Türkiye, AKP Hükümeti’nin, MHP desteği ile TBMM’den geçirdiği anayasa değişiklikleri için 16 Nisan’da referanduma gidiyor. Birçok değerli anayasa hukukçusunun ve siyaset bilimcinin de vurguladığı gibi, yapılmak istenen şey “basit bir sistem değişikliği” değil. Neredeyse 200 yıllık modernleşme, anayasal düzen kurma ve demokratikleşme yolunu terk etmek ve geriye doğru dönmek.
Erdoğan ile AKP, bu hamleyle, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı özgürlükçü çoğulcu laik ve sosyal bir sistemle, yani demokrasiyle bir ilişkisi olmadığını açıkça ortaya koydu ve referandum sürecini başlattı.
Ne yapmak isteniyor?
Bununla, her alanda başarısız olan 15 yıllık iktidarlarını sürdürmek ve hukuk önünde hesap vermekten kurtulmak istiyorlar. Önce “başkanlık sistemi” dediler. Biraz yakından bakınca sert kuvvetler ayrılığına ve denetim denge ilkelerine dayanan bu sistemin, istedikleri ölçüde keyfi ve sorumsuz yönetime izin vermediğini gördüler. Burhan Kuzu, bu durumu veciz biçimde “zavallı Obama” diye niteleyerek asıl niyeti açıklamış oldu.
“Türk tipi başkanlık” tanımlaması yapıldı. Sonra, halkın tarafsız, kucaklayıcı cumhurbaşkanı uygulamasını benimsemiş olduğunu gördüler ve başkanlık nitelemesini bir tarafa bırakarak “Cumhurbaşkanlığı sistemi” dediler. Tüm bunlar, getirilmek istenen sistemin ne ABD’deki gibi başkanlık ne de Fransa’daki gibi yarı başkanlık olduğunu gösteriyor. Getirilmek istenen, bir tek adam rejimi olup kayıtsız şartsız halka ait olan egemenliğin halktan geri alınmasıdır; halkın iradesinin temsil edildiği parlamentoyu etkisiz hale getirmektir. Oysa demokrasilerde halkın iradesi, halkın seçtiği parlamento tarafından kullanılır. Temsili demokrasinin gereği olarak parlamentonun yetkili ve güçlü olması gerekir.
Cumhurbaşkanı, üyelerinin önemli bir bölümünü bizzat kendisinin seçtiği milletvekillerinden oluşan parlamentodan rahatsız olduğunu açıkça beyan ederek, bu parlamentodan kurtulmak gerektiğini söylemiştir. Parlamentodan rahatsız olmak halkın iradesinden rahatsız olmak ve onu yok saymak demektir. Oysa demokrasilerde halkın iradesi ve o iradenin temsil edildiği parlamentolar, merkezi konumdadır. Hükümetler de onun içinden çıkar. Parlamentolar ayrıca, kendi içinden çıkan hükümetleri ve yürütmeyi denetleme göreviyle de yükümlüdürler. Keza, insanları eşitlik ve esenlik içerisinde yaşatmak için gerekli olan yasalar da parlamentolarda halkın temsilcileri olan milletvekilleri tarafından yapılır. Anayasa değişikleri önerme hakkı da milletvekillerine aittir.
16 Nisan’da referanduma sunulan anayasa değişikliği ile yapılmak istenen şey, TBMM’yi göstermelik bir kurum haline getirmek ve onun içinden çıkan hükümeti lağvetmek; yetkileri tek elde toplamaktır. Oysa Türkiye’nin ihtiyacı, TBMM’yi etkisiz hale getirmek değil güçlendirmektir. Bunun da yolu, partiler ve seçim yasasını demokratikleştirmekten ve milletvekillerinin, liderlerin değil halkın milletvekilleri olmalarını sağlamaktır.
Siyasetin demokratikleştirilmesinin yanı sıra, yargının da gerçek anlamda bağımsız kılınması gerekir. Bu ihtiyaçları yok sayıp yönetmeyi-yasamayı-yargıyı tek elde toplamak demokrasiyi öldürür. Çünkü demokrasilerde kuvvetler ayrılığı ve hukuk devleti, olmazsa olmaz ilkelerdir. Elbette özgür, eşit ve adil bir seçim sistemi de demokrasinin ön koşuludur. Türkiye bu konuda da sorunludur.
Dünyanın birçok ülkesinde neredeyse iki yüzyıllık birikime dayalı olarak, anayasal düzen ve parlamenter demokrasi yerleşik hale gelmiş bulunuyor. Elbette parlamenter demokrasini de değişen koşullara göre geliştirilmesi gerekiyor. “Demokrasinin demokratikleştirilmesi”, “derinleştirilmesi” vb. kavramların tartışılması, bunun sonucu ortaya çıkıyor. Özet olarak, demokrasi statik olmayıp geliştirilmeye açık bir sistemdir. Ama Türkiye’de AKP’nin referanduma sunduğu anayasa değişikliklerinin, demokrasinin eksiklerinin tamamlanmasıyla bir ilişkisi yok. Aksine, parlamenter demokrasi işlevsiz ve etkisiz hale getirilmek ve bir tek adam rejimi kurulmak isteniyor.
Gerçek çözüm demokraside
Oysa yapılması gereken şey, her zaman savunduğumuz gibi ülkemizdeki demokrasi uygulamasının eksikliklerini ortadan kaldıracak anayasal, yasal ve idari değişikliklere yoğunlaşmak olmalıdır. Tüm uluslararası endekslere göre, Türkiye yarı özgür, yarı demokratik bir ülkedir. Erdoğan-AKP anayasa değişiklik önerisi 16 Nisan’da halk tarafından onaylanırsa, Türkiye artık yarı demokratik ülkeler sınıfında da yer almayacak; otoriter, totaliter ülkeler grubuna konacaktır.
15 Temmuz darbesinden sonraki OHAL uygulamaları, Türkiye’yi uygar dünyadan koparmaktadır. Gazetecilerin, bilim insanlarının, muhalif kişilerin keyfi olarak tutuklanmaları ve kamu görevlilerinin nedensiz yere işlerine son verilmesi gibi hukuk dışı uygulamalar kopuşu hızlandırıyor. Referandumda “hayır” oyu çıkması bu bakımdan da yaşamsal öneme sahiptir. Türkiye’nin hızla yeninden demokrasi rotasına dönmesi buna bağlıdır.
Churchill’in ünlü sözüyle, “demokrasi, insanların bugüne kadar gördüğü yönetim sistemlerinin en iyisidir.” Hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasi, insanları, hem keyfi uygulamalardan hem de tiranlıktan koruyan uygar ve barışçıl bir yönetim biçimidir. Solun mücadelesiyle sosyal bir boyut da kazanan demokrasi, günümüzde cazibesini korumaktadır. Bunu bildikleri için, demokrasinin kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü gibi temel ilkelerinden çok uzakta olan, hatta onları yok etmek isteyen ve ayak bağı olarak gören siyasi kişiler bile diktatör suçlamasını kabul etmezler. Örneğin Hitler, 1936 yılında “Ben diktatör değilim” “Ben sadece demokrasiyi basitleştirdim” diyebilmiştir. Hitler gibi faşist diktatörlerin bu çarpıtmalarına inanan halkların başına gelen büyük felaketler unutulmadı.
Tüm yetkileri elinde toplayan, yürütme, yasama ve yargıyı tek başına belirleyen bir siyaset anlayışı sorunları çözemez, yeni sorunlar yaratır ve yıkıma neden olur. Türkiye gibi 80 milyonluk bir ülkenin son derece karmaşık olan siyasal, toplumsal, ekonomik ve güvenliğe bağlı sorunlarının çözümünü tek kişiden beklemek tam bir aldatmacadır. Nitekim kuvvetler ayrılığını yok sayan -ABD dışındaki- bütün başkanlık sistemleri sonuçta diktatörlüğe kaydılar. Latin Amerika ve Afrika, Asya bunun örnekleriyle dolu.
Umutsuzluk yok
Erdoğan ve AKP, anayasa değişiklikleri ile getirilmek istenen baskıcı sistemi savunamadığı için, demokratik sürecin terk edilmesine karşı çıkan demokrasi karalamaya çalışmaktadır. O nedenle demokrasi güçleri olarak, yapılmak istenenin, halkın iradesini bir tek kişiye teslim edilmesi girişimi olduğunu özellikle kararsız seçmenlere iyi anlatmamız gerekiyor.
Umutsuzluğa, korkuya kapılmaya gerek yok. Bu geriye gidiş girişimini önleyebiliriz. İki yıl önce kaybettiğimiz usta yazarımız, bilge insan Yaşar Kemal, 2011’de Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin kendisine verdiği Özel Onur Ödülü’nü alırken şunları söylüyor: “Diyorum ki, korkulmasın, bugünkü, bu gelip geçici duruma bakıp umutsuzluğa düşmenin bir gereği yok… Bugün hapishanelerde, mahkeme kapılarında veya mahkeme kapılarına gitmeyi beklerken mesleğinin ve insanlık onurunun hakkını verenler var. Onlar ve onların hakları için omuz omuza yürüyen, sesini yükseltenler insanlığımızın daha bitmediğini, vurdumduymazlığımızın bizi öldürücü hale getirmediğini kanıtlıyorlar. İnsanoğlu, umutsuzluktan umut yaratandır.”
Halkımız, 16 Nisan’da, anayasa değişikliklerine hayır diyerek ülkemizde yeni umutlar yaratacaktır; yeter ki bunu engellemeye yönelik oyunlara karşı uyanık olalım.
*Ercan KARAKAŞ
SODEV Onursal Başkanı
ercan.karakas@hotmail.com