İçinde bulunduğumuz zaman dilimi, bizi sürekli olarak “İnsanlık gelişiyor mu?” sorusunu sormaya itiyor. Bilimin, sanatın, temel insan hakları ve özgürlüklerin, insanlık tarihi boyunca biriktirerek ilerlediğine inanan bizler, bir anda en gelişmiş toplumlarda bile ırkçılık hastalığının yaşam alanı bulduğuna tanıklık ediyoruz. Elbet bunun nedenlerine dair çok fazla şey söylenebilir. Ama tüm dünya toplumlarının bir arada yaşamalarının önündeki olumsuzlukların ana kaynağı, yükselen sağ popülizm. İngiltere’nin aldığı Brexit kararı, Almanya’da ırkçı parti AfD’nin önlenemez yükselişi, ABD’de Trump vakası ve -tabii hakkını teslim etmek gerekir ki- 2002’den bu yana dünyadaki en “pirüpak” örneği Erdoğan ve AKP’si, yükselen sağ popülizmin sonucudur.
Sağ popülizmin ekonomi politikası
Sağ siyaset, uzun süredir popülizmin yarattığı konfor alanını deneyimlemektedir. Mesela ekonomide işler kötüye gidiyorsa, yükselen enflasyonun karşısına yükselen bir milliyetçi söylem eklediklerinde, toplumlarda eskisi gibi bir hak arayışının kalmadığını görmekteler. Bu sayede ekonomideki başarısızlıklarını, her geçen gün kötüye giden gelir adaletsizliğini, bilimden uzaklaşıp batıl olana yakınlaşmalarını, eğitimdeki acizliklerini, sağlığı iyileştirme adı altında ticarileştirmelerini ve daha birçok olumsuzluğu bu sayede toplumlara ters gerçeklik ile anlatabildiler. Özellikle sosyal medyanın yarattığı eko-çember ile birlikte büyük yalanlarının kendi tabanlarında daha rahat karşılık bulduğunu görmeleri, sağ siyaseti daha fazla popülizme itti. Özeleştiri yapmak gerekirse, başta ülkemiz olmak üzere, dünyada da sol siyaset buna karşı ısrarla doğruları anlatmak yerine hakim sosyolojik kültürü kızdırmayacak söylemlerde ortaklaşmayı çok kez kabul etti.
İşte bu sağ popülizme dair en iyi örneklerden birini de bizler, son dönem “Dünya lideri” Erdoğan üzerinden gözlemlemekteyiz. Erdoğan ve ekibi henüz daha birkaç yıl önceye kadar ülkeye gelen yabancı yatırımları bize “istikrar” diye anlatırken şimdi aslında onların da “mihrak” olduğuna inanmamızı istemekteler. Malumunuz; totaliter rejimler, uygulamalarına ve iddialarına toplumların sadece sessiz kalmasıyla yetinmez; katılmasını da emreder! Şimdi gelin sağ popülizmin güzide örneklerinden birini, dünün istikrarı ve bugünün mihrakı olan uluslararası sermayenin 2002 sonrası Türkiye’ye yatırımlarına kısaca birlikte bakalım.
Not: Rakamlar milyon ABD dolar olarak okunmalı.
Tablodan da gördüğünüz üzere AKP’nin gelişiyle beraber Türkiye’nin ne pahasına olursa olsun büyüme odaklı ekonomi hedefine, uluslararası sermaye de gayet net olarak eşlik etmiş. 2008 dünya ekonomik krizine kadar sürekli artan ve hemen kriz öncesi yıllarda rekor düzeye ulaşan bir uluslararası doğrudan yatırımın ülkemize geldiğini görüyoruz. AKP’nin sağlıksız büyüme üzerinden yarattığı karlar, özelleştirmeler ile peşkeş çektiği aslında topluma ait olan kamu kurumları hiç olmadığı kadar uluslararası sermayenin iştahını kabartmıştı. Sonuç olarak uluslararası sermayenin çıkarlarını maksimize ederken AKP’nin de içeride seçmene kürsülerden “istikrar yavv” diyebildiği zamanları birlikte yaşadık. Bu iki tarafın da mutlu olduğu düzen, dünya ekonomik krizi döneminde hafif bir gerileme yaşamakla birlikte kriz sonrası dönemde belki biraz da baz etkisiyle tekrar fırlamış ve eski günlerine geri dönmüştür.
AKP ekonomi politikasının gidişi gidiş değil
Şimdilerde ise yeni bir dönemin başladığını söylemek son derece mümkündür. Tablodan da göreceğiniz üzere, 2015 itibariyle yabancı sermaye ile AKP yönetimi arasında yeni bir dönem başlamıştır. Yabancı sermaye; gerek hormonlu büyümenin sona ermesi, gerekse eskisi gibi severek talip olacağı satılacak kamu iktisadi teşebbüsü kalmaması nedeniyle Türkiye’ye doğrudan yatırım yapmaya eskisi kadar hevesli değildir. Üstelik her geçen gün artan tek adam yönetiminin baskıcı tutumu yüzünden kurumların ortadan kalkması, Türkiye’yi yabancı yatırımcı için yatırım yapılabilir bir ülke olmaktan uzaklaştırmıştır. Günün sonunda elimizde, 2017 sonu itibariyle, 541 milyar TL borcu olan bir toplum, eski karını ve sermaye güvencesini bulamayacağı için çekilen yabancı sermaye ve dün istikrar dediğine bugün mihrak diyen bir AKP kalmıştır. Anlayacağınız; tüccar karını almış, siyasal İslam kamu kaynakları üzerinden daha fazla palazlanmış ve borcu ödemek de tüm toplum kesimlerine kalmıştır.
Özetle AKP yönetiminin mucizevi bir şey bulmuşçasına anlattığı hane halkı tüketimine dayalı –borçlanarak- büyüme modelinin sonuna gelinmiştir ve yabancı sermaye ülkemize eskisi kadar yatırım yapmak istememektedir. Ülkede genç işsizliği %17’lerde, tarım dışı işsizlik ise %11’lerdedir. İşgücü ücretleri son derece düşüktür. 16 yıllık eğitim politikası sonucunda artık daha fazla “yarı nitelikli-yarı ucuz” işgücümüz vardır. Enflasyon, Haziran 2018 itibariyle, %15 düzeyindedir. Türk Lirası, dünyadaki diğer rezerv paralar karşısında tarihinin en değersiz seviyesindedir. Yine özel sektör şirketlerinin döviz cinsinden dış borcu, 2018 yılı başı itibariyle 308 milyar dolara erişmiştir. Üstelik bu devasa borcun %75’ini sadece 1.100 şirket elinde tutmaktadır. Yani ekonominin, pimi çekilmemiş bir bombadan farkı yoktur. Cari açık, Mayıs 2018 itibariyle 5.885 milyon dolardır ve tüm bunların düzelmesi için hem içerideki hem dışarıdaki yatırımcıya hükümet tarafından verilmiş en ciddi güvence, damadın kasanın başına oturtulmasıdır.
Seçmen, seçim sürecinden kısa süre önce, hükümet cephesinde bedava kek ve çay; muhalefet cephesinde ise seçime bir ay kala açıklanmış, iyi konuşan bir aday ve ekonomik vaatler ile karşılaşmıştır. Sonuç olarak, başaşağı ekonomik gidişin maliyetini gariban halk ödemektedir. Yazıktır.
*Ertan AKSOY
Ekonomist
e.aksoy@aksoyarastirma.com