TSK’nın, Ağustos 2016’da, Türkiye’nin müttefiki olan ÖSO gruplarıyla birlikte önce Cerablus’a sonra da El-Bab’a yönelik başlattığı Fırat Kalkanı Operasyonu’yla birlikte yaklaşık beş senedir süren ve vekiller üzerinden müdahil olunan Suriye İç Savaşı’nda başka bir aşamaya geçildi. Peki bu aşamaya geçilebilmesi için politik zemin nasıl oluştu, oluşturuldu?
Türkiye Suriye’de hangi nedenlerle bu noktalara geldi
Türkiye, Arap Ayaklanmaları’nın başlamasıyle birlikte, etki kapasitesinin çok ötesinde bir ihtirasla ve siyasal İslamcı bölgesel aktörlerle de işbirliği içerisinde bölgede oyun kurucu olmaya çabalamıştı. Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler’in ideolojik çizgisindeki siyasal unsurlarla ittifak içerisinde öngörülen toplumsal-siyasal dönüşümün hedef ülkelerinden biri de Suriye idi. Suriye’de Müslüman Kardeşler’in yasal hale getirilmesine yönelik talep Esad tarafından reddedilince Baas rejiminin zorla devrilmesi hedeflendi. Bunun için de sahada aktif bulunan İslamcı gruplara lojistik destek verildi. Olaylar, hızla Suriyeliler arası bir mücadeleden uluslararası ve bölgesel güçlerin kapıştığı bir vekalet savaşına dönüştü. Bu vekalet savaşını mümkün kılabilen siyasal ortamın, küresel hegemon ABD’nin 2003’te Irak’ı işgaliyle oluştuğunu ve bölgede büyük bir siyasi nüfuz boşluğunun ortaya çıktığını hatırlamak, analizimiz için merkezi önemdedir.[1]ABD’nin askeri müdahalesi, ironik bir şekilde bu ülkenin bölgeye yönelik yumuşak güç kapasitesine ve dolayısıyla da siyasal nüfuzuna devasa bir darbe vurmuştu.
Nüfusunun yarısından fazlası iç ve dış mülteci haline gelen, dünya uygarlığının mirası kabul edilen şehirleri yerle bir olan, insanlığa karşı suçların devasa boyutta işlendiği Suriye’de, 2015 yılı sonbaharına yaklaşıldığında, tam bir pata durumu yaşanıyordu.[2] Rusya’nın bu esnada ağırlıklı olarak hava kuvvetleriyle giriştiği doğrudan müdahaleyle sahadaki inisiyatif hızla rejim ve müttefikleri lehine döndü. Sonuçta, AKP hükümetinin hesapladığının aksine, rejim düşmediği gibi öncülüğünü PYD’nin yaptığı Suriyeli Kürtler de askeri-siyasal örgütlenmelerini güçlendirerek Kuzey Suriye’nin önemli bir kısmına hakim oldular. 2015 Kasım sonunda Rus SU-24 uçağının düşürülmesiyle de politik iflas, küresel bir aktörle açık çatışma ihtimaliyle derinleşti. Bu hamleyle Türkiye tamamen oyunun dışında kaldı; arzu ettiği tampon bölge planı da imkansızlaştı. Bunun nedeni, Rusya’nın, bölgeye yerleştirdiği uzun menzilli hava savunma sistemleri ile Suriye’nin kuzeyini fiilen Türk savaş uçaklarına kapamasıydı. Bir kara operasyonu ise, hava gücünün yokluğunda uygulanabilir olmaktan uzaktı. Dış politika, içeride ve dışarıda daha da eleştirilir hale geldi. Türkiye yalnızlaştı. Aynı anda hem küresel bir oyuncu olan Rusya ile karşı karşıya gelinmiş olundu; hem de NATO’nun ağabeyi ABD’nin Suriye politikasından daha da ayrı düşüldü.
ABD, kendi çıkarları açısından, IŞİD’le mücadeleyi birincil hedef görmekteydi. ABD’nin, Türkiye ile ihtilafa düşmek pahasına, Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) vermiş olduğu destek, bu makasın açılmasında belirleyici oldu. Ana gücü PYD liderliğindeki Kürtlerden oluşan SDG, 2015’in sonbaharında Arap, Türkmen, Süryani vd. etnik-dinsel unsurları da kapsayacak bir çatı örgütlenmesi olarak oluşturulmuştu. SDG’nin askeri kuvvetinin yanısıra diplomatik ve politik gücünün de artışı Ankara’da alarm zillerinin çalmasına sebep oldu.
Açıktı ki Türkiye’nin dış politikasında yeni bir ayara ihtiyaç vardı ve nihayetinde kaçınılmaz olarak politika değişikliğine gidildi; Türkiye’yi bu hamleye iten faktörlerin içerisinde varoluşsal tehdit olarak görülen PKK ve ona yakın duran PYD vb. güçlerin bölgesel olarak geriletilmesi gayesi özel önem arzediyordu.
Sonucunda Ortadoğu’ya yönelik izlenen ve iflas eden dış politikanın mimarı Ahmet Davutoğlu günah keçisi ilan edildi; kendisine yakın dış politika kadrosu da dağıtıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP, onun başbakanlıktan alınması ile söz konusu iflasın politik sorumluluğundan kurtulmaya uğraşırken; Rusya ve İsrail ile de aradaki buzların eritilmesine çabalandı. İki ülke ile de ilişkiler yeniden tesis edildi. İran’la süren gerginlik yumuşatılmaya çalışıldı. Ardından, Esad’ın geçiş sürecinde başta olmasına ses çıkarılmayacağını ima eden açıklamalar yapıldı. Şam rejimi ile gizli diplomasi kanallarının geliştirilmeye çalışıldığına dair iddialar Arap basınında yer aldı.[3]Eğer iddialarda gerçeklik payı varsa, 2011 sonundan beri örtülü savaş halinde olunan Şam’la informel ilişki arayışında Kürt faktörünün etkisi kuşkusuzdur. Suriye’de SDG’nin IŞİD’e karşı ABD’nin taktik desteğini de alarak elde etmiş olduğu askeri-politik-diplomatik kazanımlar, bel bağlanan yerel müttefiklerin zayıflığı, izlenen mezhepçi siyasetin İran’la ezeli rekabeti husumete dönüştürmesi ve bunun yarattığı bölgesel türbülans, Kürt kurumsallaşmasının önüne geçmek için kalkan olunan IŞİD’in bizzat Türkiye’ye yöneltmiş olduğu tehdidin büyüklüğü, dahası Batı’nın özellikle de ABD’nin tüm baskısına rağmen IŞİD’e ve diğer selefi-cihatçı örgütlere karşı eyleme geçmemenin yaratmış olduğu devasa itibar kaybı bu politika değişikliğinin arkasında yatan başlıca nedenler oldular.
Fırat Kalkanı operasyonu’nun amaçları
Yukarıda sayılan nedenler ışığında Türkiye’nin Fırat Kalkanı operasyonu ile dört ana amacı olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, sınır güvenliğinin sağlanması ve IŞİD’in sınırdan uzaklaştırılmasıdır. Suriye politikası bağlamında temel tehdit görülen PYD’ye karşı, selefi-cihatçı örgüt IŞİD’e“düşmanımın düşmanı dostumdur” şiarıyla nasıl taktik destek verildiği mahkeme kayıtlarına kadar yansımıştı. Bu netameli ilişkinin husumete dönüşmesiyle birlikte, kasten kevgire döndürülmüş sınırın geçişkenliğinin azaltılması için bir süredir çaba sarf edilmekteydi.[4]Ayrıca IŞİD, Kilis’e roketlerle saldırarak can ve mal kaybına neden olmakta; sınırdan sızdırdığı militanlarıyla bombalı araç ve intihar saldırıları düzenlemekteydi. PKK tehdidini azaltmak için kullanışlı araç görülen cihatçılar, Dr. Frankenstein’in canavarı misali denetimden çıkmıştı.
İkincisi, IŞİD’e karşı Suriyeli muhalif unsurlarlarla ortaklaşa düzenlenen bu operasyonla, farklılaşmış Suriye politikalarının ABD ile ilişkilerde yarattığı tahribatı gidermek; uluslararası alanda da cihatçılara destek veren ülke imajından kurtularak yeni bir başlangıç yapmak amaçlanmaktaydı. 15 Temmuz Darbesi sonrasında AKP yönetimi, uluslararası izolasyonun aşılmasında harekatı bir imkan olarak da değerlendirmiş olabilir. Bu noktada sahada dağınık olarak bulunan Suriyeli askeri muhalefeti bir operasyon etrafında bütünleştirmek, böylece Rusya’nın ve ABD’nin arzu ettiği üzere, selefi cihatçı gruplardan ayrışmalarını sağlamak hedefleniyordu. Böylece Türkiye büyük güçlerin de onayını alarak tekrar sahaya dönmeyi ve masada olmayı garantilemekteydi. Türkiye’nin, bu doğrultuda muhaliflerin önemli bir kısmını Doğu Halep’ten Fırat operasyonuna çekmesi, rejim ve müttefiklerinin Halep şehrinin tamamını ele geçirmesinin önünü açtı. Rusya’nın, İran’ın ve de Esad rejiminin Fırat Kalkanı operasyonuna üstü kapalı onay vermesinde sayılan faktörler önemliydi.
Üçüncüsü, SDG’nin Afrin’i de ekleyerek Kuzey Suriye’nin tamamından oluşan bir entite oluşturmasının önünü almaktır. 2016 yazı başında SDG’nin -ABD liderliğindeki koalisyonun desteğinde- Fırat’ın batısına geçerek IŞİD elindeki Menbic kentini zaptetmesi, Türkiye’nin harekete geçmesini hızlandırdı. 15 Temmuz Darbesi’nden sonra ordu içerisinde önemli tensikatlar yapılsa da harekata girişildi. Harekatın başlarında TSK ve Suriyeli müttefikleri, Cerablus güneyinde SDG güçleri ile de çatıştı. ABD’nin araya girip Sacur Çayı’nın fiilen sınır kabul edilmesiyle tekrar IŞİD’e yoğunlaşan TSK ve müttefikleri El-Bab şehrine yöneldiler. Böylece, Azaz-Cerablus-El Bab üçgeninde Türkiye’nin kontrolünde bir bölge oluşturulup bir kama gibi araya girilerek SDG denetimindeki Afrin ve Menbic’in birleşmesi engellendi.
Dördüncüsü, ABD desteğinde bir Kürt entitesi oluşmasından tehdit algılayan İran, Rusya ve rejim ile ortak bir hatta buluşmaktır. Nitekim Rusya, İran ve Türkiye’nin öncülüğünde Astana’da, Suriye rejimi ve muhalifler arasında, yeni bir diyalog kanalı açıldı. Taraflar, ateşkesin denetlenmesi için Türkiye, İran ve Rusya’dan oluşan bir gözlemci heyetinin kurulmasında mutabık kaldılar. ABD’yi ve AB’yi devre dışı bırakan bu diyalog kanalının açılması, Türkiye açısından ABD’yi SDG’ye ilişkin yaşanan ihtilafta tarafını belli etmeye zorlama ve kendi oyun bozma kabiliyetini gösterme çabası olarak görülebilir. Rusya ve İran’ın da bunu NATO müttefiki Türkiye’nin ABD ile arasını açmak için bir fırsat olarak gördüklerine şüphe yoktur. Ancak Cenevre’de ABD, AB, Rusya ve tüm diğer güçlerin organizasyonunda sürdürülen görüşmelerin devre dışı kalması da muhtemel değildir.
Sonuç
Sonuç olarak Türkiye, sahadaki temel gelişmelere bağlı olarak bölgeye yönelik ihtiraslı dış politikasından vazgeçmek zorunda kalmıştır. İçerideki otoriter-baskıcı siyasetle uyum halinde klasik güvenlikçi politikalara geri dönmektedir ve bu dönüşte Kürt Sorunu da merkezi bir konumdadır. Ancak süper güç ABD ile ilişkilerin nasıl bir seyir alacağına dair belirsizlik de sürmektedir. ABD Başkanı Trump’ın SDG konusunda geçmiş yönetimin izinden gidip gitmeyeceği, ilişkilerde tayin edici olacak gibi görünmektedir. İlk emareler eski başkan Obama’nın mirasından sapılmayacağını gösterse de, üst düzey Amerikalı asker ve istihbaratçıların Türkiye ziyaretleri pazarlıkların sürdüğünün göstergesidir.
[1] Ayrıntılı bir askeri-politik analiz için bkz. Andrew J. Bacevich, America’s War for the Greater Middle East: A Military History, New York, Random House, 2017.
[2]Suriye’de yaşanılanların kronolojik bir anlatısı için bkz. Fehim Taştekin, Suriye: Yıkıl git, Diren Kal, İstanbul, İletişim Yayınları, 2015.
[3]“Algeria mediated secret Turkish-Syrian Talks: Syrian Source”, 15 July 2016, http://gulfnews.com/news/mena/syria/algeria-mediated-secret-turkish-syrian-talks-syrian-source-1.1862831, ayrıca bkz. El –Watan (Cezayir Gazetesi), 8 Nisan 2016.
[4] “Suriye sınırına 700 kilometrelik güvenlik duvarı daha yapılacak”, http://www.hurriyet.com.tr/toki-seddi-40233303.
*Yard. Doç. Dr. Erhan KELEŞOĞLU
Siyaset Bilimci
kelesoglu@gmail.com