Ülkemiz, birbiri ardına patlatılan bombalarla artık bir Ortadoğu ülkesi; bir Irak, bir Suriye görüntüsünde. Ankara’dan sonra İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde düzenlenmiş olan terör saldırısı mevcut endişeleri daha da derinleştirdi.
Hükümet çevreleri halka “terörle birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz” şeklinde öğütler veriyor. Herkesin kendileri gibi düşünmesini, bombalamaları kınamakla yetinmesini istiyor. Hükümete soru sorulmasını ve barışçıl çözüm taleplerini duymak istemiyor. Masum insanların sokakta, durakta, otobüste katledilmesini lanetlemeyen insan yok. Bu, insan olmanın yani yaşam hakkının en temel hak olduğunu kabul etmenin bir gereği.
Ancak bu faciaları kınamak yetmemektedir. Bombalamalar neden sıradan bir olay haline geldi? Burada iktidarın, yetkili kurumların siyasetin sorumluluğu yok mu? Örneğin ABD, Almanya gibi ülkeler Ankara’daki, İstanbul’daki vatandaşlarını uyarırken bizim istihbaratımız ne yapıyor? Saldırıların merkezinde bulunan başkent Ankara’ya neden 5 ay boyunca emniyet müdürü atanmıyor? Bu gibi sorulardan neden rahatsızlık duyuluyor? Bu soruları soranlar neden düşmanlaştırılıyor? Hedef gösteriliyor?
Bunların nedenini biliyoruz. Cumhurbaşkanı ve onun güdümündeki AKP Hükümeti demokratik değerleri ve kuralları yok sayıyor. İfade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, eleştiri ve gösteri haklarını kabul etmiyor. Herkesin kendisi gibi düşünmesini istiyor. Bu yolda eleştirel yaklaşım içerisinde olan siyasetçilere, basın mensuplarına, aydınlara, öğretim elemanlarına, gençlere, sanatçılara, sivil toplum örgütü yöneticilerine olmadık baskılar uygulanıyor. Bu insanların sorgulanması, tutuklanması için yargıya talimatlar veriliyor. Soru soran, gerçeği anlatan, eleştiri yapan insanlar tutuklanıyor.
Türkiye yoluna bu şekilde devam edemez. 1 Kasım seçimlerinde halkı korkutarak “istikrar” adına oy isteyen AKP Hükümeti’nin ülkeyi yönetemediği, otoriter bir sisteme yöneldiği ve bu nedenle istikrara değil, kaosa neden olduğu gün gibi ortada.
Ankara’da, İstanbul’da patlayan bombalar, Güneydoğu’da yaşanan iç savaş hali bunu gösteriyor. Bu durumun son bulması, Türkiye’nin normalleşmesi ve istikrara kavuşması için üç konuda radikal değişikliğe gidilmesi şart.
Normalleşme koşulları
Birincisi, otoriter sistem kurmaya yönelik politikalara derhal son verilmesi ve evrensel standartlarda özgürlükçü ve katılımcı bir demokrasi için gerekli reformların gerçekleştirilmesidir. Uluslararası tüm ölçümler gösteriyor ki, AKP yönetimindeki Türkiye, özgürlüklerin ve hukuk devletinin olduğu bir ülke değildir; giderek otoriterleşen bir “hibrit demokrasidir”
Mülteciler konusunda AKP hükümetiyle uluslararası hukuka uygunluğu tartışmalı bir anlaşma yapma peşindeki AB son zamanlarda bunu yüksek sesle dile getirmekten geri dursa da, AB raporları gerçeği ifade ediyor. İlgili raporlarda Türkiye’de ifade ve basın özgürlüğü, hukuk devleti, adil yargılanma ve gösteri hakları gibi konularda bir geriye gidiş olduğuna vurgu yapılıyor ve Türkiye uyarılıyor. Türkiye’nin evrensel standartlarda bir demokrasiyi gerçekleştirmesi ve açık bir toplum haline gelmesi, içeride ve dışarıda yaşanan ağır sorunların çözüm yoluna girmesinin ön şartıdır. Bunu kabul etmeden çözüm yoluna girilmesi mümkün değildir.
İkinci konu; Tükiye’nin maceracı, mezhepçi ve savaşçı dış politika anlayışından vazgeçmesi, Suriye’deki vesayet savaşının dışına çıkmasıdır. Çağdaş değerlere, insan hak ve özgürlüklerine, komşularla diyaloga bağlı yurtta, bölgede ve dünyada barışa hizmet eden yeni bir dış politika olmadan Türkiye’de istikrar ve güvenin sağlanması da mümkün değildir.
Üçüncü konu; Türkiye’nin çözmek zorunda olduğu Kürt meselesidir. On yıllardır çözülemeyen bu sorunun çözümü de özgürlüklere dayalı çoğulculukla ve katılıma dayalı bir demokrasi anlayışıyla doğrudan ilgilidir. Günümüzde özgür tartışma ortamı olmadan, düşüncelerin barışçıl biçimde ifade edilmesini yasaklayarak hiçbir sorun çözülemeyeceği yaşanan bir gerçektir.
Yaşananlar, AKP Hükümeti’nce “Barış Süreci” denilen sürecin aslında bir seçim taktiği olarak kurgulandığını gösteriyor. Esasen dünya tecrübesi Kürt Sorunu gibi sorunların açıklık olmadan, toplumda mutabakat sağlanmadan ve parlamentoyu dışlayarak çözülemeyeceğini göstermektedir. AKP Hükümeti tüm uyarılara rağmen bunların hiçbirini yapmadı. PKK’yı Türkiye sınırları dışına çıkarmak için bir mutabakat sağlandığı açıklandı. Böylesine bir sürecin hukuki çerçevesinin açık tartışmalarla belirlenmeden ve denetim mekanizmaları oluşturmadan sonuç alınamayacağı yolundaki uyarılar hiç dikkate alınmadı. Sonuçta PKK şiddeti kırsaldan kentlere yayıldı. Öcalan’ın, 2013 Nevruz’unda, “silahla mücadele döneminin bittiği, siyasal dönemin başladığı” şeklindeki açıklaması hiçbir işe yaramadı. Şiddet ve terör saldırıları günlük olaylar haline geldi.
PKK Güneydoğu kentlerinde silahla, şiddetle yerel özerklik kurmaya girişti. Hendekler ve “kurtarılmış” mahalleler politikası, sorunu daha da ağırlaştırdı. Bir iç savaş görünümü ortaya çıktı. Yüzlerce polis, asker, kamu görevlisi, sivil insan yaşamını yitirdi. 350 bin insanımız evlerini terk etmek zorunda bırakıldı. AKP Hükümeti hala eskiden denenip sonuç alınmamış yöntemlerden medet ummaktadır. Bu durum, bir arada barış içerisinde birlikte yaşama duygusuna zarar vermektedir. Yapılması gereken şey, diyalogla ve demokratik yöntemlerle iç barışı güvence altına alacak bir sürecin başlatılması olmalıdır.
AKP Hükümeti’nden bu üç hayati konuda yanlışlarını kabul etmesini, demokratik ve barışçıl bir süreci başlatmasını beklemek hayaldir.
Anayasa’yı fiilen askıya aldığını iddia eden, tek adama bağlı otoriter bir sistem özlemi içerisinde olan, bu konuda farklı bir yaklaşım benimseyen herkesi düşman ilan eden AKP anlayışı Türkiye’yi düze çıkaramaz. O nedenle yeni demokratik bir çıkış yoluna ihtiyaç var. Çıkış yolu; silahı ve şiddeti reddeden, özgürlükleri evrensel standartlarda demokrasiyi, eşitliği ve barışı savunan tüm güçlerin bir araya gelmesinden geçmektedir. Böylesi bir güç birliğine öncülük etmesi gerekenler ise, başta CHP olmak üzere, diğer muhalif partiler, sendikalar ve sivil toplum örgütleridir.
*Ercan KARAKAŞ
SODEV Onursal Başkanı
ercan.karakas@hotmail.com