Türkiye karanlık ve tehlikeli bir dönemden geçiyor. Daha çok demokrasi ve özgürlük, komşularla sıfır sorun, “yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklarla” mücadele, AB ile bütünleşme gibi vaatlerle 2002’de iktidar olan AKP’nin bu vaatlerinin bir aldatmaca olduğunu artık tüm dünya anladı.
15 yıldır tek başına iktidar olan AKP’nin başlangıçtaki AB uyum yasalarının dışındaki tüm icraatları vaatlerinin aksi yönünde oldu. Türkiye, bu uygulamalardan dolayı büyük bir istikrarsızlık yaşıyor. Siyasal, ekonomik, sosyal ve toplumsal yaşamı kapsayan bu istikrarsızlık Türkiye’nin geleceğini karartmış durumda.
2016 yılında ülkemizin 27 yerinde yaşanan terör saldırıları 262 yurttaşımızın hayatına mal oldu. Ortadoğu ve Suriye’de izlenen mezhepçi, hayalci “Yeni Osmanlıcı” politikalar ülkemizi de bir savaş alanına çevirdi. AKP, yurttaşlarımız arasında “bizden olanlar/olmayanlar” şeklinde ayrımcılık yaparak, insanların yaşam tarzlarına müdahale ederek, muhalif unsurlarıdüşman gibi göstererek tehlikeli bir kutuplaşma yarattı. Şimdi bu kutuplaşmaya dayanarak iktidarını korumaya çalışıyor.
Erdoğan-AKP ve özgürlükler
15 Temmuz girişimini “Allah’ın lütfu” olarak değerlendiren Cumhurbaşkanı Erdoğan, bunu fırsat bilerek demokratik muhalefeti; özgür basını; hak arayan, gösteri yapan, kendisini ve hükümeti eleştiren herkesi etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Cezaevleri muhaliflerle dolmuş durumda. Şu anda darbe girişimiyle, Gülen hareketiyle, terörle hiçbir şekilde ilgisi olmayan binlerce insan tutuklu olarak mahkeme önüne çıkmayı bekliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, başta Cumhuriyet Gazetesi olmak üzere, yandaş olmayan basını cezalandırmak için açıkça yargıya çağrıda bulundu. Bugün Çin’den sonra en çok gazetecinin tutuklu olduğu ülke Türkiye. Şu anda 144 gazeteci, tutuklu olarak, haksız yere cezaevinde bulunuyor. 177 medya kuruluşu da kapatılmış bulunuyor.
Bakın, Erdoğan 2004 yılında Başbakan iken, İstanbul’da yapılan IPI (Uluslararası Basın Enstitüsü) Yönetim Kurulu toplantısının yemeğinde yaptığı konuşmada neler söylüyor: “Türkiye artık gazetecilerin hapse atıldığı, etkin kalemlerin türlü yollarla susturulduğu, sivil toplum örgütlerinin gözaltı çileleri yaşadığı ülke olmaktan çıkmıştır. Türkçemizde güzel bir söz vardır. ‘Damdan düşenin halini ancak damdan düşen anlar!’ Yıllar önce okuduğu bir şiir yüzünden hapse atılmış bir başbakan olarak, düşünce ve ifade özgürlüğünün ne demek olduğunu yakından tanıdığım için, hürriyetlerin kısıtlanmasına dönük her türlü bahaneye en önce büyük bir kuşku ile baktığımı bilmenizi isterim.” Erdoğan uzun konuşmasını şöyle tamamlıyor: “Sözlerime son verirken, bugüne kadar insan hak ve özgürlüklerini korumak için bedel ödemiş herkesin mücadelesi önünde bir kez daha saygıyla eğiliyorum… ve bu duygularla ülkemizde yapacağınız çalışmaların başarıyla geçmesini diliyor, şahsım, hükümetim ve milletim adına sevgi ve saygılarımı sunuyorum”
Peki Erdoğan bugün ne yapıyor? İfade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü yok sayıyor. Muhalif basını, sivil toplum örgütlerini susturmaya çalışıyor. Buna karşı çıkan IPI gibi uluslararası kuruluşları düşman ilan ediyor. Erdoğan ve AKP demokratik sistemin olmazsa olmazları olan muhalefet partilerini de düşman olarak görüyor. Eleştirilerine tahammül göstermiyor. Onların TBMM’deki söz haklarını ve muhalefet yapma haklarını kısıtlamaya çalışıyor. Dahası; HDP’nin -başta eş genel başkanları olmak üzere- 12 milletvekilinin tutuklanmasını doğal karşılıyor. Böylece tüm muhalefet milletvekillerine gözdağı veriyor. HDP’li belediye başkanları yerine bürokratları atıyor. Halkın iradesini yok sayıyor.
Erdoğan ve hükümet, ülkemizin halen en önemli meselesi olan Kürt Meselesi’nin demokratik, barışçıl çözümünde de inandırıcı değildi. Seçim zamanlarında başlatılan “çözüm süreçleri”nin oy arttırmaya yönelik girişimler olduğu bir kez daha kanıtlandı. TBMM’yi tamamen dışlayarak, toplumu bilgilendirmeden ve gerçekçi bir yol haritası geliştirmeden karmaşık bir sorunun çözülemeyeceğini kavrayamayan bir anlayışla alınacak bir mesafe olamayacağı yaşanarak görüldü.
Esasen bu sorunun ve sosyal, ekonomik, dış politika dahil tüm sorunların çözüm zemini insan haklarına dayalı, özgürlükçü ve çoğulcu bir parlamenter demokrasi içerisinde mümkündür. AKP ise demokrasiden tamamen uzaklaşmış durumda. AKP kendine demokrat bir parti. Yani sözde demokrat. Nitekim Türkiye tüm ciddi uluslararası kurumlar tarafından “yarı özgür, yarı demokratik, hibrit” bir ülke olarak sınıflandırılıyor. İşte AKP’nin 15 yıllık iktidarının demokrasi karnesi bu.
Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, anayasayı ve TBMM’de ettiği yemini yok sayarak kendisini “başkan” ilan etmesi ve öyle davranması ve de OHAL kararnamelerinin içerik ve kapsam bakımından niteliği artık Türkiye’nin hukuk devleti özelliğini de yok etmiş bulunuyor.
“Türk Tipi Başkanlık” zorlaması
Hal bu iken Erdoğan ve onun emrindeki AKP Hükümeti şimdi de “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” için anayasa değişikliği gerçekleştirmeye çalışıyor. Bunu da, görevi, Cumhurbaşkanı’nın ve Hükümet’in mevcut anayasa çerçevesinde hareket etmesini sağlamak olan bir muhalefet partisinin, MHP’nin desteği ile yapıyor. MHP liderinin son bir yıl içindeki başkanlık karşıtı “sert” açıklamaları ortada iken, MHP Grubu’nun çoğunluğunun buna itirazı olmaması da garip bir durum.
Erdoğan ise, 1993 yılında, Refah Partisi İstanbul İl Başkanı iken “Başkanlık Sistemi’nin ortaya çıkışı bir özentinin sonucudur. Amerikan emperyalizminin bize tavsiyesidir” diyor. Bugün ise “başkanlık gelmezse Türkiye’de istikrar olmaz” diyor. Bu bir aldatmacadır. Çünkü Erdoğan’ın getirmek istediği başkanlık, Türkiye’nin hiçbir sorununu çözmez. Tam aksine daha da ağırlaştırır. Çünkü insan haklarına, ifade, basın ve gösteri özgürlüklerine, hukuk devletine, kuvvetler ayrılığına dayanan bir demokrasi olmadan Türkiye’nin sorunları çözülemez ve Türkiye çağdaş dünyanın bir parçası olamaz. Cumhuriyet ve demokrasi değerlerini içselleştiren ülkelerin gelişmişlik düzeyleri bunu gösteriyor. O nedenle, Türkiye’nin ihtiyacı başkanlık değil daha çok demokrasidir. Özgürlükçü, çoğulcu ve katılımcı bir demokrasiyi kurmaktır. Bu konudaki anayasal, yasal, idari ve eğitimsel eksiklikleri hızla gidermektir.
Dünyada “başkanlık sistemi”nin başarılı uygulaması olarak ABD’den başka bir ülke gösterilemiyor. Bunu sağlayan şeyin ABD’nin siyasi kültürü, idari yapısı, parti sistemi vb olduğu biliniyor. ABD sisteminde sert bir güçler ayrılığı, denge ve denetim mekanizmaları bulunuyor. Birçok karar senatonun onayına bağlı. Yani başkan tek belirleyici değil. O nedenle AKP’li Burhan Kuzu “zavallı Obama” diyor. Latin Amerika ülkelerindeki başkanlık sistemlerinin birçoğu bu koşullar ve siyasi kültür olmadığı için hızla tek adam yönetimine, diktatörlüğe kayıyor. Afrika’da durum daha da vahim.
Özetlersek 15 yıldır tek başına iktidar olan AKP’nin, sistemi “iki başlılıktan” kurtulmak, “daha hızlı karar alınmasını” sağlamak için anayasa için başkanlık sistemi gerekli demesi büyük bir aldatmacadır. Yapılmak istenen şey, Erdoğan’ın otoriter kişisel yönetimini kurmaktır. Getirilmek istenen sistem seçilmiş sultanlık yaratmaya yöneliktir. Bu sistemde tüm kuvvetler bir kişinin -yani Erdoğan’ın- elinde toplanmak isteniyor. Kuvvetler ayrılığı değil, kuvvetler birliği kuruluyor. Yasama ve yargı başkana bağlanıyor. Başkan aynı zamanda parti başkanı oluyor. Türkiye’de bunun anlamı, milletvekillerini de Cumhurbaşkanının belirlemesi demektir.Devlet kurumlarını istediği gibi şekillendiriyor. Tüm devlet kurumlarının –üniversiteler dahil- üst yöneticilerini atıyor vb.
Bu durumda TBMM büyük ölçüde işlevsiz kılınıyor. Sistemin öznesi olmaktan çıkıyor. Oysa TBMM halkın iradesinin temsil edildiği yer. Yalnız iktidar partisine oy verenlerin değil tüm halkın iradesinin yansıdığı yer. TBMM ve onun içinden çıkan hükümet, halkın seçimiyle oluşuyor. Böylece, farklılıklar yasama ve yürütmeye yansıyabiliyor.
Getirilmek istenen başkanlık sisteminde ise halkın iradesi tek kişi tarafından yani başkan tarafından temsil edilecek. Bu durumda, başkana oy vermeyenlerin –toplumun yarısının- iradesi, TBMM işlevsiz hale geleceği için yok sayılacak.
Bu, demokrasinin temel anlayışı ile hiçbir şekilde bağdaşması mümkün olmayan bir yoldur. Otoriterliği, keyfiliği dolayısıyla çözümsüzlüğü derinleştirecek ve yozlaşmayı arttıracak bir sistemdir. Çünkü 129 yıl önce Lord Acton’un isabetli bir şekilde söylediği gibi “iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır.”
Özgürlükçü çoğulcu demokrasi yolunu terk etmeye yönelik başkanlık teklifi, TBMM Anayasa Komisyonu’ndan AKP’lilerin oylarıyla geçti. Komisyondaki görüşmelerde, muhalefetin söz hakkı baskı altında yok sayıldı. Şimdi TBMM Genel Kurulu’nda tartışılacak. Buradaki tartışmalar da oldubittiye getirilmek istenecek. Oysa demokrasilerde anayasalar yeterli süre içinde açık ve özgür tartışmalar yoluyla yapılır. Diğer bir mesele de, oylamanın anayasanın öngörüldüğü gibi gizli yapılmasının sağlanmasıdır. Bu konuda da özel bir çalışma yapmak, anayasaya aykırı oylamayı kabul etmemek gerekir. Oylamanın sonucu MHP milletvekillerinin vicdanına kalmış görünüyor. Ancak başkanlık önerisi TBMM’den geçse de sırada referandum olacak.
Olası referandum sürecinde, başta muhalefet partisi CHP olmak üzere HDP ve parlamento dışındaki demokrasi yanlısı herkese ve sivil toplum örgütlerine büyük görev düşecektir. Bu görev, AKP ve MHP’nin seçilmiş sultanlık önerisinin reddi için seferber olmaktır. Türkiye’nin insan haklarından, özgürlüklerden, eşitlikten, barıştan yani demokrasiden yana olan kesimlerin tecrübeleri, deneyimleri, inanmışlıkları ve yetenekleri bunu sağlayacak düzeydedir. Demokrasi güçleri Türkiye’nin uçuruma yuvarlanmasına izin vermeyecektir.
*Ercan KARAKAŞ
SODEV Onursal Başkanı
ercan.karakas@hotmail.com