele edeceğim” diyerek aldığı OHAL yetkileriyle; kendine “paralel hazine” kurdu. Bu hazinenin büyüklüğünün 200 milyar dolara ulaşabileceğini hükümet yetkililerinin verdiği beyanlardan öğreniyoruz[3].
Oysa Türkiye, böylesi konulara aşina ve bunun neden olabileceği sıkıntılar konusunda zengin tecrübelere sahip bir ülkedir. Rahmetli Turgut Özal’ın başbakanlığının ilk yıllarında köprü, otoyol, baraj vb. büyük altyapı yatırımlarına finansman sağlamak gibi sınırlı bir amaçla kurduğu “Kamu Ortaklığı Fonu” daha sonra her alanda kullanılmaya başlamıştır. Sayısı bir dönem 70’i bulan bu fonlar ikinci bir Hazineye dönüşmüştür. Mali disiplini yerle bir eden fon uygulaması, daha sonra büyük hayal kırıklıklarıyla tasfiye edilmiştir. 2000’lerin başında yaşanan krizlerden sonra Hazine birliğini yeniden sağlamak adına atılan adımlar nedeniyle vatandaşlarımız büyük fedakarlıklara katlanmak zorunda kalmıştır. Bu tecrübeler ortadayken, kamu varlıklarını teminat göstererek borçlanma sorununu aşmaya çalışan, gözetim-denetim çerçevesi zayıf, siyasi iktidarın gölgesindeki bu fonun akıbetinin geçmiştekilerden farklı olacağını düşünmemiz için elimizde hiçbir neden bulunmamaktadır.
Dünyadaki “varlık fonu” uygulamaları
Türkiye’de kurulan Varlık Fonu’nun, bıraktık iyi ülke uygulamalarını, dünyadaki uygulamalarla bile uzaktan, yakından ilgisi yoktur. Varlık fonları, petrol gibi doğal zenginliklerden elde edilen gelirlere sahip veya rekabet güçleriyle devasa cari işlemler fazlası veren ülkelerin, bugün elde ettikleri fazla gelirleri sonraki kuşaklara miras bırakma aracı olarak kullandığı önemli bir araçtır. Bu fonların bir diğer kuruluş amacı ise; ülkelerin belirli stratejik sektörlere yatırım yapması veya yerli şirketlerin değerlerini korumaktır.
Tüm dünyada bu fonlarda biriken varlıkların toplam büyüklüğü bugün 7,5 trilyon dolara yaklaşıyor.[4] Bu çerçevede en çok bilinen Varlık Fonu, Norveç’in Kuzey Denizi petrollerinden elde ettiği geliri tasarruf etmek için kullandığı Norveç Petrol Fonu’dur (sonraki adıyla Devlet Emeklilik Fonu-Küresel). Temel amacı gelecek kuşakların ülkenin petrol kaynakları üzerindeki haklarını korumak olan bu fon, kısa vadede petrol fiyatlarında yaşanan spekülatif dalgalanmaların ekonomiye etkisini kontrol etmek, bütçeyi ve ekonomiyi bu gibi dalgalanmalardan korumak amacıyla da kullanılmaktadır. Norveç Petrol Fonu, bugün itibariyle toplamda 800 milyar doların üzerinde bir büyüklüğe ulaşmıştır. Yine Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt gibi doğal kaynak zengini ülkelerin varlık fonları da devasa büyüklükleriyle listenin üst sıralarında yer almaktadır. Çin ise, verdiği devasa cari işlemler fazlalarını ve döviz rezervlerini değerlendirmek amacıyla bu fonları kullanmaktadır. Diğer taraftan, İtalya ve Fransa’da kurulan varlık fonları “temel ulusal menfaatlere yönelik şirketlere sermaye yatırımı yaparak ekonomilerini güçlendirmeyi veya yerli şirketlerin yok pahasına elden çıkmasını engellemeyi” amaçlıyor.
Türkiye’ye dönüp baktığımızda ise ne petrol gibi büyük doğal zenginliklere ve bundan elde ettiğimiz devasa gelirlere sahibiz, ne de cari işlemler dengemiz fazla veriyor. Tersine Türkiye, 2016’da sadece ham petrol ithalatı için 25 milyar dolar dışarıya kaynak aktardı. Yine 2016’da cari işlemler dengemiz 32,6 milyar dolar açık verdi. Türkiye’nin devasa döviz rezervleri de yok. 16 Şubat 2017 itibariyle TCMB kasasındaki net rezerv sadece 30,6 milyar dolar. Yani kasadaki rezervler Türkiye’nin iki aylık ithalatını bile karşılamıyor. Türkiye’deki “varlık fonu” gelecek kuşaklara refah aktarmaya, yerli şirketlerin değerini korumaya çalışmak bir yana; bugün elde bulunan varlıkları rehin veya teminat vererek yeni borçlar bulmayı amaçlıyor. Nitekim fonun kuruluş kanunu olan 6741 sayılı Kanunun 4. Maddesinin 3. Fıkrası bu durumu alenen ortaya koyuyor.[5] Bu temel çelişkileri bir yana koymak mümkün değil.
Hatırı sayılır miktarda kaynağın toplandığı varlık fonlarının şeffaflığı, denetimi ve hesap verebilirliği tüm dünyada önemli bir tartışma konusu haline geldi. Bu konuda, varlık fonlarının uluslararası anayasası diyebileceğimiz 2008 tarihli Santiago İlkeleri, fonların yönetim yapıları, risk yönetimi, denetimi, şeffaflığın sağlanması gibi alanlarda genel kabul görmüş 24 prensip ve pratiği ortaya koyuyor.[6]
Küresel ilkeler göz ardı ediliyor
Nitekim son dönemde, ABD ile Malezya arasında politik bir krize neden olan Malezya Ulusal Varlık Fonu’ndaki yolsuzluk iddiaları, Fon’a ait milyonlarca doların Malezya Başbakanı’nın hesabına geçirildiği iddiaları ve ABD nezdinde süren soruşturmalar, şeffaflığın ve denetim mekanizmalarının üzerinde bu kadar çok durulmasının yersiz olmadığını gösteriyor.[7]
Türkiye’deki Varlık Fonu’na dönüp baktığımızda ise Santiago İlkelerine uygunluk bakımından ciddi mahzurların olduğu hemen dikkati çekiyor. Örneğin, varlık fonlarının uluslararası anayasasının ilk maddesi “Varlık fonlarının yasal çerçevesinin güçlü olmasını, belirlenen hedeflerin başarılmasını ve fonun uygulamalarını desteklemesini” zorunlu görmektedir. Oysa Türkiye’de kurulan Varlık Fonu’na, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 121. maddesi çiğnenerek ve OHAL yetkileri istismar edilerek pek çok kamu varlığı transfer edilmiştir. Transferi gerçekleşen varlıklar arasında T.C. Ziraat Bankası, BİST, TPAO, BOTAŞ, PTT, Eti Maden, Çay İşletmeleri ile Türk Telekomünikasyon AŞ’deki Hazine hisseleri ve Türksat AŞ’nin sermayesindeki Hazine payı bulunmaktadır. Ayrıca, Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun kararıyla, özelleştirme kapsam ve programında bulunan THY’nin, Halk Bankası’nın hisseleri Varlık Fonu’na devredilmiştir. Yarın bir gün bu devirlere esas teşkil eden OHAL kararnamesinin Anayasa’ya aykırı olduğu tespit edilirse Fon’un yapacağı işlemlerin hukuki dayanağı zayıflayacak, amaçladığı sonuçlar da tehlikeye düşecektir.
Yine Santiago İlkeleri çerçevesinde ikinci ilke “Varlık fonlarının politika amacının açık ve net olması gerekliliğine” işaret etmektedir. Türkiye’de kurulan Fon’un amaçları ise oldukça geniş ve belirsizdir. Nitekim Fon’un kuruluş kanunun 1. maddesi amaçlar arasında sermaye piyasalarında araç çeşitliliğine ve derinliğine katkı sağlamak, yurtiçinde kamu varlıklarını ekonomiye kazandırmak, dış kaynak temin etmek, stratejik, büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek gibi amaçları sayarken, Hükümet yetkilileri bunlara finansal piyasalarda istikrar sağlamak, spekülatif ataklara karşı ekonomiyi korumak gibi amaçlar da eklemektedir. Her şeyi amaçlayan bu Fon’un hiçbir şeyi başaramayacağını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur.
Santiago İlkelerinin önemli bir bölümü “varlık fonları”nın yönetimi ve hesap verebilirliğine ayrılmıştır. Türkiye’deki uygulama henüz tam olarak başlamamakla beraber, fonun halihazırdaki yasal çerçevesi bu alanda da kuşkuları artıracak niteliktedir. Kanuna göre, Başbakan tarafından atanan ve Başbakana bağlı olarak çalışacak 5 kişilik fon yönetim kurulunun işlemleri, Sayıştay denetimine tabi olmadan, ücreti Başbakanlık tarafından ödenen “bağımsız” denetçiler tarafından denetlenecektir. Bu denetçilerin hazırladığı raporlar, yine Başbakan tarafından atanan merkezi denetim elemanları tarafından incelenecek ve Başbakanlığın TBMM’ye göndereceği mali raporlar yine TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Başbakanın partisine ait milletvekillerinin çoğunluğuyla aklanacaktır. Bu durum tilkinin tavuk kümesine bekçi olarak atanması hikayesini hatırlatmaktadır.
Sonuçta, ekonomide özellikle 2011’den sonra belirginleşen kuralsızlığın ve keyfiliğin son ve önemli bir halkası Türkiye Varlık Fonu’dur. AKP iktidarı hayırsız bir mirasyedi gibi davranarak evdeki son gümüşleri de rehin vermeye hazırlanmaktadır. Oysa rehin verilen; ülkemizin, çocuklarımızın, torunlarımızın geleceği ve refahıdır. Bunu hiç kimsenin unutmaması gerekir.
[1] 23.01.2017 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 684 sayılı KHK’nın 9. maddesi
[2] 5.02.2017 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 2017/9756 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı
[3] http://www.trthaber.com/haber/ekonomi/turkiye-varlik-fonunda-hedef-200-milyar-dolar-266723.html
[4] http://www.swfinstitute.org/sovereign-wealth-fund-rankings/
[5] 6741 sayılı Kanunun 4. Maddesinin 3. Fıkrası: “Finansman sağlanırken Türkiye Varlık Fonu portföyü üzerinde teminat, rehin, kefalet ve ipotek tesis edilebilir”
[6] Sovereign Wealth Funds, Generallay Accepted Principles and Practices, “Santiago Principles” International Working Group of Sovereign Wealth Funds, Oct. 2008, syf. 7 vd.
[7] Wall Street Journal, Malaysia Controversy, Feb. 2, 2017, http://www.wsj.com/specialcoverage/malaysia-controversy
*Faik ÖZTRAK
CHP Tekirdağ Milletvekili
faikoztrak@chp.org.tr