Covid-19 salgını, kapitalizmin çok tehlikeli bir dönemine denk geldi. Ekonomik finansal kriz ve gelir dağılımında müstehcen düzeye yükselmiş dengesizlikler, gezegenin ekolojik sistemini tehdit eden bir iklim krizi, giderek işbirliği yerine, nüfuz alanları üzerinde rekabete öncelik vermeye başlayan“büyük güçler”, hızla, ırkçı ve dinci bir “Yeni Faşizme” doğru dejenere olmaya başlayan popülizm, uygarlığın tarihsel olarak çok zor ve yönü belirsiz bir dönemine girdiğimizi gösteriyordu. Covid-19 salgını bu ortamın bir ürünüydü; hem kriz eğilimlerini daha da derinleştirdi hem de, kriz eğilimleri Covid-19 salgınının etkisini ağırlaştırdı.
Dünya ekonomisinin son 40 yılında, kapitalist uygarlıkta, genel olarak egemen olan liberal demokrasiye ve neoliberalizme dayalı yönetim biçimleri ve ekonomi politikaları, şimdi Covid-19 salgınının toplumsal etkileri altında hızla yeniden şekillenmeye zorlanıyorlar.
Tarihin böyle dönemleri hem büyük tehlikeleri hem de büyük olasılıkları; tarihi belirleme şansını da beraberlerinde getirirler. Böyle bir “anda”, bir siyasi aktör olarak Sosyal Demokrat hareketin, olasılıklardan yararlanmayı, tarihin yönünü belirlemeye katkıda bulunmayı arzu etmesi doğaldır. Daha da önemlisi, eğer Sosyal Demokrasi bir aktör olarak var olmaya devam edecekse, tarihin yönünü belirlemeyi denemekten kaçınamaz.
Bu arzunun ve kaçınılmazlığın başarılı, en azından işlevsel olabilmesi için, Sosyal Demokrasinin, her şeyden önce kendi doğasını, kapasitelerini ve sınırlarını çok iyi değerlendirmesi; diğer bir deyişle,“kendiliğinden” ve önüne konan gündeme reaksiyon vermenin ötesine geçemeyen bir hareket olmaktan,“kendinin bilincinde”, kendi programına, gündemine ve hedeflerine, bunları izlemeye uygun bir inisiyatife ve kararlılığa sahip bir harekete dönüşmesi gerekiyor.
Sosyal Demokrasinin iki seçeneği
Sosyal Demokrasi, Fransız Devrimi’nin gündeme getirdiği demokrasi özgürlük, eşitlik ilkelerinin, ancak çok sınırlı biçimde hayata geçtiğine, esas olarak da kapitalist sınıf için işlediğine ve çalışan kesimlerin, emekçilerin gereksinimlerine cevap veremediğine ilişkin bir gözlemden hareketle, liberal demokrasiye karşı olarak şekillendi.
Bu anlamda Sosyal Demokrasi, “19.yüzyılda, işçi hareketinin bir parçası ve siyasi temsilcisi olarak doğdu. İşçi, hareketi içinde komünist (devrimci) akım belirginleşirken, Sosyal Demokrasinin esas olarak iki seçenek üzerinde yeniden şekillendiğini görüyoruz.
Birinci seçenek, kapitalizmin “ufkunun ötesine”, ama devleti, özel mülkiyet sistemini yıkarak değil, demokratik süreç içinde birikecek ekonomik ve toplumsal reformlarla değiştirerek geçmeye ilişkindir: “Ne de olsa toplumun /seçmenin çoğunluğunu işçi sınıfı ve emekçiler oluşturmaktadır, demokratik süreç adil ve özgür seçimler, geçiş için gerekli reformları hayata geçirebilecek sosyal demokrat yönetimleri yaratabilir.”
İkinci seçenek, kapitalizmin ufkunun içinde kalarak, emekçi sınıfların yaşam koşullarını iyileştirmeye, haklarını ve özgürlüklerini genişletmeye, kapitalizmin çelişkilerini yumuşatmaya, insanın biyolojik ve akıl sağlığına, doğaya zarar veren yanlarını törpülemeye, toplumsal istikrarı iş barışını “düzenlemeye”ilişkindir. Aynı zamanda da kapitalizmin ufkunun ötesine geçme çabalarını etkisizleştirmeye… “Ne de olsa kapitalizm ve özel mülkiyet, insanın doğasına en uygun tarihsel-toplumsal biçimlerdir; bunlar aşılamaz, aşmaya kalkmak büyük acılara yol açar.”
Bu iki seçenek, kapitalizmin doğasına ilişkin önemli bir çelişkiden kaynaklanıyordu. Çelişkinin bir tarafında “serbestlikler” vardı. Öteki tarafında da “demokratik talepler”. Kapitalist sınıf devletin, hatta herhangi bir siyasi dini otoritenin müdahalesinden uzak, serbestçe ekonomik faaliyetini sürdürmek istiyor, bu serbestliği engelleyebilecek toplumsal kesimleri serbestliğin sınırları dışında tutmak istiyordu. Burası liberal demokrasinin alanıydı; yaşamına oy hakkını mülk sahibi erkeklerle sınırlayarak başlamıştı. Demokratik talepler tarafından gelen direniş ve mücadeleler sayesinde, önce tüm erkeklere oy hakkı tanındı, sonra buna kadınların oy hakkı eklendi. Burası da sosyal demokrasinin alanıydı.
Serbestlik ve demokrasi arasındaki gerginlikler ve mücadelelerde, serbestliği savunanların, liberal demokrasinin, sık sık devletin baskı araçlarına başvurduğu, demokratik taleplere karşı aristokrasiyle ya da dinci akımlarla birlikte davranmayı tercih ettiği 1930’ların karanlık günlerinde Faşist partilerin iktidara gelişini kolaylaştırdığı da görülüyordu.
Sosyal Demokrasinin altın çağı
Liberal demokrasinin bu özelliğini aklımızda tutarak sosyal demokrasinin iki seçeneğine geri dönelim. Birinci seçenek çeşitli biçimler altında var olmaya devam etse bile, ikinci,“düzenlemeci” biçim, II. Dünya Savaşı’ndan sonra egemen oldu, Savaşın yıkıntılarından yeni bir demokratik kapitalizmin, “Refah Devletinin” doğuşunda çok önemli bir rol oynadı.
Avrupa’da ve ABD’de, hatta Japonya’da, Sosyal Demokrat eğilimli hükümetlerin, hareketlerin önderliğinde, kapitalist toplumların sağlık, eğitim, konut, ulaşım, emeklilik sistemleri, emekçi sınıfların yaşamlarını kolaylaştıracak yönde yeniden inşa edildi. 1980’lere kadar devam eden yıllar, “düzenlemeci” sosyal demokrasinin “altın çağı” oldu.
1980’lerden başlayarak Sosyal Demokrasinin gerilemeye başladığını, hükümete gelse bile liberal demokrasinin programlarını izlemeye, giderek toplumsal desteğini kaybetmeye başladığını görüyoruz. Sosyal Demokratik hareket, bu “altın çağının” ve onu izleyen gerileme döneminin arkasındaki dinamikleri eğer doğru biçimde saptayamazsa, Covid-19 sonrası döneme ilişkin arzularını ve umutlarını gerçekleştirme şansını da yakalayamayacaktır.
Altın çağın özgünlüğü
Sosyal Demokrasinin “altın çağı” çok özel ve bugün artık var olmayan tarihsel koşulların ürünüdür: II.Dünya Savaşı sonrasında kapitalizm, güçlü ve istikrarlı bir hegemonya merkezi, ABD liderliğinde ve yeni bir sermaye birikim rejiminin, Fordizmin, genişleme sürecinde kendini yeniliyordu. Bu, kitlesel üretime, homojen emek ve tüketici piyasalarına, eğitimli ve sağlıklı işçi sınıfına ve bunları düzenleyecek sendikalara, sosyal yardım sistemlerine gereksinimi olan bir rejimdi.
Diğer taraftan kapitalizm, Sovyetler Birliği gibi farklı bir ekonomik siyasi düzenin tehdidi altındaydı. Sosyal Demokrasi hem bu yeni sermaye birikim rejiminin getirdiği üretkenlik artışı, ekonomik büyüme ve refah olanaklarından, hem de güçlü sendikaların sermaye sınıfı ile pazarlık yapabilme gücünden yararlanarak iktidar olabildi ve gereken reformların gündeme getirilmesinde, Refah Devletinin inşa edilmesinde,, kapitalizmin ufkunu aşmaya yönelik akımlara karşı kurulu düzenin korunmasında işlevsel oldu.
Sosyal Demokrasinin “altın çağı”, aslına kapitalizmin de bir “altın çağıydı”. Kapitalizmin bu “altın çağının” bittiğine ilişkin ilk işaretlerle birlikte, 1970’lerde, Sosyal Demokrasiyi ayakta tutan toplumsal dengelerin ve uzlaşmaların erimeye başladığını görüyoruz.
Kapitalizmin ekonomik krizi içinde sermayenin tercihi, “Refah Devletini”, devlet işletmelerini, sendikaları ve sosyal yardımları hedef alan neoliberal politikalara yönelince, Sosyal Demokrat hareket sudan çıkmış balığa döndü.
Yaklaşık 17-18 yıl sonra Sosyal Demokrasi, İngiltere’de Tony Blair, Almanya’da Schröder, ABD’de Bill Clinton çizgisinde yeniden hükümete döndüğünde artık tanınması zor bir görüntü sunuyordu. Sosyal Demokrasi, şimdi, düzenlemeci sosyal demokrasiyle liberal demokrasi arasında bir “III.Yol buldum” iddiasıyla neoliberal politikaları benimsemişti; muhafazakar hükümetlerin yarım bıraktığı projeleri tamamlamakla meşguldü. Sendikalar zayıflamaya devam ediyor, Refah Devletinden geriye, yalnızca iskeleti kalıyordu.
Sosyal Demokrasinin krizi, hükümette olduğu dönemlerde de derinleşmeye devam etti. Bu nedenledir ki, Sosyal Demokrat hareket İngiltere’de ve Almanya’da seçimleri kaybederek muhalefet düştüğünde artık bir daha hükümet olacak gibi görünmüyordu.
Bir Rönesans mümkün mü?
“Düzenlemeci” Sosyal Demokrasi, kapitalizmi emekçi sınıflar açısından daha bir yaşanabilir kılmak gibi hümanist bir işlev üstlenmişti. Bunu, ancak kapitalizmi yöneterek başarabilecekti. Kapitalizmin gereksinimleri, Sosyal Demokrasinin toplumsal ve siyasi amaçlarıyla, serbestliğin sınırları, demokratik taleplerin düzeyiyle uyuştuğu sürece, Sosyal Demokrasi kapitalizmi yöneterek emekçi sınıfların haklarını ve özgürlüklerini genişletebilecek reformları uygulamaya koyabildi. Serbestleşmenin sınırları demokrasinin sınırlarını zorlamaya başlayınca, ya da kapitalizmin krizleri karşısında serbestleşme eğilimi güçlenmeye başlayınca,Sosyal Demokrasinin reformlara devam etme olanağı ortadan kalktı.
Daha önce“reform”,haklar ve özgürlükler, demokrasinin genişletilmesi anlamına gelirken şimdi, “serbestliğin” genişletilmesi, demokrasinin (hakların ve özgürlüklerin) sınırlanması anlamına geliyordu. Bu kaygan zeminde Sosyal Demokrasinin, tarihsel işlevinin üzerinde de büyük bir soru işareti oluşuyordu.
Bu zeminde “Bir Rönesans mümkün mü?” sorusuna olumlu bir cevap verebilmek çok zor, ama olanaksız değil. “Altın Çağ”da Sosyal Demokrasi, kapitalizmin yeni bir sermaye birikim rejimi altında yeniden inşa edilmesi sürecinde çok önemli bir rol oynamıştı. Covid-19 krizinden çıkış da bir yeniden yapılanma, “neoliberal küreselleşmeyi” -serbestliğin bu düzeyini- yeni bir modelle değiştirmeyi gündeme getiriyor.
Sosyal Demokrasinin geleceği, bu yeni bir modele -sermaye birikim rejimine- geçişte, çalışanların haklarını ve özgürlüklerini, koruma ve genişletebilme kapasitesine bağlı olacak. Bugün, Sosyal Demokrasinin önünde, “Yeni Faşizm”, iklim krizi, bir büyük savaş olasılığı, koronavirüs salgınları gibi insanlığın tümü açısından yaşamsal öneme sahip tehlikeler de var.
Sosyal Demokrasinin, bu krizler ve tehlikeler karşısında gündeme tepki vermenin ötesinde, kendi programını yeniden “kendisi için bir hareket” olmaya yöneltmeye çalışması gerekiyor. Bu da, yukarda değindiğim yeniden inşa koşullarıyla, haklar ve özgürlükler taleplerini birleştirebilen bir programa ve bu programın doğasına uygun olarak kurabileceği ittifaklar konusunda tutarlı bir tutuma sahip olmaya bağlıdır. Bu programı ve ittifakları oluşturmaya çalışırken iki taktiğin birlikte izlenmesi çok yararlı olacaktır.
Birincisi; Sosyal Demokrasinin faşist -ırkçı ya da dinci- ve muhafazakar güçlerle arasındaki siyasi ve kültürel farkları kesin ve uzlaşmaz çizgilerle ortaya koyması, onların gündemini ve söylemini benimsemekten dikkatle kaçınması gerekir. Sosyal Demokrasinin ilk etkilemesi, kazanması gereken seçmen bu kesimin tabanı değildir. Bu, ikinci taktiği başarısına bağlı olacaktır.
İkinci taktik olarak, Sosyal Demokrasinin yalnızca kapitalizmin liderleriyle konuşması, onların güvenini kazanmaya çalışması yeterli değildir. Sosyal Demokrasinin, sendikalarla ve kendi solundaki siyasi hareketlerle, haklar ve özgürlükler mücadelesi veren kadın grupları, LGBT grupları, etnik ve dini azınlık hareketlerinin temsilcileriyle de arasında karşılıklı görüş alışverişine ve yapıcı tartışmalara-eleştirilere dayalı bir diyaloğu -kolay olmasa da- yönetmeyi başarması gerekecektir. Bu ikinci taktik başarılı olmaya, toplumda tanımlanabilir, gücüne güvenilebilir bir blok ya da iş birliği oluşmaya başladıktan sonra, karşı tarafın toplumsal tabanını, onun dilini benimsemek zorunda kalmadan etkileme olasılıkları da gündeme gelebilecektir.
*Ergin YILDIZOĞLU
Siyaset Bilimci, Dr.,
ergin.yildizoglu@gmail.com