index

Ester RUBEN – Kapitalizm, Çalışanları Nasıl Bunalıma Sürüklüyor?

Bu yazıda, günümüzün modern kapitalist yaşam tarzının çalışanların ruh sağlığına etkisi, Fransız Telekom örneğinden hareketle incelenecektir. Yazının ilk kısmında Fransız Telekom şirketinde olanlar özetlenecek, ikinci kısmında bu olanların modern kapitalist yaşamla ilişkisi üzerinde durulacak, üçüncü ve son kısmında ise bu yaşam tarzının nasıl ruhsal rahatsızlıklar ürettiği tartışılacaktır.

Fransız Telekom’da olanlar

Fransa’nın sayılı şirketlerinden biri olan Fransız Telekom, son yıllarda çalışanlarının ardarda intihar etmeleriyle sarsıldı. Şimdiye kadar bu şirkette çalışan 32 kişi intihar sonucu hayatını kaybetti. 1996 yılında özelleştirilmeye başlanan Fransız Telekom Şirketi’nin o yıl 160.000 olan çalışan sayısı, şimdi 100.000’e inmiş durumda.  Yönetim yapısı da özelleştirmeyle birlikte değişen şirket, piyasa koşullarına uyum sağlayabilmek ve rekabeti göğüsleyebilmek için, 2000’li yıllardan itibaren kasıtlı stres politikası olarak tanımlanabilecek bir uygulamaya girişmiş. Örneğin “esneklik” adı altında herkesin üç yılda bir, bir bölgeden diğer bir bölgeye gitmesi kuralı getirilmiş.[1]

Bölgesel hareketliliğin yanında, mesleki hareketlilik de önem kazanmış. Yıllarca belli işlerde uzmanlaşmış kişilerden, aynı şirket içinde hiç bilmedikleri bambaşka işleri yapmaları beklenmeye başlamış. Bir yandan işten çıkarmalar sürerken, bir yandan da mesleki ve coğrafi hareketlilik olanca hızıyla devam etmiş. Kar odaklı ve rekabete dayalı bu politikalar, Fransız Telekom Şirketi’nde çalışan 32 kişinin intihar ederek ölmeleriyle sonuçlanmış.  Bunun dışında 13 kişinin de ölümle sonuçlanmayan intihar girişimleri olmuş. İntihar eden kişilerin yakınlarıyla yapılan görüşmelerden ve bırakılan intihar mektuplarından, bu durumun baş sorumlusunun kar odaklı şirket politikası olduğu anlaşılıyor.

2002 yılından bu yana 40.000 kişinin işten çıkarıldığı şirkette, küçülmenin çalışanlar üzerinde yarattığı baskının yanı sıra yönetimin, kişileri istifaya zorlamak için çalışma şartlarını zorlaştırdığına dair iddialar da bulunuyor. Fransız Telekom yetkilileri, 100.000 çalışanı olan bir şirket için, bu sayıdaki intiharın normal bir istatistik olduğunu açıkladı.  Şirketin CEO’su da “ortada bir intihar modası var” diyerek durumu hafife almaya çalıştı.[2]

Uzmanlara göre, ağır depresyonun yol açtığı intihar davranışının en önemli nedeni çaresizlik ve umutsuzluk duygusu.  Kapitalizm, bugün geldiği noktada başarıya taparak, rekabeti kızıştırarak, had safhada bencilliği olumlayarak, hız ve belirsizliği baş tacı ederek kaygılı, güvensiz, huzursuz ve öfkeli insanlar yaratıyor. Bu özelliklerle donatılmış insanlar da depresyona ve her türlü ruhsal rahatsızlığa daha yatkın hale geliyorlar.  İş hayatları, tüm hayatlarının çok büyük bir bölümünü teşkil eden insanlar, kar elde etmekten başka bir şey düşünmeyen ve insanı hiçe sayan şirket politikaları nedeniyle kendilerini çaresiz hissediyorlar, umutlarını tüketiyorlar.

Fransız Telekom özelinde sendikalar, yönetimin uluslararası rekabet koşullarını şirket içinde yaratma, verimliliği sürekli artan hızda hareketlilikle sağlama stratejisinin, işyerinde kasıtlı bir stres yaratma politikası olduğunu söylüyorlar. Tüm bu olanlar, yeni kapitalizmin rekabet, hareketlilik ve verimliliğin mutlak biçimde sayısallaştırılmasının, internet sayesinde özellikle ara kademe yöneticilerinin 24 saatlerini şirkete hasreder duruma getirilmelerinin iç karartıcı sonuçlarını gösteriyor.[3]

“İntihar ve iş: Ne yapmalı” adlı kitabın yazarı Cristophe de Jours, kendisiyle yapılan bir röportajda Fransız Telekom’da intihar eden kişilerin yüksek ücretli, belli bir sosyal çevresi olan ve aile ilişkileri düzgün insanlar olduğunu ama yakından incelendiklerinde çok derin bir yalnızlık duygusu yaşadıklarını söylüyor. De Jours bu durumu şöyle açıklıyor: “Çalışmanın bütün sosyal dokusu, iş yerindeki beraber yaşama hali, birbirini kollama, birbirine saygı, dostluk, hepsinin yapısı temelden ve derinlemesine değişiyor. Biri acı belirtileri, depresyon, üzüntü, huzursuzluk, gerginlik gösterdiğinde kimse kıpırdamıyor”. De Jours, çalışma yaşamındaki temel değişimlerinden birinin, sözde bilimsel temellere dayandırılan, performansın nicel ve objektif ölçümü yoluyla bireysel değerlendirme yöntemlerinin uygulamaya konması olduğunu söylüyor. Bu yöntemlerin insanlar arası rekabeti arttırdığını, dostluğu ve vefakarlığı azalttığını sözlerine ekliyor. Yönetimde tehdit unsurunun giderek artan bir oranda yer bulduğunu, bunun da korkuya yol açarak insan davranışlarının korku tarafından yönlendirildiğini vurguluyor. Tüm bunların sonucu olarak insanların yalan söylemeye, aksaklıkları gizlemeye mecbur kaldıklarını, ahlaken tasvip etmedikleri, iç huzursuzluğu duymalarına neden olan davranışlara sürüklendiklerini, bunun da muazzam boyutta bir etik acı yarattığının altını çiziyor ve bu acıyla başa çıkabilmek için insanların kendi duygularına yabancılaştıklarını ifade ediyor.

Modern yaşamın ilahları: Statü ve başarı

Modern hayat, insanların kendilerini iyi hissetmelerinin ancak yüksek statü ve başarı yoluyla olabileceğini dayatıyor. Statü, kişinin toplumdaki konumunu ifade eder. Daha geniş anlamıyla statü, kişinin dünyanın gözündeki değerini, önemini ifade eder. Tarih boyunca toplumların yüksek statüye layık gördüğü gruplar çeşitlilik göstermiştir. Kapitalist Batı’nın statü anlayışı, 18. yüzyıldan bu yana giderek artan oranda maddi başarıyla bir tutulur olmuştur. De Botton, modern toplumdaki bireylerin toplumsal konumunun bireysel başarılarına göre belirleneceğini, bireysel başarının ise her şeyden önce maddi başarı demek olduğunu söyler.[4] Modern toplumun başarılı insanı, paraya ve mevkie sahip olan insandır. Bir insan, ne kadar çok para ve mevki sahibi ise o kadar başarılı demektir. Modern toplumun başarıyı bu şekilde tanımlaması, başarıya ulaşmak isteyen insanın hiçbir zaman elindekiyle yetinmemesi gerekliliğini de beraberinde getirir. Elindekiyle yetinmek, başarıya giden yolda önemli bir engel olarak görülür.

De Botton, “Statü Endişesi” adlı eserinde tatminsizlikle yüksek beklenti arasındaki ilişkiye değiniyor ve modern yaşamın bireylerdeki beklenti hissini körüklediğinin altını çiziyor: “Batılılar maddi ilerlemeyle birlikte, atalarının hayal bile edemeyeceği bir zenginlik ve olasılık çokluğuyla karşılaşmışlardır. Ancak bu zenginlik ve olasılık bolluğu, kimliklerinin ve sahip olduklarının onlara kesinlikle yeterli gelmediği hissini de beraberinde getirmiştir.[5]

Andre Gorz “İktisadi Aklın Eleştirisi” adlı eserinde, modern yaşamla birlikte “bu bana yeter” evresinden ayrıldığımızı ve “fazla mal göz çıkarmaz” evresine terfi ettiğimizi (!) söylüyor ve ihtiyaçlarla beklentiler arasındaki çok önemli farka değiniyor: “Doğal ritmine uygun biçimde çalışarak ihtiyaçlar karşılanabiliyorsa azami verimliliği aramak, zamanın hesabını yapmak,  çalışmayı akılcılaştırmak da yararsızdır. İhtiyaçların sınırlı niteliği iktisadi akılcılaştırmayı engeller. Birey, ihtiyaçlarının düzeyini ve harcadığı çaba düzeyini bizzat saptamakta özgür olduğunda iktisadi akılsallık uygulanamaz. Kişi çabasını “yeterli” gelen tatmin düzeyiyle orantılı tutar. Oysa “yeterli” kategorisi iktisadi bir kategori değildir. Kültürel veya varoluşsal bir kategoridir. Yeterli olanın yeterli olduğunu söylemek, daha fazla şeye sahip olmanın hiçbir yararı olmayacağı, daha fazlanın daha iyi olmadığı anlamına gelir: Yeterli olan iyidir. Oysa hesaplanabilirlik “fazla “ve “az” kategorilerini bilir, “yeterli” kategorisini bilmez.” [6]

Gorz, kapitalizmin ruhunun çalışma ile ihtiyaç arasındaki bağı kopardığını söylüyor. Çalışmanın hedefi, artık hissedilen ihtiyaçların tatmini olmadığı gibi; çaba da, erişilecek tatmin düzeyiyle orantılı değildir. “Yeterli olan iyidir”in yaşanmış gerçekliğinin yerine çabanın ve başarının verimliliğinin nesnel ölçüsü “kazanç artışı” olarak belirleniyordu. Başarı, artık kişisel takdir ve yaşam kalitesi sorunu değildi; kazanılan parayla, biriktirilen servet miktarıyla ölçülüyordu. Yeni slogan şuydu: Fazla azdan iyidir, daha fazla kazanmayı başaran daha az kazanandan iyidir”. Bu durumda hiçbir nicelik mümkün olan en büyük nicelik değildir, hiçbir başarı daha büyük bir başarının hayal edilemeyeceği kadar büyük değildir. Her bir kişinin yetenekler ve meslekler hiyerarşisinde işgal ettiği sıra -öz olarak- görece bir sıradır. Onu belirleyecek olan, başkalarıyla karşılaştırılmasıdır; kendini onlarla ölçmesi gerekir, hiç bitmeyen bir rekabette onları aşarak ancak bulunduğu yeri hak edebilir. Hiçbir otorite, hiçbir statü bu yeri ona garanti edemez.[7]

De Botton, kendimize duyduğumuz saygının, gerçekleştirdiğimiz başarıların potansiyelimize olan oranıyla ortaya çıkacağını söylüyor ve bunu şöyle formüle ediyor: Kendine saygı = Başarı / Beklentiler. Bu eşitlik şunu ortaya koyuyor: Beklentilerimizdeki artışlar, aşağılık hissi duyma riskini de arttırmış oluyor. Bu eşitlik aynı zamanda kendimize saygımızı arttırmamız için iki olası yol sunuyor bize: Ya daha fazla başarı elde etmeye çalışacağız ya da beklentilerimizin sayısını azaltacağız. Beklentilerimizin sayısını azaltmak kendi benliğimize yüklediğimiz yükü de hafifletir aslında. Oysa modern toplumlar bizim beklentilerimizi büyük ölçüde arttırarak, kişinin kendine yeterli derecede saygı duymasını neredeyse olanaksız hale getirir.[8]

Daha önce de belirttiğimiz gibi, iktisadi akılsallık “yeterli olan”ın sınırını geriletme ve kimse için yeterli şey olamayacağı duygusunu sürdürme ihtiyacı duyar. “Yeterli” kategorisi mevcut sistemde kabul edilebilir bir kategori değildir. Modern toplumda, küresel kapitalist sistemin sürdürülebilmesi için hiçbir başarının, hiçbir statünün, hiçbir tüketim düzeyinin yeterli olmaması gerekir. Bu nedenle de çok çalışma kutsanır. Boş zamanın artması, böyle bir düzende son derece tehlikelidir. Boş zamanın artmasıyla birey, fazlanın zorunlu olarak iyi olmadığını, daha fazla kazanma ve tüketmenin zorunlu olarak daha iyi yaşamak anlamına gelmediğini, dolayısıyla ücret talebinden daha önemli talepler olabileceğini keşfederek iktisadi akılsallığın etkisinden kaçma tehlikesi gösterir. İnsanlar bütün değerlerin sayılabilir olmadığını, paranın her şeyi satın alamayacağını ve satın alınamayan şeyin temel olduğunu ve hatta işin özü olduğunu keşfettiklerinde “ticaret düzeni” temelinden sorgulanır. Oysa insanların iktisadi akılsallığın sınırlarını keşfedebilmesi için yaşamlarının çalışma tarafından tamamıyla işgal edilmemiş olması ve zihinlerinin de çalışmayla meşgul olmaması gerekir.[9]

Kaygı, depresyon ve diğer psikolojik bozukluklar

Şimdi statü ve başarı saplantısının insana neler yaptığı konusuna geri dönelim. Daha önce de belirttiğimiz gibi, modern toplumlarda bireylerin toplumsal konumu bireysel başarılarına göre belirlenir. Bireysel başarı ise, her şeyden önce maddi başarı demektir. Bu durumda statü, kişinin hızla değişen ve kaygan bir zeminde yükselen bir ekonomik düzenle ne derecede başa çıkabildiğine göre belirlenir.

De Botton, ekonominin bu değişen ve kaygan yapısı nedeniyle, statü edinme mücadelesinde kişinin yakasını bırakmayan en belirgin şeyin belirsizlik hissi olduğunu söyler: “Geleceği düşündüğümüzde aklımıza gelenler aşağı yukarı aynıdır. Gün gelir meslektaşlarımız ve rakiplerimiz bizi sollayabilir, belirlediğimiz amaçlara ulaşmada yeteneklerimiz yetersiz kalabilir veya pazarın girdaplı denizinde nereye varacağı belirsiz bir akıntı bizi bilmediğimiz bir yere sürükleyebilir; iş arkadaşlarımızın başarıları ise bütün bu başarısızlıkları ikiye katlayabilir. [10]

Sennett, başarısızlığın günümüzün en büyük tabusu olduğunu söyler ve devam eder: “Açık açık konuşmaktan korktuğumuz her konuda olduğu gibi, bu durum da, içimizdeki obsesyonu ve utancı daha da şiddetlendiriyor. Kişinin zihninde yankılanan “yeterince iyi değilim” düşüncesi değişmeden kalıyor”.[11]

Duhm, “Kapitalizmde Korku” adlı eserinde başarı ilkesinin, insan ilişkilerini tek tek kişilerin başarısına göre düzenlediğini söyler. Ona göre “yapabilmek–yapamamak” kutuplaşması bir yargı şemasına dönüşmekte, hayatın kendisi de korkuya yol açan kendini kanıtlama durumlarından oluşan bir koşuya benzemektedir. Bir başarı ortaya koymak gerektiği anda, başarısız olma tehlikesi de vardır. Duhm, başarının değerlendirilmesinin ancak başkalarının başarılarıyla karşılaştırma yaparak mümkün olacağını söylüyor ve devam ediyor: “Başkalarının başarısızlığı, insanın kendi başarı şansını arttırmaktadır. Kapitalist toplumda başarı ilkesinin esiri olmuş insanlar, bu nedenle, bilinçli ya da bilinçsiz, başkalarının başarısızlığını isterler. Böylece başarı ilkesi, insanlar arasındaki uçurumu derinleştirir, onları birbirlerine düşman yapar ve en iyi ilişkilerde bile kıskançlık ve çok görme gibi tortular bırakır. Kapitalist toplumun insanları, birbirlerinin karşısında iğne üstünde otururlar”.[12]

Modern toplumun insanları birbirlerine karşı şiddetli bir rekabet mücadelesi içinde bulunurlar. İşçiler en iyi ve en güvenli işyerleri uğruna ve daha iyi ücretler için birbirleriyle rekabet halindedir. Bilimciler bazı mevkiler ve siparişler için karşılıklı rekabete girerler. Sanatçıların arasındaki rekabet, isim yapma ve piyasada tutunma uğrunadır. Modern toplumun insanları, kapitalist yaşam tarzının içselleştirilen hegemonyasının etkisiyle, her yanda kariyer, başarı, para, sosyal statü, saygınlık ve prestij için birbirleriyle rekabete girerler.   Duhm, kapitalizmin rekabet ilkesinin, insanların duyduğu korkunun en önemli kaynaklarından biri olduğunu söyler. Çünkü insanların rekabet ilişkisinde bulundukları yerde kaybetme tehlikesi de süreklidir. Bir rakip, insanın imkanlarını elinden alır. Bundan dolayı kendisinin herhangi bir yolla devre dışı bırakılması ya da yenilgiye uğratılması şarttır. Yani burada “insan insanın düşmanı” olmaktadır. Karşılıklı olarak duyulan düşmanlık ve korku, bütün insan ilişkilerinde yer etmiştir.

De Jours da kendisiyle yapılan röportajda sistemin korku üzerinden işlediğini, yeni çalışma organizasyonlarında çalışma hayatına korkunun hakim olduğunu vurguluyor. Performans ölçümü olarak öne çıkarılan yöntemin temelde bir tehdit ve güvencesizleştirme unsuru olduğunu, bugünün işyerinin de ötekine acı vermeyi öğrendiğimiz bir laboratuar olduğunu sözlerine ekliyor. Bir anlamda acı çekenin de acı verenin de psikolojik olarak çöktüğü insanlarla dolu bir dünya yaratılıyor.

Fransız Telekom şirketindeki intiharlar, gerek intiharların çoğunun işyerinde gerçekleşmesinden gerekse bırakılan intihar mektuplarından hareketle değerlendirildiğinde, küresel kapitalist sistemde eğitimli kişilerin bile çalışma hayatlarının dayanılmaz hale geldiğini ve insanları ruhsal çöküntüye uğrattığını gösteriyor. Hayatlarının çok büyük bir bölümü işyerinde geçen insanlar için hayat adına geriye işten başka bir şey kalmıyor. Küresel kapitalist sistem insanların kaygı, bencillik, güvensizlik, hırs, öfke ve huzursuzluk gibi duygularını ön plana çıkararak onları ruhsal çöküntüye götürecek bir yaşam tarzı sunuyor. Rekabet ve hızın hayatlarımızda hüküm sürmesiyle, bağlılık ve sadakat gerektiren uzun süreli yakın insani ilişkiler ortadan kalkıyor; dayanışmanın yerini duyarsızlık ve ihanet alıyor. Bu da, onulmaz bir yalnızlığa ve yabancılaşmaya yol açarak insanları intihara sürükleyecek kadar bunaltıyor.

Modern yaşamda kapitalizmin bugün geldiği noktanın insan psikolojisi üzerindeki bu olumsuz etkilerini gidermek için bazı kişisel ya da kurumsal çareler denenebilir. Bunlara güzel bir örnek olarak, kendilerine “beyaz yakalı işçiler” diyen plaza çalışanlarının oluşturduğu “Plaza Eylem Platformu” gösterilebilir.  Plazalardaki iş hayatında hüküm süren yoğun rekabet, performans baskısı, ulaşılamaz hedefler, sürekli uzatılan çalışma saatleri gibi gayri insani koşullara karşı çıkmak ve haklarını aramak için bir grup plaza çalışanı tarafından 2008 yılında oluşturulmuş. Plazalardaki çalışma koşulları altında kendilerine hayattan yaşanacak bir şey kalmadığını düşünerek örgütlenme yoluna gitmişler. Plazalardaki yapaylığa karşı gerçek dostluklarla bunlara karşı durabileceklerini ve insani yaşam koşullarına ulaşabileceklerini ümit ediyorlar. Böyle bir karşı duruş ve örgütlenme son derece anlamlı ve önemli olmakla birlikte asıl çözüm, insana çalışmanın dışında yeterince yaşam zamanı tanıyan, çabanın ödüllendirildiği, insanların birbirlerine güvenerek yakın ilişkiler kurabilecekleri, birbirlerinden korkmadıkları, birbirlerine rakip değil destek oldukları bir sosyal düzenin yaratılmasından geçiyor. Çünkü başka bir dünya mümkün[13].

[1]İnsel.A, Kapitalizmin İntiharları,( Radikal 2, 4.10.2009)

[2]y.a.g.e

[3]y.a.g.e

[4]y.a.g.e.

[5] De Botton. A, Statü Endişesi (İstanbul, Sel yayıncılık,2005), 53.

[6]Gorz.A, İktisadi Aklın Eleştirisi(İstanbul, Ayrıntı yayınları,2007), 142.

[7]Gorz .A, y.a.g.e, 144.

[8] De Botton.Aa.g.e,  65.

[9]Gorz .A, a.g.e 148.

[10] De Botton.A, a.g.e, 109.

[11]Sennett.R, Karakter Aşınması, (İstanbul, Ayrıntı yayınları, 2002), 124.

[12]Sennett.R,a.g.e, 78.

[13]Ruben. E ,İktisadın Unuttuğu İnsan,(İstanbul, Bağlam yayınları, 2011),93.

*Ester RUBEN
Prof. Dr., Siyasal İktisat
esterrub@gmail.com