headlineImage.adapt.1460.high.turkey_Charliehebdo_protest_012715.1422489027900

Esad Şahin – 2017 Türkiye’sinde İslamcılığın Geldiği Nokta ve AKP

esad Bundan 10 yıl önce Türkiye kamuoyunda “Erdoğan liderliğindeki AKP hareketinin takiyeci bir hareket mi yoksa İslamcılıktan kopuşu kaçınılmaz gören, muhafazakar demokrat bir hareket mi?” olduğu konusu oldukça yoğun tartışılıyordu.  Özellikle Kemalist-ulusalcı cenah AKP hareketinin takiye yaptığını, güçlendiğinde İslamcı fikirlerini uygulamaya koyacağını sık sık vurgulardı. Bazı liberal yazarlarsa bu hareketin, devrimci ve yeni bir toplum vurgusuyla siyaset yapmadığını, sadece Osmanlı mirasına özendiğini, fakat demokratik sisteme zamanla adapte olduğunu/olacağını iddia etmişlerdi.

2017 yılına geldiğimizde sadece Türkiye kamuoyunda değil, birçok Batı ülkesinde yapılan değerlendirmelerde, hareketin lideri Erdoğan’ın her secim zaferi sonrasında gerçek yüzünü ortaya çıkardığı;; İslami bir Cumhuriyet kurmak istediği; tek adam-devleti kurma yolunda ilerlediği; Putin modeline benzer şekilde de facto diktatörlüğünü ilan ettiği gibi görüşler dile getirilmektedir.

AKP’nin izlediği yol

Türkiye’de eski düzenin ayrıcalıklı gruplarının, yeni dönemin aktörleri ve grupları ile girdiği hegemonya çatışmasından tamamen yenik ayrıldığını; 2010’lu yıllardan itibaren eski ve yeni aktörler arasındaki yer değişikliğinin hemen ardından AKP’de otoriterleşme dalgasının başladığını gözlemledik. Bu dönemin ardından, kurulduğundan beri askeri-bürokratik elitlerle girdiği mücadelede hep korkuyla yönetilmiş olan AKP, sahip olduğu yeni alanı koruma ve rakiplerini saf dışı bırakma çabasına girdi. Cemaat’in desteği ile elde edilen beklenmedik zaferler, beklenmedik bir hezimetin gelebileceği korkusunu hep canlı tuttu ve tutuyor. Emeksiz elde ettikleri her zaferin ardından kaybetme korkusunun arttığını görüyoruz. Hareket içerisindeki bu korku ve güvensizlik hem Erdoğan etrafında kenetlenmeye hem de iç muhalefetin “kaybetmenin girdabına gireriz” korkusuyla sessiz kalmasına neden oluyor. [1]

İçeride Gülen Cemaati ile tutuşulan kavgadan sonra çok dar bir kadro ile idare edilmeye başlayan hareket, tamamen güvensizlik ve öfkenin hakim olduğu bir sürece girdi. “Kuşatılmış durumdayız, kimseye güvenmemeliyiz” anlayışı partiye ve liderlerine tamamen hakim olduktan sonra devlet kültürümüzün tarihi alışkanlığı devreye sokuldu: Sivil topluma karşı güvensizlik. Türkiye’de devlet her zaman vatandaş için neyin iyi neyin kötü olduğuna kadar verme yetkisini kendinde gördü[2]; fakat AKP zamanla sahiplendiği bu politik kültürü çok daha öteye taşıdı. Kendi kitleleri üzerinde kurmak istedikleri sadakat, Türkiye toplumu üzerinde kurmak istedikleri itaat anlayışı; paralel yürüyen devlet ve siyasi iktidar arasındaki aynılaşma süreci neticesinde tüm farklı talep ve düşünceler üzerinde tahakküm; özgürlük alanlarının daralması, yargının iyice siyasallaşması, iktidarın şahsileşmesi, keyfilik ve çoğunlukçu düşüncelerin hakim olması açıkça saptanan olgular.

Almanlar, Türkiye demokrasisi için “defekte Demokratie” yani hasarlı demokrasi deyimini kullanıyor.[3] AKP, Türkiye’nin bu hasarlı demokrasisinden ve politik kültüründen sonuna kadar yararlandı. Muhafazakar-milliyetçi kitleleri tehdit algısı üzerinden “demokrasinin rafa kaldırılması” konusunda ikna etti. Bugün bu kitlelere kim demokrasiden bahsetse, “sırası mı şimdi?” tepkisiyle karşılaşıyor. “Barış” istedikleri için tutuklanan akademisyenlere ve muhalif gazetecilere terörist muamelesi yapılmasına bu kitle destek veriyor. AKP, MHP yönetimini/kitlesini de arkasına aldığı politikayla, Türkiye’de muhafazakar-dindar-milliyetçi kitle dışındaki gruplara yaam alanı tanımayacağını gösterdi. Özellikle darbe girişimi sonrası başlatılan OHAL uygulaması ile Kürt, Alevi ve sol muhalif grupları yok etmek için büyük bir mücadele veriliyor. AKP içerisinde başlangıçta liberallerin ve Gülen cemaatinin desteği ile çizilen ılımlı İslamcılık, yerini entelektüel yetersizliğin ve birikimsizliğin hakim olduğu katı bir İslamcılığa imaja bıraktı. Bir dönem akademik çevrelerde sık sık tartışılan “Muhafazakar Demokrasi” kavramı artık AKP’li yazarların bile ağızlarına alamayacakları bir kavram oldu.

Siyasal İslamcılık AKP eliyle çöküyor mu?

Birçok İslamcı yazarın “AKP Siyasal İslam’ı öldürdü mü?” tartışmasını değerlendirdiğini uzun zamandır takip ediyoruz. AKP’nin, Türkiye’deki siyasal İslamcı çizgiyi, 1990’lı yıllardan itibaren ilişki kurmaya başladıkları demokratik değerlerden ve kurumlardan uzaklaştırdığı net bir şekilde görülüyor. Bugün Türkiye’de siyasal İslam’ın AKP dışında artık ciddi bir temsilcisi yok. Dini cemaat ve tarikatlar da dahil edildiğinde bile AKP çatısının dışındaki İslamcı talepler oldukça cılız kalıyor. Bu durumun aslında tarihin bir tekerrürü olduğunu da düşünebiliriz. Osmanlı’nın son döneminde de İslam kaynaklı ve Batı’nın değerleri ile uyumlu bir yenilenmeyi savunan reformcu İslamcı görüşler yaygınlaşmaya başlamıştı. Ancak yeni kurulan Cumhuriyet sert laiklik politikaları ile bu İslamcı birikimin yok olmasında önemli bir rol oynadı. Dönem itibariyle birçok radikal dini yapıyla girişilen mücadele reformcu İslamcılara da dokundu. Sadece reformcu İslamcılar değil, Bektaşi tekkelerinin kapatılması da Alevilerin birikimini kuruttu. Dinin devlet kontrolüne alınmasının ağır faturası, tutucu ve aşırı milliyetçi bir dindarlığın ve İslamcı anlayışın taşrada hızla büyümesi oldu. Bugünün İslamcıları da bu tarihi mirasın sonucu. Arada Necip Fazıl Kısakürek İslamcılığının köprü görevi var sadece.  Bugün önemli bir nitelik kaybı yasayan İslamcılar, devlete karşı sahip oldukları özerk alanlarını tamamen kaybettiler. Bu anlamda AKP, birçok İslamcıyı devlet otoritesiyle belirlenmiş dar bir alana hapsetmiştir.

Gelinen nokta itibariyle entelektüel seviyede tartışılacak hiçbir şey kalmadığı görülüyor. Adına “Dava” denen bu fikirsizlik hali; Milli Eğitim’den Diyanet’e, medyadan sivil toplum kuruluşlarına kadar her türlü araç ile uygulanan çeşitli kültür politikaları ile topluma benimsetiliyor. Bunun için de tarih, din ve liderlik kavramları özellikle muhafazakar-dindar-milliyetçi kesime güzel bir pakette sunuldu. Elde edilmek istenen sonuç, sorgulanmayan bir lider ve devlete itaatsizliğin ağır suç olduğu yeni bir toplum algısıydı. Bunun büyük oranda başarıldığı ve hala en çok mücadele edilen alanlardan biri olduğu; Türkiye’de hiç olmadığı kadar İslamcı tahayyüllerin benimsendiği açıktır. Muhafazakar düşünce ve İslamcılık arasındaki farkın eridiği bu dönemde AKP çatısı altındaki İslamcılar, kendilerini, 1990’lı ve 2000’li yıllara göre çok daha radikal bir pozisyon almak zorunda hissetti. Devlet otoritesinin dindarlığı desteklediği bu dönemde samimi bir dindarlık beklemek pek mümkün görünmüyor. Kamuda dindar görünmek ama özelde farklı davranmak, ikiyüzlü dindarlığın en belirgin özelliği oldu. AKP’de çöken bu ahlaki değerlerin İslamcılar arasında bir kimlik krizine dönüştüğü söylenebilir.

AKP hareketi, özellikle Gülen Cemaati ile tutuştuğu kavganın da etkisiyle, İslamcılığı açık şekilde sahiplenmeye başladı. İslamcıların, sivil alanın daraldığı din alanının ise devletleştiği bu dönemde AKP’yi savunmak için seferber olduklarını gördük. Entelektüel düzeyde -iktidar desteği altında- tamamen lumpen bir İslamcılık sahnelenirken; AKP, reel politikasına İslami kılıflar uydurmaya devam etti ve İslami bir toplum mühendisliğini tüm gücüyle devreye soktu. Türkiye’de İslamcılar arasında bu duruma karşı çıkabilecek bir ses artık yok. Otorite destekli kültürel ve ekonomik çıkarların İslamcılar arasında ilkelerden çok daha ağır bastığı bir dönemi yaşıyoruz. Bu anlamda kendisini İslamcı çizgiye her gecen gün daha çok yaslayan AKP, “İslamcılık bitti” tartışmalarının gerçekçi bir zeminde hızlanmasına neden oldu.

AKP’nin bölgede yol açtığı zararlar

2010’lı yıllara kadar AKP’nin siyasal İslam anlayışının bölgeye örnek olabileceği veya AKP’nin İslam’ı evrensel değerlerle harmanlayabileceği düşüncesi tartışıldı. Bu dönemde Batı’nın da AKP hareketinden beklentisi, İslamcı dönüşümü tamamlaması ve bunu bölgeye yansıtmasıydı. Fakat ülke içinde mutlak gücün elde edilmeye çalışıldığı dönemde bölgede Arap Baharı meydana geldi. Yine bu dönemde Amerika Irak’tan çekilme karar aldı. AKP hareketi, Arap Baharı’nı Osmanlı sonrası başımıza gelen 100 yıllık bir fırsat olarak gördü. Türkiye İslamcı düşüncesinin hep bir kösesinde yer alan bölgesel liderlik arzusu bir anda devlet gündemi oldu. Bölgeye model olması beklenen AKP hareketi liderliğe soyundu.[4] Mısır’da, Irak’ta ve Suriye’de Türkiye önderliğinde Sünni bir “hinterland” oluşturulmak istendi. Bu hayalciliğin bugün bakıldığında Türkiye’ye nasıl ağır bir maliyeti olduğunu görebiliyoruz.  Gelinen noktada artık “Demokrasi ve İslamcılık” beraber anılmaktan bile çok uzak. Bu durum, Batı’da, İslam ve demokrasinin yan yana gelemeyeceği veya İslam’dan demokratik bir yönetimin çıkamayacağı algısı oluşturdu. AKP, bu anlamda, sadece Türkiye’nin geleceği açısından değil, bölgenin rahatlaması fırsatının kaçırılması ve Batı’daki ılımlı İslam siyasetine olan sempatinin tükenmesi bakımından da büyük zararlar verdi.

Tüm bunların yanında AKP’yi ve AKP’nin Türkiye’yi bugün getirdiği noktayı anlamak, İslamcılığın sınırlarının ötesinde bir yerde. Popülizm ve pragmatizm, AKP hareketini anlamak için 2 kritik kavram. AKP’nin, siyasi amaçlarına ulaşmak için, kurulduğu günden bu yana, sık sık partner değiştirdiğini gördük. Türkiye tarihinde görülmedik biçimde liberal söylemleri de savundular, en muhafazakar, en milliyetçi, en İslamcı söylemleri de. Bugün Perinçek grubu ile ittifak gözümüzün önünde gerçekleşiyor. Dün AB üyeliğinin en büyük savunucu konumundaki AKP, bugün AB üyeliği üzerine konuşmayı hainlik sayabiliyor. AB, artık Türkiye’nin düşmanı olarak lanse edilir halde. Terörden, ekonomik krizden, Türkiye’nin başına gelen tüm kötü olaylardan basta Almanya olmak üzere AB ülkeleri sorumlu tutuluyor. Ayni şekilde bu konularda iktidarı eleştirmek, vatan hainliği ile eşanlamlı oldu(!) Fakat AKP’nin yarın tekrar AB üyeliğini çok güçlü bir şekilde savunmayacağını kim iddia edebilir? AB değerleri için değil, o günün koşulları bunu gerektireceği için tabii. Bugün Rusya’yla çok iyi olan ilişkilerimizin yarın tekrar savaş kötüleşmeyeceğini kim bilebilir? Sadece iç politikada değil dış politikada 180 derece dönüşler bir çok defa gördük. Bu anlamda AKP’nin bir ideoloji veya doktrin ile hareket etmeyen, aksine büyük bir ekonomik çıkar grubunun bir lider etrafında toplanması yoluyla yönetildiğini görmemiz gerekir.

Türkiye’de artık insanlar başlarına gelecekleri çaresizce bekliyorlar. Yıllardır mücadele ettikleri ve karşı durdukları her şey tek tek gerçekleşti. Gezi olaylarıyla bedelini çok ağır ödeyerek siyasi tepkilerini dile getiren gençler, elde edilemeyen siyasi başarının ardından sessiz bir şekilde başkanlık tartışmalarını takip ediyorlar.

  • Yüksel Taşkın: 14.07.2015 Ezgi Basaran Röportajı, Radikal
  • Cüneyt Dinç: 11.11.2016, Ein Kind des Systems, Freitag.de
  • Wolfgang Merkel: Kasım 2016, Die neune Diktaturen, Neu Gesellschaft – FH
  • İlhan Uzgel: 25.12.2016, Dış Politikada Mutlak Yenilgi, Cumhuriyet.com

*M. Esad ŞAHİN
Siyaset Bilimci
esad_sahin@yahoo.com