Bu yazımızda dünya halkları adına önemli bir başlığı; refah devletini tartışmaya açmayı diliyorum.. Kuşkusuz ki, konuyu ele alırken de, sosyal demokrasinin geçmişte refah devletinin inşasında edindiği birikimin bugüne nasıl yansıdığına değinmek gerekecek.
Alman devlet adamı Friedrich Ebert zamanın solcularına şöyle seslenir: “Özgürlüğümüzü ve hatta hayatımızı alabilirler, ama onurumuzu alamazlar”. Ne var ki, 2022 yılında dünyaya baktığımızda, onurumuz dışında gerçekten de her şeyin elden gitmesine yol açabilecek iki önemli olgunun gözlemlendiğini söylemek mümkün. Bunlardan birincisi, farklı kriz dinamiklerinin çakışması yani çoklu kriz olgusu; diğeri ise tüm insanlığın daha fazla belirsizliklerle karşı karşıya kaldığı gerçeğidir. 2008’de ortaya çıkan ve sonrası dönemde etkileri devam eden ekonomik ve mali krize, iklim krizi ve pandemi ile yaygınlaşan sağlık krizi de eklenmiştir. Üst üste yığılan bu krizlere Rusya –Ukrayna savaşının etkisi ile artan enerji ve emtia fiyatları sonucu bir de gıda krizinin ekleneceğini söylemek mümkündür. Küresel gıda krizinin ise en çok kırılgan grupları yani yoksulları, göçmenleri, güvencesiz çalışanları etkileyeceği çok açıktır. Çoklu krizler, küresel ölçekte belirsizlikleri artırmaktadır. Bu kriz ve belirsizlik etkileşimine odaklanan B.M. Kalkınma Programı (UNDP) tarafından yayımlanan “2022 İnsani Gelişme Raporu”na göre “İnsani Gelişme Endeks Değeri”, ölçümün yapılmaya başladığı 1990 yılından bu yana ilk kez küresel ölçekte gerilemiştir.
Neoliberal modelin yarattığı tahribat
Peki, bu duruma dünya ve insanlık nasıl geldi? Sorunu çözmek için yanıtını bulmamız gereken temel soru bu olmalıdır. İçinde bulunduğumuz zamanı anlama yolunun onu tarihselleştirmekten geçtiğine inanıyorum. Dolayısıyla kapitalizmin son kırk yılı üzerinde, yani refah devletinin ölümünün ilan edildiği 1980’lerin başından günümüze kadar yaşananların bizi nereye getirdiği üzerinde çok kısaca durmak istiyorum.
Sosyal demokrasi, bireylerin özgürlüğü ile toplumsal yapı içindeki eşitliklerini ve onların birbirlerine omuz verme anlayışını bağdaştıran ve kurumsallaştıran tek ideolojidir. Oysa 1980’li yıllardan itibaren gelişmiş ve gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde egemen olan neoliberalizm artan eşitsizliğe, doğanın tahribine, yoksulluğa, sağ popülist liderlerin elinde yeşeren otoriter hatta totaliter rejimlerin giderek yaygınlaşmasına neden oldu. Neoliberal modelin iki önemli ekonomik ve toplumsal sonucu olduğunu düşünüyorum.
Bunlardan “ilki”, dünyada ekonomik ve sosyal eşitsizliğin artmasıdır. Örneğin OXFAM 2020 Raporu’na göre, 2019’da dünyanın en zengin 2 bin 153 kişisinin elinde bulunan servet 4,6 milyar kişinin toplam servetinden daha fazla. Dünyanın en zengin %1’lik kesiminin serveti, 6,9 milyar insanın toplam servetinin iki katından daha fazla. 2011- 2017 yılları arasında reel ücretler ise neredeyse hiç artmadı. B.M. Kalkınma Programı (UNDP) verilerine göre bugün dünya ölçeğinde 656 milyon kişi hala günde 1.90 doların altında gelirle yaşamak zorunda. Dünya Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2022 yılında açıkladığı bir rapora göre “modern kölelik” olarak adlandıran koşullarda çalıştırılan insan sayısı dünyada 49 milyon 570 bin kişi; bunun da 26 milyonu kadın. Yine 2002 İnsani Gelişme Raporu verilerine göre sağlık, eğitim ve yaşam standardı alt endekslerinden oluşan “Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi”ne göre, dünyada 1.2 milyar insan çok boyutlu yoksul kategorisinde yer alıyor.
Neoliberalizmin “ikinci sonucu” iseliberal ve temsili demokrasinin tüm dünyada erozyona uğramasıdır. Freedom House tarafından hazırlanan bir rapora göre de, son on yılda dünyada sadece 21 ülke demokrasi konusunda ilerleme kaydederken, dünya nüfusunun neredeyse üçte birini oluşturan ülkelerde liberal demokrasi erozyona uğradı veya otoriterleşme arttı. The Economist dergisi tarafından yayınlanan verilere göre ise, dünya nüfusunun yalnızca % 4,5’i kusursuz demokrasi olarak kabul edilen ülkelerde yaşamaktadır.
Umut, sosyal demokrasi ile onun ürünü “refah devleti”nde
Tüm bu olumsuz gelişmeler karşısında sosyal demokrasi, çözümün ana kaynağı olarak yeniden umut olma yolunda ilerlemektedir. 2008‘de duvara çarpan neoliberal ekonomik ve sosyal modelin krizi küresel pandeminin etkisiyle daha da derinleşirken devlet-piyasa ilişkisi ile devletin ekonomideki rolü ne olmalıdır tartışması da yoğunlaştı. Dünyanın kamu-özel sektör işbirliğine dayanan, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir ekonomik modele gereksinim duyduğu giderek daha fazla anlaşılıyor.
Bu nedenle sosyal demokrasi, içindeki neoliberal tortuyu atıp kamucu ve toplumcu özüne yeniden dönmek zorunda. Dolayısıylasosyal demokratlar, sosyal demokrasinin tarihsel birikimini, farklı ülkelerdeki iyi uygulamalarını daha iyi anlamak, “yapay zeka, Endüstri 4.0, sosyal kredi sistemi, yeni yeşil uzlaşma, dayanışma ekonomileri vb” yeni tartışma konularını analiz etmek zorundalar. Yine ekonomi biliminin yeni perspektiflerini “yani davranışsal iktisat, kurumsal ekonomi, küçülme tartışmaları gibi” konuları da gündemine almalıdır.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde sosyal demokrasi, bu hedefine, yirminci yüzyılın en önemli sosyal inovasyonu olan refah devletini kurup yaygınlaştırarak ulaşmaya çalıştı. Geçmişteki sosyal demokrat hükümet politikalarının sonucu olarak refah ve çalışma koşullarında büyük ilerlemeler gerçekleşti. Ancak kapitalizmin reforme edilmesinin, sosyal demokratların ilk dönemlerde tahmin ettiğinden çok daha zor olduğu anlaşıldı. Geldiğimiz tarihsel eşikte tüm krizlerin yani ekonomik kriz, iklim krizi, sağlık krizi ve belki de liberal demokrasinin kaybı ile ortaya çıkacak insani krizin aşılmasında sosyal demokrasi ve refah devleti hala insanlığın elindeki en güçlü araç olma konumunu koruyor. Çünkü “refah devleti” yalnızca temel hakları, bireyin hak ve ekonomik özgürlüklerini güvence altına almakla kalmaz; toplumsal farklılıkları ve gerilimleri eritmek için yasal ve finansal önlemler alır. Bu anlamda refah devleti ilkesi, hukukun üstünlüğü bağlamında “adalet” kavramı ile de bağlantılıdır.
Türkiye’de hepimizin de bildiği gibi kararlar tek adam tarafından alınmakta, demokrasi ve hukuk devletinin altı sürekli oyulmaktadır. Demokratik rejimlerin temel direkleri olan yasama ve yargı erkleri “yürütme” erkinin kayıtsız şartsız egemenliği altındadır. Türkiye’de giderek aşırılaşan sağ iktidarın son 20 yılda yarattığı ekonomik, toplumsal ve kurumsal tahribat -özellikle hukukun üstünlüğü ve laiklik alanında- Türkiyeli sosyal demokratlara daha büyük görevler yüklemektedir.
Dolayısıyla sosyal demokratların, geleneksel yeniden dağıtımcı sosyal politikalarının ötesinde önlerine bir vizyon koyması zorunlu oluyor. Bu nedenle sosyal demokrat kalkınma modeline gereksinim duyulduğu son derece açıktır. Türkiye’de de AKP sonrası dönemde iktidara hazırlanan sosyal demokrat siyasetin liderleri ve temsilcileri, geliri yeniden dağıtmanın yanında devletin değer yaratımındaki rolünü dikkate alan refah devletini inşa etmek için çaba harcamaktadır. Yani katılımcı, özgürlükçü ve sürdürülebilirliğe odaklanan insan merkezli sosyal demokrat kalkınma modelini hayata geçirmenin çabası içindedir. Bu çabanın bir parçası olmak, bir sosyal demokrat için yaşamının en anlamlı ve en onurlu süreçlerinden birini oluşturacaktır.