Özlemle beklediğimiz ve belki de bir kurtuluş olarak gördüğümüz 7 Haziran seçimleri yapıldı. Seçmen ilgisi yine yüksekti. Bu başlıbaşına bir umut oluyor geleceğimiz için. Avrupa’da seçimlere katılma oranları düşerken, bizde oranlar hep yüksek oluyor. Seçmenin ülke sorunlarına duyarlı olmasını alkışlamalıyız.
Ayrıca, seçmenin bir kısmının sivil insiyatiflerde örgütlenerek, oy kullanma ve sayım sürecinde sandıklara sahip çıkma çabasının büyük oranda etkili olması da sevindiriciydi. “Oy ve Ötesi” veya benzeri insiyatifler, sandık başında moral açıdan da üstünlük sağladı. Seçim sonuçları hakkındaki tartışmalar oldukça azaldı.
7 Haziran Seçimi demokratik mi?
Demokratik bir seçim yapılıp yapılmadığı konusu tartışıldığında, çağımıza ve AB adayı bir ülkeye hiç yakışmayan bir seçim komedisiyle karşılaşıyoruz. 12 Eylül’den kalma antidemokratik siyasi partiler ve seçim yasaları ile %10 seçim barajı bir yana, AKP tarafından, pişkince seçim sonuçlarını yönlendirme çabalarına girişilmesi, beklenen olmakla birlikte, çok rahatsız edici boyutlardaydı. Beklenebilirdi diyoruz; çünkü, gerçekten AKP ve Tayyip Erdoğan seçimleri kazanmaya mahkumdular. Bu partinin en üst kademesinden en alt kademesine kadar neredeyse bütün üyeleri yolsuzluk ilişkilerine bulaşmışsa veya görüp de bunlara ses çıkarmıyorsa, buna şaşmamak gerekir.
Herkes tanık oldu ki, seçim sonuçlarını kendi lehlerine çevirmek için yaptıkları çok kabacaydı. Hem devletin bütün olanaklarını ölçüsüzce kullandılar, hem de tarafsız olmaya yemin etmiş bir cumhurbaşkanı vasıtasıyla iki koldan parti propagandası yürüttüler. Sahte açılış törenlerini, seçim mitinglerine çevirerek, muhalefet partilerine saldırdılar. Tüm halkın vergileriyle yayın faaliyeti yürüten ve tarafsız olmakla yükümlü TRT de, iktidar partisi ve Cumhurbaşkanı tarafından işlenen suçlara ortak olarak, iktidar partisinin borazanı gibi çalıştı. Havuz medyası diye de adlandırılan yandaş medya, sadece iktidarın bir aparatı olarak tek yanlı olarak kamuoyu oluşturma çabasına girişti. Yandaş olmayan medya ise, çeşitli baskılarla sindirilmeye çalışıldı. Sosyal medya, sansür ve yasaklarla susturulmak istendi. Yargı ve kolluk güçleri ise, muhalifler üzerinde bir tehdit aracı olarak kullanıldı.
AKP nasıl bir parti?
Bu AKP, neoliberal soygun düzeninin Ortadoğu’ya bir çeki düzen vermesi amacıyla üretilmiş, bu coğrafyadaki dindar toplulukları da radikal gruplardan ayırıp düzenin sınırları içinde kullanmayı sağlayabilecek bir parti olarak siyasal yaşamımıza eklemlendirildi. Demokrasi kültürünü geliştirememiş bir ülkenin sözde liberalleri tarafından da desteklenmiş olan bu proje, giderek genişleyen bir kamuoyu desteği de elde etti.
Bizim de içinde bulunduğumuz Türkiye solu, ilk günden başlayarak, AKP’nin gerçek yüzünü göstermeye çalıştı, AKP adı altında kurulan iktidarın; liberallerin ve milliyetçilerin de içinde yer aldığı; çok sayıda cemaatin de ittifak ettiği; İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde kendini var etmiş bir grubun başını çektiği ana amacı soygun olan bir koalisyon hükümeti olduğu çok kez dile getirildi: Türkiye bu iktidar zamanında, tarihinin en büyük soygununu yaşadı. Cumhuriyetin maddi manevi bütün kazanımları elden çıkarıldı. Aile yakınları ve yandaşlar zenginleştirildi. Anadolu burjuvazisi diye adlandırılan, cemaat ve feodal ilişkilerini aşamamış bir kısım sermayedar palazlandırıldı. Halk yoksul ve işsiz bırakıldı.
Ah şu liberaller!
Bu arada liberaller ne yaptı dersiniz; AKP’nin, bugün ülkenin en büyük sorunu haline dönüşmesinde liberallerin büyük katkısı olmuştur. AKP’yle karşılıklı etkileşme sonucu, ortak bir üslup da geliştirildi. Neoliberal dönemin önemli bir göstergesi ve tuzağı bu dönemin bireyci anlayışların ve bireyin özgürleşmesi olarak pazarlanmasıydı. Bu, büyük oranda başarılı oldu. Bireyci anlayışlar, sömürücü ve ayrıştırıcı politikalar kadar üsluba da yansıdı. Sözde ayrımcılığa ve ötekileştirmeye karşı olan liberallerin, bizzat kendilerinin geliştirdikleri ayrımcı, aşağılayıcı, alaya alıcı, küçümseyici ve ötekileştirici üslupları, AKP’nin özel olarak da Tayyip Erdoğan’ın anlayışı ve üslubuyla birleşti. Liberallerin, dün AKP’ye destek olmak amacıyla geliştirdikleri CHP karşıtlığı, AKP’yi savunacak yüzleri olmamasına rağmen bir takıntı şeklinde bugün de sürmektedir. Ne hikmetse, AKP ne yanlış yaparsa yapsın, CHP’nin yanlışı diye ifade edilenlerin daha öne çıkarılmasından kaçınmamaktadırlar. Geçmişte AKP’yi daha demokrat ve özgürlükçü görenler, bu nitelemeyi katiyen CHP’ye yakıştıramamaktadırlar. Ve maalesef, farklı yöntemlerle de olsa, sol karşıtlığına, demokrasi ve özgürlükçü anlayışlara düşman olanlara güç vermeye devam etmektedirler. Şimdi açıktan savunamadıkları AKP’ye, CHP’ye yönettikleri suçlamaların hiçbirini yönlendirmeye gönülleri elvermemektedir. Sanırım, Tayyip Erdoğan’ı ve AKP’yi suçlamadan önce asıl kendileriyle yüzleşmesi ve özeleştiri yapması gerekenler liberallerdir.
Liberallerin, kendilerini aklamaya yönelik olarak, “ama AKP geçmişte şu şu reformları yaptı” diye, göstermeye çalıştıkları uygulamalar, sadece yapılan soygunun üstünü örtmeye ve iktidarı güçlendirmeye yönelik sahte adımlardı. İdari anlamda, AB reformları adı altında çıkarılan yasalardan, hak hukuk tanımaz, anayasayı askıya almış, yargıyı ve medyayı kendine bağlamış bir diktatörlüğe geldik. Ekonomik anlamda, Türkiye’yi büyütüyoruz diye, ekonomik işleyişe soktukları tüm varlıkları üzerlerine geçirdiler. Sağlık reformu diye, sağlığı paralı hale getirip, halkı bir de orada soydular. Sosyal devleti yok edip, sadaka devleti oluşturdular.
Biz bunlara ilk günden beri dikkat çekmemize rağmen, liberallerin, “bunlar darbeci, vesayetçi” suçlamalarına maruz kaldık. Bazıları hatalarında ısrar etse de, neyse ki birçok AKP destekçisi bugün gerçeği gördü. 7 Haziran seçimleri de bunun bir göstergesi. Seçimin en önemli kazanımı, diktatörlüğe “dur” denilmiş olmasıdır. Güzel bir seçim kampanyası sürdüren, dar gelirlilerden yana bir seçim bildirgesiyle göz dolduran CHP’nin daha başarılı sonuçlar alması beklenirdi. Ama CHP’ye oy veren seçmenler, partilerinin başarılı olmasıyla, HDP’nin baraj altında kalması yüzünden devam edecek olan AKP diktatörlüğü tehlikesi arasında kaldı. Bu nedenle önemli oranda CHP seçmeni HDP için oy kullandı.
MHP ne yapıyor?
Merkez sağdaki boşluk sürüyor. Önceleri bu bölgeye, AKP talip idi. Ama son yıllarda bünyesindeki milliyetçi oyları koruma adına radikalleşmesi, onu merkez sağdan uzaklaştırdı. Şimdi hem AKP, hem de MHP milliyetçi sağı temsil etme çabasında. Bu iki partinin birlikte, bir milliyetçi cephe hükümetinde buluşması, merkez sağdaki boşluğu uzun süre boş bırakabilir. Halbuki, AKP kadar MHP de merkez sağ konusunda bir beklentiye sahipti. Şimdi ise, milliyetçi politikalarla birbirlerinin tabanlarını oyma çabası içindeler.
MHP, CHP ve HDP ile bir koalisyona girerek, yolsuzluk şaibeleri nedeniyle oldukça hırpalanmış AKP tabanından oy toplayabilirdi. İnsiyatifi AKP’ye kaptırması durumunda aynı avantaja AKP’nin sahip olması kaçınılmaz. Bu durumda MHP’nin oylarını arttırması bir yana, oyların önemli oranda azalması bile beklenmeli. MHP’nin, seçimden sonra abartılı HDP karşıtlığı sergilemesi ve son meclis başkanı seçimindeki tarihsel hatası, oy oranında azalma ihtimalini güçlendirmiştir.
Mücadeleye hazır olalım
Onarım sürecini yönetecek hükümet arayışları süre dursun. demokrasi güçlerinin, Gezi Direnişi sürecinin felsefesi doğrultusunda ve ışığı altında, bir araya gelmesi ve diktatörlükle mücadeledeki kararlılığını açıklaması gerekmektedir. Demokrasi ve özgürlük mücadelesi sadece siyasi partilerin niyetlerine ve çabalarına terk edilemez. İyi niyetle (!) yürütülen çabalara rağmen, diktatörlüğün çok kolay pes edeceğini düşünmemek lazım. Ayak oyunları ve entrikalar yoluyla; olmadı, açıktan bir darbe ile diktatörlüğün devamlılığını sağlama yoluna gidebilirler. Gerekiyorsa iç savaş veya komşularımızla savaşı bile bu yolda kullanabilirler. Siyasi farklılıklarımızı öne çıkarıp didişmek yerine, demokrasi ve özgürlükleri güvenceye alma yönündeki sorumluluğumuzun gereğini yapmalıyız.
Barış Bloku
AKP iktidarı döneminde elde ettikleri kazanımları kaybetmek istemeyenlerin her yolu deneyeceklerini ifade ediyorduk. Bunlardan birisi de ülkemizin tehlikeli maceralara sürüklenmesi çabasıdır. Diktatörlüklerin fıtratında zaten savaşçılık, şahinlik, saldırganlık vardır. Ama ayrıca iktidarını sürdürmek isteyenlerin de bu yöntemleri kullanmak isteyecekleri unutulmamalıdır. Komşularımızla ilişkilerimizi geliştirmek, ticari ve kültürel işbirlikleri kurmak yerine çatışmayı tercih etmek, ülkemize ve halkımıza felaket üstüne felaket açacaktır. Her zaman söylüyoruz, savaş, gözyaşı, kan ve ölüm demektir. Savaş daha çok yoksulluk ve işsizlik demektir. Savaş felakettir. Ne amaçla olursa olsun, diktatörlük tarafından hazırlanan savaş girişimlerine karşı çıkılmalıdır. Bu çerçevede, siyasi partilerin, sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının bir Barış Bloku bünyesinde bir araya gelmesi, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin geleceği açısından da bizi sevindirmiştir.
Barış Bloku 10 Temmuz’da çok sayıda, siyasi parti, sendika ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla, bir basın açıklamasıyla oluşturuldu. Herkesi heyecanlandıran bu çalışma, eğer yine siyasetlerin birbirini istismar ettikleri bir platforma dönüşmezse yararlı olacaktır. Barış konusu, sosyal demokrasinin de ana ilkelerinden birisidir. CHP’li milletvekilleri ve SODEV de bu ilke çerçevesinde bu blokta yer almayı bir görev bilmiştir. Ama hem Kürt siyasetinin, hem de Kürt siyaseti ile birlikte çalışan bazı sol siyasetlerin, çoğunlukla olduğu gibi, sosyal demokratları küçümseme, ciddiye almama, daha sonra da istismar etme anlayışları yine baskın olursa bu barış hareketinden de arzu edilen yarar sağlanamaz. Bunun bazı ön emareleri görünse bile biz yine aklıselimin galip geleceğini düşünmek istiyoruz. Barış, insan olmanın, çağdaş olmanın gereği olarak savunulmalı. Yoksa kendi siyasetinin çıkarları gereği davranıyorsanız, yani size zarar verecek olan savaşa karşı durup da, lehinize olabilecek bir savaş destek veriyorsanız, yani kategorik olarak, savaşı insanlığın felaketi olarak yorumlamıyorsanız, sizin barışı tesis etmeniz çok zordur. Barış, siyasi ve konjonktürel gelişmelerden ve beklentilerden ayrı olarak ele alınmalıdır. Siyasi saiklerle savunacağınız barışın inandırıcılığı olmaz ve barış yolunda en geniş çevrenin desteğini alamazsınız.
Hangi hükümet?
Acilen demokrasi ve özgürlükleri güvence altına alacak bir hükümet ihtiyacını gidermek için çaba göstermek yerine meleklerin cinsiyetini tartışmayla vakit öldürmenin anlaşılabilir tarafı yok. Laf değil, diktatörlükle mücadele ediyoruz. Çoğu kimse bunun farkında olmadığını sanıyorum. Açıktan bir faşist rejim kurulmasını mı bekliyoruz? Yani, polis kendi kapımıza dayanınca aklımız başımıza gelecek. Kimseyi ayrı tutma lüksümüz yok. Demokrasi ve özgürlükler için kimler aynı safta buluşuyorsa, başımızın üstünde yeri var. Bahaneler ileri sürerek güçbirliğine sekte vuranlar veya güçbirliğinden kaçınanlar, diktatörlüğe kan taşıyor demektir.
Burada sözkonusu olan, partilerin kendi ideolojik görüşleri çerçevesinde oluşturulacak bir hükümet programı değil, ortak görüşleri doğrultusunda oluşturulacak bir onarım programıdır. AKP tarafından çıkarılmış antidemokratik yasaların iptali, demokrasi ve özgürlükler yönünde adımlar atılması, yolsuzluklar hakkında soruşturmaların başlatılması ve dar gelirlilerin biraz olsun nefes almasını sağlayacak tedbirler, bu programın temelini oluşturur. Her ne formülle olursa olsun, diktatörlüğün alternatifi bir hükümet kurulamaması durumunda, diktatörlük çok daha etkin iktidarını kalıcı kılacaktır.
MHP, seçimler sonrasında, çok kötü ve tehlikeli bir üslup ve politika izlemeye başlasa da, seçimlerde; diğer muhalefet partileri gibi; AKP politikalarının halkın çıkarlarına aykırı olduğunu, halkı daha çok yoksullaştırdığını ve işsiz bıraktığını dile getirerek halktan oy istemiştir. AKP’ye karşı yürütülecek mücadelede, MHP’nin de katkısının alınmasına ihtiyaç vardır ve bu yolda çaba gösterilmelidir. Onarım programı çerçevesinde kurulacak her hükümet, hatta AKP’li hükümetler bile, diktatörlüğün geriletilmesine katkı yapar.
Sorumluluk
Muhalefet partilerinin, seçim sonuçlarıyla elde ettikleri veya elde ettiğini sandıkları başarıyı, kalıcı hale getirebilmeleri için, herbiri ayrı ayrı sorumlulukları gereğini yapmalıdır. Her ne kadar, TBMM seçiminde, sürecin doğru yönetilememesi nedeniyle, önemli bir kazanımdan yoksun kalınsa da, halka verdikleri sözler dikkate alınarak, muhalefet partilerinin, hem hükümet kurulması sürecinde hem de parlamento çalışmalarında ortak hareket etmelerinin ortamı hazırlanmalıdır. Eğer gerçekten soygun düzeninden, yolsuzluklardan, antidemokratik ve baskıcı yönetimlerden, toplumun kutuplaştırılmasından, dış politikadaki başarısızlıklardan, yoksulluk ve işsizlikten, laiklikten uzaklaşılmasından; kadına karşı şiddetin her geçen gün artmasından; yargının iktidarın kontrolüne girmesinden; medyanın baskıyla işlevsiz hale getirilmesinden ve bir korku devleti oluşturulmasından rahatsızsalar, pazarlıklarla, kaprislerle, şantajlarla, tehditlerle kendi partilerinin çıkarını ön plana alma yerine, kısa bir programda anlaşır ve onarım sürecini başlatırlar.
CHP, seçim kampanyası sürecinde gösterdiği akılcı ve başarılı duruşu, seçim sonrasında gösterebiliyor mu? Meclis Başkanlığı seçimi sürecinin iyi yönetilebildiğini söylemek zor. MHP’nin yanlış yapabileceği varsayılıp, gerekli önlemler alınabilirdi diye düşünüyorum. Ama onun dışında, CHP yeni olumlu ve sorumlu adımlara imza atıyor. Hükümet ortağı olması durumunda belli sürelerde hangi iş programını izleyeceğini açıklaması önemliydi. Ayrıca 70 maddelik bir demokrasi paketi hazırlamış olması da bizi heyecanlandırdı. Şimdi de, ne tür olumsuz gelişmeler olursa olsun, yine de demokratikleşme ve yolsuzluk soruşturmaları gibi konularda etkili olacağı bir hükümet arayışı zorlamalı.
Çözüm Süreci
Çözüm Süreci, AKP iktidarının bolca istismar ettiği bir süreçti. Şimdi MHP’nin itirazları nedeniyle yine gündemde. MHP, Çözüm Süreci’ni bahane ederek her türlü işbirliğinden kaçınıyor. Çözüm Süreci olmasaydı, işbirliğine açık bir ortak olabilir miydi? Sanmıyorum. MHP’nin fıtratında şoven, saldırgan, demokrasi karşıtı, özgürlükler ve farklılıklar düşmanı bir karakter yatıyor. Ama bence, yine de ona kullanacağı bu enstrüman verilmeyebilirdi.
Çözüm Süreci’ne, MHP’nin kaygılarından çok farklı kaygılarla biz de karşı çıktık. Biliyorduk ki AKP, kapalı kapılar arkasında sürdürdüğü bu süreci, sadece kendi çıkarları açısından istismar etmek için sürdürüyor. Çözüm Süreci bir iç barışı hedefliyorsa bu barış, kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarla oluşturulacak, kağıt üstünde bir anlaşma ile sağlanamaz. İçerde çeşitli vaadlerde bulunacaksın, dışarıda zehir zemberek şoven, ayrımcı, provokatif bir dille kamuoyunu düşman kamplara böleceksin.
İç barışın sağlanması elbette, adına ne derseniz deyin (Çözüm Süreci demek şart değil), siyasi görüşmelerden ve düzenlemelerden geçmektedir. Ama aynı zamanda, kamuoyunu da bu doğrultuda hazırlamak zorunluluğuyla karşı karşıyasınız. Çözüm Süreci adı verilen bu çalışma bugün çöktüyse, yanlış temeller üzerinde yürütüldüğünden çökmüştür. Kamuoyu ve Türkiye’nin farklılıkları bu çalışmalara ortak edilseydi, bu çalışmadan bu kadar kolay vazgeçilemezdi veya siyasi atraksiyonlara alet edilemezdi. Bu nedenle, Çözüm Süreci’nde ısrarlı olmak bir yana, yanlış yürütülen bu çalışmadan tümüyle vazgeçilmesinde yarar vardır.
Bu sürecin hiç mi yararı olmamıştır? Tabii iki, en azından konuşulması ve meşruiyetini kazanması açısından yararlı olmuştur. Ama bugün koalisyon görüşmeleri için pazarlık amacıyla öne sürülebilecek bir kazanım getirememiştir. İç barışı sağlama girişimleri çok daha sağlam temeller üzerinden, çok daha geniş çevreyi ortak ederek yürütülmelidir.
Sözü edilen onarım hükümeti oluşturulması istemleri arasında, olumlu veya olumsuz şekilde “Çözüm Süreci” teriminin yer alması veya tartışma konusu yapılması anlamsızdır. Mesele üzüm yemek mi, bağcı dövmek mi? Kurulması istenen bir onarım hükümeti programında ister istemez yer alacak olan demokratikleşme konusu, zaten iç barışın tesisi yönünde de önemli adımların atılmasını sağlayacaktır. Kısır tartışmalar yerine bir onarım hükümeti kurulması yönünde daha uzlaşmacı tavırlar almanın hayati derecede bir önemi vardır. Zira, kurulacak Milliyetçi Cephe benzeri bir hükümetle ülkemiz çok daha derin acıların içine itilebilir.
*Erol Kızılelma,
SODEV Başkanı,
ekizilelma@hotmail.com