Emre Özdemir – “Yeni Türkiye”: Davutoğlu’nun Hayalci Dış Politikası ile Nereye?

emre_ozdemir

 

 

 

 

 

 

Ahmet Davutoğlu; Dışişleri Bakanı ile Başbakan’ın altı buçuk yıl boyunca başdanışmanlığını takiben, beş yıl dört ay süren dışişleri bakanlığından sonra Türkiye Cumhuriyeti 62. Hükümeti’nin Başbakanı.
İstanbul Erkek Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi gibi Türkiye’de Batılı eğitim ekolünü temsil eden iki önemli okuldan mezun olmasına rağmen kendisine Batı’nın aydınlanmacı anlayışını değil, emperyal örgütlenmeci modelini şark motifleriyle harmanlayarak rehber edinen “teorisyen” olma sevdalısı…

Esasen Davutoğlu’nun yükselişi de burada başlıyor: Dış politika bilgisi son derece sınırlı bir cenah içinde modern eğitim altyapısıyla birlikte muhafazakarlığını korumuş belki de tek uluslararası ilişkilerci olması…
Bu durumun on iki yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı döneminde ve bilhassa Abdullah Gül’ün dışişleri bakanlığı sonrasında siyasetteki yansıması ise; Davutoğlu’nun fikirlerinin, söylemlerinin ve önerilerinin uluslararası ilişkilerde limitli bilgiye sahip bir başbakan tarafından koşulsuz kabul edilmesi olmuştur. Erdoğan, Davutoğlu’nun kulağa hoş gelen ancak içeriği boş fikirlerinin büyüsüne kapılmış; bu fikirleri sorgulayamamış, yorumlayamamış ve olduğu gibi kabul etmiştir.

Davutoğlu; söylem ve önerilerine Bakanlar Kurulu’ndan, AKP MKYK’sından veya partide görevli diğer sözde dış politika uzmanlarından itiraz görmeyince; muhalefet partilerinin, dışişleri bürokrasisinin ve sivil toplumun siyaseti dengeleyici yorum ve tavsiyeleri de cılız kalınca radikal politikalar üretmekten çekinmemiştir. Bu politikaların birçoğu, hayalci denebilecek kadar gerçekçi olmayan ve gücü aşan denemeler olmuştur. Ancak unutulmamalıdır ki, “deneme – yanılma” yönteminin en ağır bedel ödettiği alan dış politikadır. Davutoğlu’nun başbakanlığında tecrübe edilecek dış politikayı irdeleyebilmek için danışmanlığı ve bakanlığı dönemine bakmak gereklidir:
Ortadoğu’da hayalcilik

Davutoğlu’nun hayalci politikalarının en başında, geçmişte dikkatle korunan dengenin aksine, Türkiye’yi Sünni dünyanın bayraktarlığına soyundurmak gelmektedir. Dünya durdukça varolacak Şii-Sünni çatışmasına taraf olmanın Türkiye’ye fayda yerine zarar getireceğini anlamak için biraz İslam ve Ortadoğu tarihi bilmek yeterli olacakken Davutoğlu kendini, “Bizden habersiz Ortadoğu’da yaprak kıpırdamaz” diyebilecek kadar bu hayale kaptırmıştır.
Her iki mezhebin nüfusunun yoğun olduğu Irak ve Lübnan’ın içişlerine karışarak taraf olmak, Türkiye’ye vatandaşlarının rehin alınmasından başka sonuç getirmemiştir. Suriye’de Esad’ın şiddet içeren eylemlerine karşı olmak doğrudur; ancak, bunu Nusayri azınlığın Sünni nüfusun çoğunluğu oluşturduğu bir ülkede iktidar olma meselesi haline getirmek, son derece hatalı ve tehlikelidir. Bu durum ayrıca şu soruyu akıllara getirmektedir: Madem Türkiye, Suriye meselesine AKP Hükümeti’nin iddia ettiği gibi insani açıdan bakmaktadır, bu durumda Şii çoğunluğa sahip Bahreyn’de halk üzerinde acımasızca şiddet uygulayan Sünni iktidara neden tepki verilmemiştir?

Ortadoğu’da mevcut rejimler çökerken, yerine gelmesi planlanan AKP tarzı İslamcı örgütlenmelerin liderliğini Türkiye ve AKP’nin yapacağına inanmak, bu ülkelerin iç dinamiklerini bilmemek değil midir? Kahire Büyükelçisi’nin ordunun Mursi’ye darbe yapmayacağını öngördüğü kriptosundan 24 saat geçmeden darbenin gerçekleşmesi bile tek başına bu dinamiklerin anlaşılamadığını göstermektedir.

Sünni bayraktarlığı politikasını İsrail karşıtlığı üzerinden kurma çabaları ise maalesef dokuz Türk vatandaşının canına mal olmuştur. Bendeniz, sosyal medyada, Mavi Marmara Gazze’ye doğru yola çıkarken eğer bu fikirden vazgeçilmezse ölümlerin olacağını öngörmüşken; Davutoğlu ya İsrail’i, İsrail savunma kuvvetlerini ve yapabileceklerini algılayamayacak kadar basiretsizdir ya da bunu bilmesine rağmen ucuz politik hesaplar için vatandaşlarının ölümüne göz yummuştur. Ben ilk varsayımın geçerli olduğunu düşünmek isterim…

İsrail’in Mavi Marmara’nın Gazze’ye yanaşmasına izin vermeyeceği ortada iken AKP Hükümeti, pek çok alanda benimsediği “kervan yolda düzülür” mantığıyla İsrail’in esneyeceğini mi düşünmüştür? Mavi Marmara’nın yola çıkmaması için gelen uluslararası telkinlere bunun bir sivil toplum inisiyatifi olduğu ve devlet olarak karışılamayacağı söylenirken, nasıl oluyor da Mavi Marmara’nın ikinci seferi aynı yönetim tarafından önlenebilmiştir?
İsrail ordusunun bilinen modern ülke ordularından ayrıştığı, “dur” ihtarının bile olmadığı, onlar için güvenlik kaygısının hukuksal önceliklerin önünde olduğu bilinmemekte midir? Yoksa orada ölümlerin olabileceği öngörülmüş, ancak bundan siyasi çıkar sağlama hedefi mi güdülmüştür?..

Komşularla “sıfırlanamayan” sorun

Davutoğlu’nun bir diğer hayalciliği de “Komşularla sıfır sorun” mottosudur. Burada komşu olarak sadece sınır paylaşılan ülkeler değil, tüm Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya coğrafyası kastedilmiş ve aslında Davutoğlu bu politikayı, bölge ülkelerinin pek çoğunu yöneten diktatörlerle iyi ilişkiler kurma yoluyla tesis etmeyi planlamıştır. Ancak bu politikanın ürünüdür ki Başbakan Erdoğan, Kaddafi Uluslararası İnsan Hakları Ödülü alan son kişi olarak tarihe geçebilmiş (!); Türkiye, Kaddafi ve Mübarek’in devrileceği kesinleşene kadar duruş sergileyememiştir. Kaddafi devrildikten sonra Trablus’ta muhalefet temsilcileriyle cuma namazı kılıp miting yapmak ise sadece iç kamuoyunda ciddiye alınan bir fotoğraf olmuştur. Tüm dünya Esad’la mesafeli iken kurulan ilişki, ortak kabine toplantıları ve askeri tatbikatlar da bu minvaldedir.

AKP dış politikasının süreç yönetme yeteneksizliğinin somut göstergelerinden birisi ise Ermenistan’la sınır açılması girişimleri ve Azerbaycan’la ilişkilerdir. 2009’da Ermenistan sınırının açılma girişimlerinin doğru yönetilememesi sebebiyle Azerbaycan’la ilişkiler son derece güvensiz bir noktaya gelmiştir. Bunun tek nedeni ise dış politika acemisi olmaktır; zira tarihsel geçmişi olan konuların olgunlaşması için çaba sarfedilmeden, ilgili taraflarla görüşülerek gerekli zemin sağlanmadan yapısal sorunların bugünden yarına çözülebileceği yanılsaması yaşanmıştır. Gerekli zemin sağlanmadığı için de Azerbaycan’ın ilk tepkisiyle geri adım atılmış, esasta başarılı olabilecek bir politika usulde bozulmuştur.

Avrupa Birliği’ne üyelik ise Davutoğlu’nun umrunda bile olmamıştır. Müzakerelerin mevcut seyrinden (seyirsizliğinden) memnuniyet duyularak, üyelik sürecinin ilerlemesine yönelik kasten pozisyon alınmamış, değişen enerji denklemlerine rağmen Kıbrıs meselesi bir türlü öncelik olamamıştır. Türkiye, AB ve üyeleri nezdinde düzenli olarak itibar yitirmiştir. 30 Eylül 2012’deki AKP Kongresi’ne Avrupa’dan katılan tek yetkilinin, Avrupa karşıtı ve AB ruhuna muhalif Avrupa Parlamentosu Muhafazakar Grubu’nun başkanı olması manidardır.

Davutoğlu’nun 2005 yılında NATO’dan çıkmanın Türkiye’yi Ortadoğu’da kuvvetlendirmek için faydalı olacağını dile getirmiş olması, “Türkiye’yi merkeze alıp yeni düzen kuran kişi” ve “tarih yazan teorisyen” olmak gibi kişisel tatmin duygularının ülke menfaatlerinin önüne geçmesidir.

İç siyasetten bağımsız dış politika? Davutoğlu ile Türk dış politikası nereye?

Davutoğlu’nun bir diğer yetersizliği de, içeriyi takip etmeyen bir uluslararası ilişkilerci olmasıdır. Halbuki dış politikadaki güç ancak iç politikayla doğru orantılıdır. Kürt sorununu çözememiş, barışçıl eylemlerde kendi halkına şiddet uygulamaktan çekinmeyen bir yönetimin demokrasi ve insan haklarıyla ilgili uluslararası söylemleri ne derece ciddiye alınabilir? Davutoğlu, bakanlığı süresince sadece kendi işine odaklanmış, ona karışan da olmayınca Türkiye’nin gücünü aşan, gerçeklerinden kopuk sadece fotoğraf verme meraklısı bir dış politika yürütmüştür.

Uluslararası ilişkiler, salt akademik bakışa tahammül edemeyecek kadar dinamiktir. Davutoğlu’nun da akademik analiz dışında bir bakış açısına sahip olamaması, olaylara şablonlar üzerinden bakması ve hızla değişen şartlara göre kendini yenileyememesi, Türk dış politikasına bedeller ödetmiştir. Ancak tüm bu hezeyanların baş sorumlusu, 62. Hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir. Davutoğlu’nun on iki yıldır sürdüğünü belirttiği “restorasyon süreci” aslında yalnızlaşılan ve bu yalnızlığın hiç de değerli olmadığı bir dönemdir ve esasen en başta bu sözde restorasyon döneminin restore edilmesi gereklidir.

Ancak bu kötü dönemin mimarı olarak, kendisi üzerinde tahakküm kuracak cumhurbaşkanının yöntemini benimseyerek dışişleri bakanı üzerinde tahakküm kurması beklenen Davutoğlu’nun, dış politikadaki hülyalarına başbakanlığı döneminde de devam etmesini beklemek sürpriz olmayacaktır.

Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla başladığı iddia edilen ve “Yeni Türkiye” olarak isimlendirilen süreçte Türkiye’ye dış politikada ağır bedeller ödeten kişinin terfi alması, yaptıklarının onaylanması anlamına gelmektedir. Bu sebeple, geçmişteki hatalardan ders almak yerine, hataların artacağı bir dönemi beklemek hiç de gerçekdışı olmayacaktır.

Öngörülemeyen dış politika hamleleriyle ABD ve AB tarafından ciddiye alınmayan, coğrafyasında “istenmeyen adam” ilan edilen bir ülkenin dış politikadaki yalnızlığının artacak olduğunu not etmek gereklidir…

*Emre Özdemir,
Bağımsız analist,
emre@emreozdemir.net

Bir cevap yazın