15 Temmuz kanlı darbe girişimi sonrasında ortaya dökülen kirli çamaşırlara çok şaşırdığımız söylenemez. Ayrıca, AKP iktidarının şaşırdığını söylemesi de kabul edilemez. Yok efendim, aldatılmışlarmış. Hadi, FETÖ örgütü ile ilgili söylenenlerin hepsi inandırıcı olmasa da, Türkiye’nin büyük bir bela ile karşı karşıya kalmış olduğu konusunda hemfikiriz diyelim. Ama bu belanın Türkiye’nin başına nasıl sarıldığı konusunda AKP iktidarının kendini kolay kolay aklayamayacağı da bir gerçektir
Geçmişte 1990’lı hatta 1980’li yıllardan önceleri de, özellikle sağ partilerin cemaatlerle flörtten çıkar umdukları biliniyordu. Bazı cemaatler birden fazla siyasi parti ile ilişkisini sürdürür, o partilerden milletvekili kontenjanı alırdı. Sağ siyasi partiler, 1960’tan sonra sol siyasetle tanışmış olan Türkiye’de, halkın sola kayması tehlikesini, cemaatlerin kontrol ettikleri oylarla giderme telaşına düşmüşlerdi. Bir kısmı komünizmi önleme dernekleri şeklinde de görünür hale gelen cemaatler, halkın uyanışı önünde gerçek bir baraj oluşturabiliyordu. Cumhuriyet kurucularının tarikat ve cemaatleri yasaklamasındaki hikmeti de bir kez daha anlamış oluyoruz.
AKP’nin bu çıkmazdan kendisine nasıl bir yol bulacağı büyük bir bilinmezdir. Daha doğrusu, kuruluşunda AKP’nin temel ayaklarından birisini oluşturan cemaatlerin devre dışı bırakılması olasılığı gerçekçi midir? Yoksa AKP’nin, halkın gözünden gizleyemeyeceği bu gerçek ile yaşayıp yaşayamayacağı sorusunun cevabı belli mi? Görülüyor ki, karizması kendinden menkul bir liderlik aracılığıyla kurduğu baskı sayesinde iktidarını sürdürüyor, bir süre daha sürdürecek.
AKP’nin 12 Eylül darbesi ürünü olduğunu söyleyegeldik. Asıl amaçları soygun düzenini sürdürmek de olsa, Türk-İslam sentezinin çocuğu bir siyasi hareket görüntüsü oluşturuyor. Çünkü iktidarının ilk yıllarında AKP, ayakta kalma korkusu ve AB’nin desteğine olan ihtiyacı nedeniyle, demokrat çevrelerin taleplerine de sıcak bakar gibi davranmıştı. O kadar ki, AB ülkeleri siyasi çevrelerinin neredeyse tamamı tarafından Türkiye’nin gerçek sosyal demokrat partisi gibi görülmeye başlamıştı. Türkiyeli sosyal demokratlar AKP’nin gerçek yüzünü göstermek amacıyla çırpınıp durdular. Bu arada çok yakından bildiğim için, SODEV’in (Sosyal Demokrasi Vakfı) Avrupalı parlamenterlere tek tek ulaşma çabalarının da hakkını vermek isterim.
AKP’nin Türkiye’nin başına gelmesinin, Cumhuriyetin ve demokrasinin geleceği, ülkenin bütünlüğünün sürdürülebilmesi ve halkın esenliği açısından çok büyük riskler taşıdığı, çok geç olsa da, daha önce AKP’ye destek vermiş birçok çevre tarafından da görüldü. Ama bu aymazlıktan vazgeçilmesinin, halkın ödemeye devam ettiği faturanın azaltılmasına yetmeyeceği aşikar. Ülkede had safhaya varmış bir kutuplaşma, tek tek fertlerde görülen lider özentili şiddet eğilimleri, ülkenin güvenlikçi politikalar nedeniyle kaynaklarını çarçur etmesi, her gün içimizi karartan şehit cenazeleri, isimleri ve sayıları bilinemeyen vatan evlatlarının kaybı, özlem duyduğumuz demokrasinin giderek bizden uzaklaşması, ekonomik açıdan ertelenen bir felaketin gelecek nesillere fatura edilecek olması, AKP iktidarının, ilk çırpıda sayabileceğimiz maliyeti.
FETÖ depreminin artçı sarsıntıları sürüyor
FETÖ darbe girişimini fırsat bilerek, tüm muhaliflerinden hukuksuz şekilde kurtulma çabası, toplumumuzda var olan huzursuzluğu daha da arttıracaktır. Eğitim-Sen üyesi öğretmenleri büyük sayılarda görevlerinden uzaklaştırma, aileleri ile birlikte mağdur etme kararı açık bir insan ihlalidir. Ama işin üzücü yanı, bu on binlerce mağdurun hakkını arayacağı, başvuracağı bir kurumun bulunmamasıdır. Daha da üzücü olan ise, bu tasfiyelerle Türkiye eğitiminin çağdaş, bilimsel, laik, sorgulayıcı eğitimden uzaklaştırılmasının amaçlanmasıdır.
Türkiye öğretmen hareketi, ilerici-devrimci-yurtsever, onur duyduğumuz bir geleneğe ve geçmişe sahipti. AKP iktidarının böyle bir kimlikten rahatsız olması, tasfiye etmek istemesi anlaşılabilir bir şey. Ama Türkiye öğretmen hareketi de çağdışı, gerici, biatçı eğitim anlayışıyla mücadele için -aralarındaki farklılıklara saygı gösterip- bütünlüğünü korumalıydı. Maalesef, bizim sol dünyamızın çoğunda olduğu gibi, demokrasi kültürüne sahip olunmaması nedeniyle, farklılıklar ayrışma nedeni oldu ve öğretmen hareketi büyük güç kaybetti. Alan; iktidarın güdümünde, gerici ve yandaş öğretmen kuruluşlarına açıldı. Eğitim Sen ile Eğitim İş’in ayrışmasını, kimse kusura bakmasın hiç bir zaman anlayabilmiş değilim. İki taraf da birliğin sürdürülmesi anlayışı içinde olmadı. Şimdi Eğitim Sen’li öğretmenlerin tasfiyesini izliyoruz, gelecekte de Eğitim İş’li öğretmenlerin tasfiyesini izleyeceğiz.
OHAL durumu istismar edilip yargı kararı olmadan on binlerce yurttaşın, sivil veya asker, FETÖ’cü olsun olmasın, işlerinden uzaklaştırılması ve aileleriyle birlikte açlığa mahkum edilmeleri kıyım boyutlarına varmıştır. Demokratik bir hukuk devletiysek, bir an evvel 15 Temmuz kanlı darbe teşebbüsünün yarattığı psikolojiden arınıp hak ihlallerini sonlandırmalı, yapılan haksızlıkları telafi etmeliyiz.
Demokrasilerde sanıklar, sadece suçlandıkları konuda yargılanırlar. Bunun dışındaki hakları saklıdır. Yargılandıkları suç nedeniyle ailesine baskı yapılamaz, malına mülküne kanun dışı yöntemlerle el konulamaz, kendisine insanlık dışı uygulama ve işkence yapılamaz.
Öte yandan muhalif olarak tanınan yazar, gazeteci ve bilim insanlarının, yazı ve görüşlerinden dolayı gözaltına alınması veya tutuklanması da artık kabul edilemez, demokrasi dışı bir uygulamadır. Bütün dünyada, ülkemizin hızla demokrasiden uzaklaştığı algısını güçlendiren bu yanlıştan bir an evvel dönülüp, tüm muhalif düşünce insanlarının serbest bırakılması zorunludur.
FETÖ becerikliymiş. Önüne geleni kandırmış. Amma, bu kandırılanlardan iktidarda olanlar, “Allah affetsin” diyor kurtuluyor; diğerleri ise işini gücünü, evini barkını kaybediyor; mahkemelerde sürünüyor; hayatı kararıyor. Adalet mi bu? AKP’li Hayati Yazıcı da kalkmış, “bizde FETÖ’cü olmaz” diyor. FETÖ’yü yanına ortak diye alıp, ülkenin başına bela eden, 81 ilin 74’üne emniyet müdürü diye FETÖ’cüleri atayan, sınav soruları çalındı numarasıyla yıllarca devlet kadrolarını FETÖ’cülerin işgal etmesine göz yuman, daha doğrusu bu kadroları FETÖ’cülerle paylaşan sanki benmişim gibi.
Yargının da başı ve çözüm mözüm yok
Erdoğan, “Cumhurbaşkanı bu ülkede yasamanın, yürütmenin, yargının başıdır” demiş. Bu, bütün dünyanın hayretle karşılayacağı Türk usulü bir demokrasi demek. Demokrasilerde yargı diğer kuvvetlerden, yani yasama ve yürütmeden bağımsızdır. Cumhurbaşkanı, “ben idarenin başıyım” diyecek, Hükümet’i Saray’da toplayacak. Hükümet onun direktifleri ile çalışacak, sonra “ben yargının da başıyım” diyecek. Şimdi, idarenin yargılanması durumunda, yargının adil davranması beklenebilir mi?
Demokrasilerde, hükümete, Cumhurbaşkanına, hele idarede bu kadar müdahil ve etkin olan bir Cumhurbaşkanına bağlı bir yargı kabul edilemez. Yargı vatandaşı, idarenin uygulamaları karşısında da korumalıdır. Yargı, devlet karşısında bile tarafsız ve bağımsız olmalıdır.
Başbakan, “çözüm mözüm yok kardeşim” diyor. Sanki iktidarların görevi çözüm bulmak değilmiş gibi. O zaman o iktidarı neden işgal ediyorsunuz, diye sorarlar adama. Bu ülke çözümsüzlük nedeniyle her gün 3-5 şehit vermeye; çocukları asker – polis olanların aileleri yürekleri ağzında yaşamaya; kaynaklarını güvenlik hizmetlerine harcamaya devam mı edecek? Siz geçmişte “çözüm süreci” diye hem kendinizi hem halkı kandırmasaydınız, çözümü parlamentoda arasaydınız, başımıza gelen bunca felaketi yaşamaz, çözümsüz kalmazdık.
Tüm halkımızın ağır bedeller ödemesine ve sağ siyasetin bundan nemalanmasına rağmen, Kürt siyaseti bir türlü silahlı mücadeleyi ve terörü meşru bir mücadele biçimi olarak görmekten vazgeçemedi. Bu nedenle, HDP’li belediyelere yönelik şikayetler haklı olabilir. Ama buna karar verecek olan siyasi iktidar olamaz. İdari bir kararla, bir KHK ile çok sayıda seçilmiş yöneticinin görevlerinden uzaklaştırılması kabul edilemez. Bu konudaki suçlamaları araştırıp karar verecek olan yargı kurumu olmalıdır. Bu bölgedeki yöneticilerle ilgili iddialarınızda haklı olduğunuzu, özellikle o bölgelerdeki halka anlatabilmeli ve haklı olduğunuza ikna edebilmelisiniz. Bu da, ancak yargı kararlarıyla sağlanabilir. Eğer demokrasiden ebediyen uzaklaşmadıysak, sonuçta o kentlerin yöneticilerini o bölgenin halkı belirleyecek. Halkı da görevden alma veya yok etme yoluna gidemeyeceğinize göre, hak hukuk tanımayan uygulamaların çıkar yol olmadığının görülmesi lazım.
Siyasal İslam, cemaatler; mutabakat mı?
Siyasal İslam’ın iki fraksiyonu çıkar kavgasına girince, doğal olarak iktidarı da paylaşamadılar. Şimdilik biri diğerini tasfiye etti. Ama bu çatışmada hem devletin kurumları hem de demokrasimiz ağır tahribata uğradı. Siyasal İslam’ın etkinliği arttırma çabaları ise sürüyor. Dinin, politikaya ve toplumsal yaşama müdahalesinin meşru olduğu yolunda bir algı yerleştirilmeye çalışılıyor. Laikliğin önemini yadsıyanların kulağına küpe olsun. Bu durum, herhalde herkese Siyasal İslam’ın, yani siyasete soyunan dinin nasıl bir şey olduğunu öğretmiştir. Siyasal İslam esas gücünü cemaatlerden, tarikatlardan almaktadır. İnsanın istismarı bu oluşumlar aracılığıyla kolaylaşmaktadır. Dünyadaki örneklerinde de, siyasete soyunan dinde, sadece dinin ve insanın çıkar için istismarını görebilirsiniz.
Türkiye, laiklik konusunda yeni ve köklü bir mutabakata varmak zorundadır. Laikliğin olmadığı yerde demokrasi ve insan haklarından söz etmek olanaksızdır. Bu yeni mutabakatta, cemaat ve tarikat sorunu ile siyasete her gün biraz daha fazla müdahil olan Diyanet İşleri Başkanlığı sorunu, Cumhuriyet kurucularının hassasiyetlerinden de gerekli dersler çıkarlarak, artık bir çözüme kavuşturulmalıdır. Belki bu sayede, halkın ümmetleştirilmesi kaygısı ortadan kalkar; halk, egemenliğin gerçek sahibi olarak belirleyici konumuna yükselir. Ümmet, inançları doğrultusundaki çalışmalarını özgürce sürdürebilmeli ama toplumsal yaşamı şekillendirmek ve siyasete müdahale etmek görevlerinin de sadece halka ait olduğunu kabul etmelidir. Cemaat ve tarikatlarda toplanan insanlar, biat etmeyi kabul etmiş, özgürce düşünüp karar verme haklarından feragat etmiş kimselerdir. Sadece özgürce düşünen halkın siyasete müdahale hakkı olmalıdır.
Bu arada yandaş kalemler tarafından, iktidarla muhalefet arasında bir mutabakat sağlanması durumunda Türkiye’nin büyük bir sıçrama yapacağı propagandası yapılıyor. Evet, aslında gerçekten çok yararlı olur. Demokrasi, hukuk devleti, laiklik, tüm özgürlüklerin güvence altında olması, sosyal devlet, yolsuzluklardan arındırılmış ekonomi vb. konularda bir mutabakata varılması halkımızın da özlemidir. Ama mutabakatı, iktidarın politikalarının onaylanması anlamında alıyorlarsa, bunun “mutabakat” diye kabul edilmesi mümkün olamayacaktır. Bütün gerçek demokrasilerde muhalefet yanlışların, yolsuzlukların, hırsızlıkların, zorbalıkların, anti demokratik uygulamaların örtülmesi gizlenmesi amacıyla değil, aksine bütün bu yanlışların sorgulanması ve hesabının sorulması amacıyla görev yapar.
*Erol KIZILELMA
SODEV Başkanı
ekizilelma@gmail.com