Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin dış politika başarısızlıklarının ana nedenlerine ve “Türk Dış Politikası”nın “AKP Dış Politikası”na dönüşünün temeline baktığımızda karşımıza şu olgular çıkmaktadır:
. Geçtiğimiz yazılarımızda sıkça irdelediğimiz gibi dış politikanın iç siyasete alet edilmek için yapılması; yani iktidarın başlangıcında meşruiyet aracı, sonrasında ise seçmen kitlesini konsolide etme amacı. Haliyle parti ve partiyle ilintili kişilerin çıkarının -ABD ile ilişkilerin Halkbank/Zarrab davası sarmalına indirgenmesi örneğinde olduğu gibi- ülke çıkarının önünde tutulması.
. Profesyonelliğin göz ardı edilerek, teknik analizler yerine “Gelin ata binmiş, ya nasip demiş” anlayışı.
. Önceki maddenin sonucu olarak, aşağıdan yukarıya politika yapma ve senaryolar üzerinde çalışarak varılan karar alma süreçlerinin değişimi ve insan kaynağının kötüye kullanımı ile Dışişleri Bakanlığı’nın zayıflatılması ve hatta rolünün sembolik hale getirilmesi.
. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile yapılan değişikliklerle -diğer alanlarda olduğu gibi- politika yapma sürecinin net şekilde Cumhurbaşkanı ve dar kadrosunun tekeline girmesi
Bu yazımızda, sorunun en önemli kaynaklarından birisi olarak görebileceğimiz ve yukarıdaki 2, 3 ve 4. maddeleri kapsayan yapısal ve kurumsal çöküntüyü ele almaya çalışacağız.
Mukayeseli olarak Dışişleri Bakanlığı bürokrasisi
Hariciyemiz yani Dışişleri Bakanlığımız, AKP dönemi öncesinde Türk Dış Politikası’nın yönünün belirlenmesi ve uygulanmasında tek değilse de başat kurumdu.
Bakanlık, işinin doğası gereği özgün bir personel seçim sistemine sahip, kurum kültürü olan; seçilen personelin usta-çırak ilişkisi içerisinde ve devlet terbiyesinde yetiştirildiği bir yerdi. Personel, genellikle konuşmadan önce susmasını, düşünmeden konuşmaması gerektiğini bilen kişilerden oluşurdu.
Bahsettiğim devlet terbiyesi, Dışişleri Bakanlığı meslek memurlarının çoğunun siyasi iradeye saygı duyduğu, geride kalınması gereken yerde geride durmayı bilen; siyasetin de Bakanlığın tecrübe ve bilgisine saygı duyduğu bir dengeli ilişkiyi getirmişti. Bakanlık personeli Cumhuriyet kazanımlarının bilincinde hareket ederdi…
İşte AKP’nin, ilk dönemlerinde olmasa da –zira daha önce zayıflatılması gereken başka devlet kurumları vardı (!)- rövanşist duygularının bir müddet sonra kendisini gösterdiği kurumlardan birisi de Dışişleri Bakanlığı oldu.
Bakanlık zafiyetleri nelerdi?
İlk eleştiriyi Bakanlığın kendisine yaparak başlayalım. Bu süreç kapıya dayandığında Bakanlığın her zaman var olan bazı zafiyetleri bu sürecin hızlanmasına sebebiyet verdi.
Dışişleri Bakanlığı’nda, istikbal beklentisi içinde kendi atamalarını riske atmamak için siyasi irade karşısında risk almayan kıdemli meslek memurları hep olagelmişti. AKP yönetimi bunu idrak ettiğinde Bakanlığın işine daha çok karışır olmuş ve adım adım mevzi kazanmıştı. O dönemin bazı kıdemli memurlarının ülkenin geleceği yerine önemli bir başkente atanma hülyalarını tercih etmiş olmaları ve gerektiği alanlarda net duruş sergilememiş olmaları, Bakanlığın pasifize edilme sürecini hızlandırmıştı. AKP yönetiminde 10-15 yıl hem merkezde önemli görevler ifa etmiş hem de mühim başkentlerde büyükelçilik yapmış pek çok emekli büyükelçiye sohbetlerimizde yönelttiğim “Dış politika bu kadar kötüye giderken, Bakanlık niçin engelleyemedi? Engellemek için uğraştı da sözü mü dinlenmedi, o zaman istifa da bir duruş değil midir?” sorularına tatmin edici cevaplar alamadığımı ifade etmem gerekir. Kısacası, bu kritik görevlerdeki kişilerin “Aman ben şu önemli başkente atanayım da, emekli olduktan sonra eleştiririm” anlayışı, Bakanlığın hata yapmasını bekleyen siyasi irade karşısında mevzi kaybedilmesine sebep olmuştur.
Nabi Şensoy duruşu
Elbette dik duruş gösteren kıdemli meslek memurlarımız da olmuştur. Vaşington Büyükelçiliği gibi en önemli büyükelçilik görevinde bulunan rahmetli Nabi Şensoy, Aralık 2009’da, kendisinin de ciddi katkısıyla güçlenmiş bulunan Türkiye – ABD ilişkileri döneminde, zamanın başbakanı Erdoğan ziyaret için ABD başkentindeyken inandığı doğrular uğruna istifa mekanizmasını işletmiştir. Rahmetli Şensoy, zaten bir süredir Dışişleri’nin yönetiliş şeklinden ciddi şekilde rahatsızdı. Erdoğan ve dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu arasında Başkan Obama ile yapılacak görüşmeye kimlerin katılacağına dair ihtilaf, Şensoy baypas edilerek Erdoğan’ın danışmanları tarafından Beyaz Saray’a iletilmiş, bunun üzerine Bakan Davutoğlu ve Büyükelçi Şensoy arasında yaşanan gerilim, Şensoy’un dosta-düşmana mesaj verir şekilde istifa etmesine yol açmıştır.
2006’da ise Erdoğan’ın Berlin’de dönemin Büyükelçisi Mehmet Ali İrtemçelik’i pasaport fotoğrafı genelgesi ile ilgili bir durum sebebiyle herkes içinde azarlaması ve neticesinde istifa eden İrtemçelik’in, bu kararından ancak dönemin Cumhurbaşkanı Sezer tarafından vazgeçirilmesi not edilmelidir.
Rövanşın kemikleşmiş hali: Dışarıdan büyükelçi atama ve yandaş personel alımı
AKP Hükümeti, sözünü ettiğimiz rövanşı dışarıdan büyükelçi atama yoluyla sağlamaya çalışmıştır. AKP öncesinde çok istisnai durumlarda yapılan dışarıdan büyükelçi atamaları, son dönemde kritik başkentlerde tam yandaş büyükelçiye sahip olma veya siyaset sahnesinden el çektirmek istedikleri isimlere “pozisyon” bulma amacını taşımaya başlamıştır. Bu durum, Bakanlık içindeki tayin-tercih sistemini yerle bir etmiş, dört yıllık dış görev sürelerine de uyulmamasına sebebiyet vermiştir.
Bakan Çavuşoğlu Ocak – 2019’da Meclis Dışişleri Komisyonu’nda gelen eleştiriler üzerine “Kimse kusura bakmasın en iyi, en başarılı büyükelçilerimiz dışarıdan atadıklarımız” gibi son derece ölçüsüz ve subjektif bir yorum yapabilmiştir. Bu yorum sonrası kariyer memurlarının içine girdiği hissiyatı düşünebilir misiniz?
Türkiye’nin en iyi okullarında okuyan, kimisi devlet bursuyla yurtdışında yüksek lisans yapmış ve tüm hayatını bu kariyere adamak uğruna ailelerinden uzakta görev yapan bir genç meslek memurunun başına bir günde Egemen Bağış (Prag), Ozan Ceyhun (Viyana), Merve Kavakçı (Kuala Lumpur), Şaban Dişli (Lahey) gibi her açıdan tartışmalı isimler atanabiliyorken, o memurun işine yönelik motivasyon, konsantrasyonunun ve arzusunun ne yönde değişeceği aşikardır.
Belirli dönemler için çok istisnai ve elzem durumlarda dışarıdan büyükelçi atanabilir. Örneğin Vaşington’a, bilhassa Demokratlar iktidara geldiğinde Muhtar Kent’i atayabiliyorsanız buna kimse itiraz etmez. Ancak AKP her konuda olduğu gibi bu konuyu da kendine yontmuş ve Bakanlığı politize etmiştir.
Kendisinden olmayana güvenmeyen AKP, her kurumda kadrolaştığı gibi, Dışişleri Bakanlığı’na yeni alımlarda da kadrolaşmaya önem göstermiştir. Bunun neticesinde 2010-13 yıllarındaki sınavlarda usulsüzlükler de yapılarak FETÖ mensupları Bakanlığa yerleştirilmiş veya terfi ettirilmiş, Bakanlığın kıdem ve hiyerarşik yapısı iyice bozulmuştur. Ayrıca liyakati olmayan ve yabancı dili kullanma problemi bile yaşayan memurların sayısı artmıştır.
Bürokrasinin siyasallaşması
Bakanlık içinde bir de bürokratların şahsi gelecek kaygısıyla siyasallaşması söz konusudur. Meslek memurunun nerede durması gerektiğini bilmeyen ve şahsi geleceği uğruna devletinin değil hükümetin çıkarını önceleyen Bakanlık mensuplarının varlığı da bir gerçekliktir. Bu duruma çok uygun düşen bir örneği somut tecrübem eşliğinde paylaşmak isterim…
2005-2006 yıllarında Jean Monnet Bursiyeri olarak Belçika’da yüksek lisans yapmaktaydım. Yüksek lisans için sadece Belçika’yı tercih etme nedenim, zaten içinde bulunduğum Türkiye’nin AB üyelik süreci odaklı sivil toplum çalışmalarını bir yıllık yüksek lisans boyunca Brüksel’de devam ettirmekti. Bu minvalde Brüksel’de AB ile ilgili alanlarda yüksek lisans / doktora / staj yapan Türk gençlerini bir araya getirdiğimiz ve isim babası TÜSİAD’ın Brüksel Temsilcisi olan “Turkish Youth Network – Brussels (Türk Gençlik Ağı – Brüksel)” adında bir oluşum gerçekleştirdik. Daha önce benzeri kurulmamış bu oluşum, kısa süre içerisinde hem Türk gençleri arasında hem de Brüksel çevrelerinde teveccüh gördü. Bunu Avrupa Parlamentosu’nda (AP) bir toplantıyla taçlandırmak istedik. İçeriği oluşturduk. Maksadımız Türkiye’nin gençliğinin Avrupa’nın geleceğine olan katkısına vurgu yapmaktı. Bu sebeple toplantı başlığını “Türk Gençliği ve Avrupa’nın Geleceği”koyduk.
Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn’e Aralık -2005’te Helsinki’deki bir toplantı sonrasında bu oluşumumuzdan ve toplantı fikrimizden bahsettim. Çok ilgisini çekti, seve seve katılacağını belirtti. Ama mütekabiliyet gereği son derece haklı bir şartı vardı: “Benimle birlikte ya Abdullah (Gül – Dışişleri Bakanı) ya da Ali (Babacan – Baş müzakereci) olmalı. Tarihi onların önceliklerine göre saptayabiliriz. Sizden haber bekliyorum…”.
Brüksel’e döner dönmez Türkiye’nin AB Daimi Temsilciliği’nin sivil toplum ve basından sorumlu birinci katibine Ankara’ya ulaştırılmak üzere resmi davet mektuplarını ilettim. Davet için AB Daimi Temsilciği’ni atlamamak adına Ankara’ya direkt ulaşmadım ve tarihi netleştirmek için Ankara’dan cevap beklemeye başladık. Devamlı hatırlatmalarıma rağmen bir türlü cevap gelmeyince, tarihi, salon müsaitliğine göre 27 Nisan 2006 olarak belirledik. Aynı zamanda AP’ye akredite lobici olduğum için, tarihi belirler belirlemez, Avrupa Parlamentosu grup başkanları, AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu üyeleri ve Türk asıllı AP üyelerinin katılımını organize etmek çok zor olmadı.
Vakit iyice daralmışken, daimi temsilcilikteki birinci katip Ankara’dan hiç haber gelmediğini iletti. Ben de Olli Rehn’in ofisine durumu bildirdim ve böylece ikinci aşamaya geçmek zorunda kaldık. O da, Komisyon tarafından Türkiye Masası Şefi Jean-Christophe Filori ve Türkiye’nin AB Daimi Temsilcisi’nin davet edilmesiydi. Zaten girişimden haberdar olan Filori, davet e-postasını almasının yarım saat sonrasında daveti kabul ettiğini içeren bir dönüş yaptı. Artık programı çıkmak için daveti ilettiğimiz bizim büyükelçinin dönüşünü bekliyorduk. Yine uzun bir bekleyiş ve muğlak sürecin sonunda toplantıya çok az bir süre kala sadece Türk büyükelçisinin yanında -konfirme edilecek- ve diğer tüm konuşmacıların kesinleştiği programı paylaştık. Aynı gün birinci katip aradı, büyükelçinin bu duruma çok kızdığını “Hiçbirimiz gitmez, görürler” dediğini iletti. Düşünün; tek amacı karşılıksız bir şekilde Türkiye’nin AB üyelik sürecine katkı yapmak isteyen biz, tüm Brüksel çevrelerinden ilgi görürken, görevi bu sivil inisiyatiflere de hizmet etmek olan büyükelçi sebebini o zamanlar anlayamadığım şekilde zorluk çıkarıyordu. Avrupa Komisyonu yetkilileri, bu toplantıda bir türlü konfirmasyon vermeyen tek kişinin Türk tarafında olmasına şaşırıyordu. Bizim zaten Büyükelçilik’ten tek beklentimiz gölge etmemesi ve bu sivil toplum inisiyatifine saygı duymasıydı. Ama ne mümkün? Çünkü ben ve arkadaşlarım AKP hükümetinin yandaşı değildik! Halbuki yaptığımız şey tüm iç siyasi farklılıkların üstünde olmalıydı…
Neticede toplantıdan sadece iki gün önce yapılan yukarıda bahsettiğim telefon konuşmasında bahsi geçen birinci katip, Büyükelçi’nin gelmeyeceğini, kendisinin konuşmacı olabileceğini söyledi. Mecburen, “tamam” dedim. Avrupa Komisyonu da mütekabiliyet esasına göre Türkiye Masası’ndan bir uzman gönderdi.
Toplantıdan aylar sonra öğrendiğimize göre ise bu birinci katip bahsi geçen davet mektuplarını Ankara’ya zaten hiç iletmemişti… Çünkü gayesi başkaydı… Böylece hayatında ilk defa AP’de konuşmuş oldu…
Bahsi geçen birinci katip, 2008’de dönemin AB Bakanı Egemen Bağış’ın müşaviri oldu, 2018’de de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile oluşturulan ve son derece siyasi bir pozisyon olan Dışişleri Bakan Yardımcısı ve AB Başkanı görevine getirildi. Bahsi geçen büyükelçi de 2011’de Dışişleri’nden istifa ederek AKP’den milletvekili oldu. 2018’e kadar devam eden AKP milletvekilliği içerisinde AB Bakanlığı ve baş müzakerecilik yaptı…
İşte bu somut hadise, hem Bakanlık içindeki siyasetçi olma hülyası taşıyıp Bakanlık içinde disiplini bozan meslek memurlarına hem de ülke çıkarı yerine siyasetin çıkarı ile şahsi çıkarın harmanlandığı bir duruma çok yerinde bir örnektir…
2018 Değişiklikleri
Bakanlığa son tırpan ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile beraber 2018’de yayınlanan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile vurulmuştur. Her bakanlıkta olduğu gibi Dışişleri Bakanlığı’nda da müsteşarlık kaldırılmıştır. Halbuki her daim Bakanlık içinden yetişen ve profesyonel kadronun amiri olan müsteşar belki de en çok Dışişleri Bakanlığı için gereklidir. Ancak siyasi/yandaş bakan yardımcılıkları atamaları ile bu pozisyona son verilmiştir.
Daha önce kanunen diğer kamu kurum ve kuruluşlarının yurtdışındaki temsilcileri veya birimleri -hiyerarşik olarak bağlı bulunmamakla birlikte- yürüttükleri faaliyetler bağlamında büyükelçinin gözetimine tabi ve bu faaliyetler hakkında büyükelçiyi bilgilendirmekle yükümlüydü. Bu süreç, 2018’de diğer kamu kurum ve kuruluşlarının yürüttüğü faaliyetlerin eşgüdüm yetkisine indirgenmiştir. Yine aynı değişikliklerle “Siyaset Planlama Genel Müdürlüğü” kaldırılmış; yerine “Politika, Analiz ve Eşgüdüm Genel Müdürlüğü” getirilmiştir.
Böylelikle Bakanlığın politika yapıcılığı bitmiş, yetki Cumhurbaşkanlığı’nda toplanmış, yabancı dış politika çevreleri de Bakanlık hatta Bakan yerine Cumhurbaşkanlığı temsilcilerini önemser olmuş ve bu da Bakanlığın güçsüzlüğünün aşağıya doğru hissedilmesine sebebiyet vermiştir.
Organizasyonel iklim
Şimdi tüm bu çerçeve içinde memleketinden uzakta görev yapan donanımlı ve vatansever Dışişleri Bakanlığı meslek memurlarının yerine koyun kendinizi. Bir dönem Ankara’dan gelen talimatla FETÖ okullarının rahat çalışabilmesi için lobi yapmak zorunda kaldılar. Aynı memurlar, aynı dönem görev süresi içerisinde yine Ankara’dan gelen talimatla, bu kez de okulların terörist yuvası olması sebebiyle kapatılması için çalışmaya başladılar. Başlarında da dışarıdan atanan liyakatsiz bir büyükelçi ve belirsiz bir gelecekle… İşte her kurumun sahip olması gereken doğru örgütsel iklimin yerle bir olması diye buna denebilir… Bu olumsuz örgütsel iklim de, yapısal ve kurumsal çöküşün nedeni olmaktadır.
*Emre ÖZDEMİR
Bağımsız Analist
emre@emreozdemir.net