ehit-Beyazıt-Çeken-1

Erol Kızılelma – Kavanoz Dipli Dünya; Kimine Kavun, Kimine Kelek Meselesi…

Erol Kızılelma Neoliberal çılgınlığın dünyayı nerelere getirdiğini gördünüz. Yaşlı dünyamız şimdi yoksul/zengin zıtlığının en uç noktalarında. Gelirler arasındaki uçurum o boyutlara ulaştı ki, dünyanın bunu taşıyabilmesi olanaksız. Bu hastalık, zaten bünyede oluşturduğu çeşitli komplikasyonlarla kendini belli ediyor. 21. yüzyılda daha demokratik, daha özgürlükçü, daha eşitlikçi, daha adaletli bir dünya olacağına, aksine çok daha kötü bir dünya ile karşı karşıyayız. Anlayacağınız; gelişme değil aksine felaket boyutlarında bir kötüleşme var. Zenginlerin çok daha zenginleşmesi, vahşilik boyutlarında. O kadar ki, artık zenginler bile bundan ürkmeye başladılar. Ali Koç boşuna o uyarılarda bulunmuyor.

Bu vahşi sömürünün bir karşı tepki oluşturması endişesi, sömürülenlerin başkaldırısının önlenmesi ve onların daha kolay nasıl yönetilebileceği arayışlarına yol açıyor. Bölgesel savaşlar, terörist akımların çoğalması, dinlerin toplum yaşamındaki etkilerinin artması, bu hastalığın komplikasyonlarından bazıları. Çare olarak öne sürülen de, Arap Baharı yutturmacaları, otoriter yönetimlerin oluşması, aşırı sağın yükselişi. Bu arada, hepimizin hayallerini süsleyen, bizler için bir ütopya olan Avrupa Birliği’nin durumuna bakar mısınız? Bir yandan kendi içinde otoriter eğilimlerle baş edemez, ırkçı yaklaşımları önleyemez durumda; bir yandan da diktatörlük denemesi yapan ülkelerle (söz meclisten dışarı) çıkar işbirliği yaparak ikiyüzlü bir görüntü veriyor.

Sürecin yönetimi

Hasta dünyanın ateşi en çok yükselen ülkelerinden birisi Türkiye. Neoliberalizmin sömürüsü, belki de en çok bizim ülkemizde kendini hissettirdi. Gelirler arasındaki aşırı adaletsizlik kadar, yolsuzluk ve rüşvetin de bir zenginleşme aracı olarak etkin olması, ülkeyi yönetilemez noktaya getirdi. Her ülkede yönetenlerin, aynı zamanda ülkenin soyulmasından da şaibeli olması, bunların doğal olarak tehlikeli arayışlara girmelerine yol açar. Türkiye’de de Gezi olaylarından sonra, korkunun da etkisiyle, giderek artan bir ivme ile otoriterleşme yani demokrasiden uzaklaşma başladı.

Siyasetimizin bu süreci sağlıklı tahlil ettiği ve yönettiği söylenemez. Saldırgan, savaşçı ve soygun politikaları ile bağıra bağıra gelen diktatörlüğü geriletme konusunda iyi sınav verilemedi. Hatta AKP iktidarının güçlenmesine katkı veren işbirliklerine girilmesinin öz eleştirisi de henüz verilmedi. Siyasetimiz derken, siyasi partiler kadar, entelektüellerimiz ve sivil toplum örgütlenmeleri de bu değerlendirmenin içinde.

Siyasal çevrelerin, birlikte mücadeleyi yükselterek otoriterleşmeyi geriletmesi mümkün olmadı. Özellikle sol siyasetimiz geleneğinde farklılıkların birlikte mücadelesi örneği görülmediğinden; daha çok ayrıştırıcı olan, birbirini küçümseme, aşağılama, alay etme yöntemleri öne çıktı.

HDP kanadı ise, en çok kendini irdelemesi ve -her parti gibi- derin bir özeleştiri yapması gereken kesim. AKP iktidarı sürecinin, bir diktatörlüğe doğru yürüdüğünü görememesini ve geniş bir demokrasi cephesi oluşturulamamasındaki sorumluluğunu sorgulamalı. Bana göre HDP, konjonktürün bir dönem kendisinden yana esen rüzgarlarına kanarak veya güvenerek, kendi politikaları etrafında oluşacak güçbirlikleri ile AKP’yi dize getirebileceği veya uzlaşmaya zorlayabileceği hayaline kapıldı. Barış Bloku girişimi ve sürdürülememesi, bunun en yakın örneği. HDP’nin, kendi politikalarını dayatmak yerine, özellikle CHP ile barışın sağlanması ve demokrasinin geliştirilmesi konularında işbirliğini geliştirmesi zorunlu gibi gözüküyor.

CHP ve sosyal demokrasi

Yerli yersiz en çok eleştirilen CHP’nin sorunları biliniyor. İleri sürdüğü çözüm önerileri ve politikalardan daha çok inandırıcılığı ve samimiyeti sorgulanıyor. Bu politikaların belirlenme sürecinde katılımın yeterice sağlanmasına çaba gösterilmemesi eleştiriliyor. Yani anlayacağınız, partinin sosyal demokrat parti olamamasının sonuçları görülüyor ve dolayısıyla parti içi demokrasi ihtiyacının giderilememesi tepki çekiyor. Bu nedenle partinin, hem ideolojik olarak netleşmesi hem de iç yapılanmasını dışa dönük etkinliğini arttıracak şekilde yenilemesi zorunlu.

CHP, Baykal’ın sürekli genel başkan (GB) kalabileceği düşüncesiyle dizayn edilmiş bir tüzükle, iç işleyişinde demokrasiyi ve katılımcılığı kaybetti. Baykal sonrasında da, bu işleyişin değiştirilmesi yönünde inandırıcı bir çaba harcandığı söylenemez. Uygulamada parti meclisi (PM) işlevsiz kılındığından ve MYK‘da bir kurum görüntüsü bulunmadığından, doğal olarak GB tek etkili ve yetkili kişi durumunda. Mevcut MYK, GB’nin belirlediği ve istediğinde görevden alabileceği yardımcılarından oluşuyor. Bunun bir kurul olduğunu iddia etmek mümkün değil. Bu yapılanma, GB’yi aynı zamanda değiştirilemez kılıyor. Böyle bir parti yapılanmasında, yeni liderlerin yetişmesi, yeni politikaların üretilmesi, iç işleyişinin partiyi denetlemesi mümkün olamaz. CHP Genel Başkanı tarafından, bir yıl içinde yapılması öngörülen tüzük kurultayı, parti için son şans gibi görülüyor.

Yeni tüzük kurultayı ile parti dikey yapılanması mahalle örgütlerine kadar indirilmeli ve yatay örgütlenme ile partinin farklı toplumsal kesimlere ulaşması sağlanabilmelidir. Çok yetkili GB yerine görevini kurullarla paylaşan bir GB, sosyal demokrat bir parti yapılanması için daha uygun düşmektedir. Parti örgütünün tüzük kurultayına iyi hazırlanması, daha doğrusu ona bu hakkın tanınması gerekmektedir. Demokrasi ve özgürlükler için verilecek olan mücadelede, bu kavram ve süreçlerin öncüsü ve örgütleyicisi olacak olan CHP’nin, doğal olarak kendi içinde de demokrasiyi işletmesi bekleniyor.

Fikir ve ifade özgürlüğü yoksa demokrasi de yoktur

Otoriterleşen AKP iktidarının en çok tepki çeken yanı, düşünce ve ifade özgürlüğü konusundaki hoşgörüsüz ve acımasız tavrı. Kendi politikalarını mutlak doğru kabul edip, kendisi gibi düşünmeyen herkesi hain ilan etmesi ve yok etmek üzere saldırması, demokratik olduğu öne sürülen bir ülke için düşünülemeyecek bir şey. AKP iktidarı, her gün bir başka olumsuzluğa imza atarak “yok artık, bu kadarı da olmaz” dedirtmekte. AKP iktidarının diye bahsi geçen uygulamalar, aslında sadece mevcut Cumhurbaşkanı’nın (CB) uygulamaları veya onun talimatıyla yapılanlar. Şeklen AKP iktidarda ama AKP’yi de ülkeyi de fiilen yöneten tek bir adam. Yani bütün iktidar tek elde. CB bu yetkiyi nereden alıyor? Yargılayıp mahkum ediyor, infazı da gerçekleştiriyor. Diğer kurumlar, göstermelik ve verilen kararları sadece kağıda geçirmekle görevli. Beğenirsiniz, beğenmezsinin, sokağa çıkma yasaklarının son bulması, ölümlerin durması talebiyle “Suça ortak olmayacağız” bildirisine imza atan ve görüşlerini açıklayan akademisyenlere, CB tarafından her türlü hakaret yapıldı. CB’nin uyarmasıyla savcılıklarca bu akademisyenler hakkında soruşturmalar başlatıldı. Hatta bazı işgüzar savcılar, bölgelerindeki akademisyenleri gözaltına aldı. Ürpermemek, ürkmemek elde değil. Ancak Hitler Almanya’sında görülebilecek bir durum. Ne yazık ki, sözde demokrasimizde CB gibi düşünmeyenlere hayat hakkı yok. Her düşünceden muhalifleri bekleyen, CB tarafından azarlanmak, hakaret görmek; bir cadı avı sonucu en azından işini gücünü kaybetmek; hainlikle, dinsizlikle suçlanmak; tehdit edilmek; tutuklanmak ve sorgusuz sualsiz yıllarca hapiste kalmak. Bize düşen de, bu duruma pabuç bırakmamak. Bir araya geleceğiz, birlikte tepki göstereceğiz. Sosyal Demokrasi Vakfı’nın İnsan Hakları, Demokrasi, Barış ve Dayanışma Ödülü’nün bu yıl Can Dündar ve Erdem Gül ile Tahir Elçi’ye verilmiş olması, bu açıdan çok önemli. Bu dayanışmayı yükseltmeliyiz.

Laiklik, sil baştan…

Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kuruluş ilkelerinden birisi. Aynı zamanda demokrasinin de olmazsa olmazı. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte bütün dünyada daha da etkinleşen neoliberal akımlar ve postmodernizm, Özal dönemiyle birlikte Türkiye’de de etkin olmaya başladı. Bu liberal furyada, kendi değerlerine sahip olma çabasındaki herkes dinozorlukla suçlandı. Bireyi öne çıkarıp, bireyin özgürleşmesi adına örgütlülükleri yok ettiler. Aydınlanmanın getirdiği bütün kazanımları, neoliberal soygun düzeninin çıkarları doğrultusunda yok etmek istediler. Bu kazanımlardan en önemlisi olan laikliği savunanları aşağıladılar, “laikçiler” diye küçümsediler, onları inançlara saygısızlıkla hatta faşistlikle suçladılar. Birçok kişi, inançlara ve inananlara saygısızlık mı yapıyorum acaba, korkusuyla laiklik karşıtlarının ekmeğine yağ sürdü. Aslında tehlikeli olan, inançlar ve inananlar değil bu inançların insanlar üstünde tahakküm kurması idi. Laiklik, bu tahakkümün engellenmesi ve inananların inançlarını serbestçe yaşaması anlamında önemliydi. Laikliği zayıflatarak, inançların tahakkümündeki bir toplumu daha kolay yönetebiliriz ve “özel olarak da soyabiliriz” anlayışı, dünyanın her yerinde yönetenlere cazip gelmiştir. Bu anlayış ülkemizde de destekçi buldu; bir kısım aydın da -bu liberallerin peşi sıra- laikliği savunanların üstüne üstüne gitti. Birçok insan laikliği savunmaktan ürktü, utandı. Laikliği savunmak, laikliğin içini boşaltıp onu bir din gibi benimseyenlere kaldı. Bu da, elbette laikliğin tahrip edilmesine katkı yaptı. Ama neoliberalizm her alanda duvara tosladığı gibi, laiklik konusunda ileri sürülen tezler de iflas etti. Esasen “ılımlı İslam” yaratma projesi de bunlardan biri.

Neoliberalizmin altüst ettiği dünya, bir de dinci terör örgütleri marifetiyle kaosa sürüklendi. Ortadoğu’da şekillenen politikalar, bu bölgeyi emperyalizmin kontrolünde kışkırtılan bir mezhepler savaşına sürükledi. İş çığırından çıktı. Uygar dünya hiç alışık olmadığı bir dinci terör ve onun sebep olduğu göçmen dalgası ve felaketiyle karşı karşıya kaldı. Daha önce liberallerin tuzağına düşen aydınlar ve politikacılar, şimdi şimdi laikliğin önemini anlamaya, laiklikten uzaklaşmanın bedellerinin neler olacağını görmeye başladılar. Ülkemizde de, dini argümanlarla politikanın şekillendirilmek, toplum yapısının dönüştürülmek istenmesi, -şimdi laikliği yeniden tesis etmenin uzun yıllar alacağı bilinmesine rağmen- hiç olmazsa laikliğin öneminin vurgulanarak sahip çıkılmasına yaradı.

Şimdi biliyoruz ki, demokrasi ve özgürlükler için vereceğimiz mücadele, laikliğin ortadan kalktığı bir dünyada mümkün değildir. Bu durumun ayırdına varmakla, demokrasi ve özgürlük savaşçıları güçlerine önemli oranda güç katmış olmaktadır.

*Erol Kızılelma,
SODEV Başkanı,
ekizilelma@hotmail.com