“AB üyelik süreci en az üyeliğin kendisi kadar önemlidir…“
Bu cümle, 17 Aralık 2004’teki Türkiye’yle müzakerelerin başlamasının yolunu açan tarihi Avrupa Birliği (AB) Zirvesi’nin sonunda, o zaman çalıştığım sivil toplum kuruluşu için yazdığım basın bülteninin başlığı idi…
Güncel polemikler, Şangay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) AB’ye alternatif gösteril(ebil)mesi, Avrupa Parlamentosu’nun (AP) kararı için “sembolik, yaptırım gücü yok” derken başkanının söylediklerinin en üst seviyeden muhatap alınabilmesi ve en nihayetinde sanki trafikte kavga eder gibi “Sen kimsin”lerin havada uçuşabilmesi üzerine biraz hafıza tazelemenin yerinde olacağını düşündüğümden bu yazıyı kaleme almak istedim.
17 Aralık 2004 günü -ve hala bugün de- AB’ye üyelik sürecinin en az üyeliğin kendisi kadar önemli olduğunu düşünüyordum; zira AB’nin ne olduğunu ve ne olmadığını aklımdan çıkarmayarak, ülkemizin daha müreffeh olmasını isteyen ve onun geleceğini düşünen bir insan olarak, bu sürecin kazanımlarını önemsiyordum.
Ülkemiz, yapması gereken siyasal ve ekonomik reformları kendi başına hayata geçiremediğinden AB’ye katılım müzakerelerinin, ihtiyaç duyulan “disiplinli dinamizm”i getireceğine inanıyordum. Böylelikle bu süreç içerisinde AB’nin temel prensiplerini özümseyerek; hukukun üstünlüğüne bağlı, daha demokratik ve daha çoğulcu olma yolunda ilerleyebilecektik.
AKP için AB?
Biliyorduk ki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) için AB’ye üyelik süreci ülkenin yerleşik güçlerine karşı kendisini meşrulaştırma aracıydı. Ancak AKP geçici, Türkiye’nin iki asırdan fazladır devam eden Batılılaşma yani modernleşme, yani çağdaşlaşma süreci/mücadelesi gerçek ve kalıcıydı.
AKP liderleri ve yöneticileri AB’nin ne olduğunu ve ne olmadığını bilmediğinden, zaten onlardan AB’nin temel değerleri olan insan hakları, eşitlik, düşünce özgürlüğü, hukukun üstünlüğü ve laiklik ilkelerini anlamasını ve özümsemesini beklemedik. Onlar; AB denilince, iki dünya savaşıyla ağır yaralar almış Avrupa kıtasında önce yeni bir savaşı önleyen, akabinde de ekonomik ve siyasal derinleşmeyle tüm kıtada barışın ve demokrasinin kalıcı olmasını amaçlayan bir birliği değil, “fon” veren bir kurumu anladığından kendilerini açık etmeleri de uzun sürmemişti.
Avrupa, ilk şokunu, 15 Kasım 2005’de dönemin Başbakanı Erdoğan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Leyla Şahin Davası ile ilgili olarak türbana kamusal alanlarda izin verilmemesinin insan hakları ihlali olmadığına dair kararı hakkında “Ulema karar verir” dediğinde yaşamıştı.
Bunun öncesinde (2002-2005) ise Avrupalı siyasetçiler ve kamuoyu, AKP yöneticilerinin geçmişini gözardı eden analizlerle AKP’nin Türkiye’yi demokratik bir ülke haline getireceğine inanıyorlardı. Henüz Davutoğlu sivrilmemiş; Türkiye, kendini Ortadoğu’daki ihtilafların ve iç meselelerin tarafı haline getirmemişti…
Üzülerek belirtmek isterim ki Avrupalıların bu yanlış analizinde, AKP’nin ve onun kullandığı kesimlerin meydanı boş bulmuş olmasının da rolü büyüktür. O dönemde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ilginç bir yol izlemiş; muhataplarına, ne Türkiye’yi ne de kendisini anlatabilmişti.
O sıralarda AKP’nin kullandığı kesimler bugün hala “2003-2009 arasında Türkiye parlayan yıldızdı, Allah Allah ne olduysa ondan sonra oldu” diyebilen, Türkiye’yi doğru okuyamayan, bu ülkenin tarihini ve sosyolojisini bilmeyen, Davutoğlu’nun hülyalarına kapılan “yetmez ama evetçi”lerdir. Biz ise, o günlerde ülkemizin AB üyeliğini savunurken, AKP’nin çok geçmeden aslına/özüne döneceğini; işte tam da bu sebeple AB üyelik sürecinin sağlıklı ilerlemesinin çok önemli olduğunu söylemiştik. Gelinen durum maalesef bizi haklı çıkarmıştır…
Brüksel’den bir tecrübe
AB’nin, yukarıda bahsettiğim ilk şoku yaşadığı dönemde, Türkiye’nin AB’ye katılımı hedefinin peşinden koşan bağımsız sivil toplumun bir temsilcisi olarak Brüksel’de, hem Avrupa Parlamentosu’na (AP) akredite lobici idim hem de Jean Monnet bursu ile yüksek lisans yapmaktaydım. Avrupalı muhataplarımıza, en saf vatansever Saiklerle, Türkiye’nin AB’ye katılımının Avrupa’ya getireceği katkıları anlatmaya çalışıyorduk.
Bugün neler olabileceğini o günlerden gördüğümü anlatan bir tecrübemi müsaadenizle burada paylaşmak isterim.
Brüksel’de olduğum dönemde, TÜSİAD Brüksel Temsilciği’nin de lojistik katkılarıyla, “Turkish Youth Network-Brussels” adında Belçika ve civarı ülkelerde eğitim gören ve AB kurumlarında staj yapan Türk gençlerini biraraya getirdiğimiz bir platform kurmuştuk. AP’deki bağlantılarımız sayesinde, Nisan 2006’da, AP’nin en büyük salonlarından birinde “Türk Gençliği ve AB’nin Geleceği” başlıklı bir toplantı düzenlemiştik.
Aylar öncesinden başlayan hazırlıklar çerçevesinde, Helsinki’deki görüşmemiz esnasında dönemin Avrupa Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn’den toplantımızda konuşmacı olması için teyit almıştım. Rehn, inisiyatifi çok beğenmiş; samimi bir Avrupalı siyasetçinin saflığıyla Türkiye’deki herkesin bu oluşuma destek vereceğini düşünmüş ve mütekabiliyetin de sağlanması için dönemin Başmüzakerecisi Babacan veya Dışişleri Bakanı Gül’ün de katılması gerektiğini belirtmişti. İnisiyatifimiz adına, toplantı tarihinin Babacan veya Gül’ün programına göre bile şekillenebileceğini belirten notumuzla beraber resmi daveti Türkiye’nin AB Daimi Temsilciliği’ne 3-4 ay önceden iletmiştik. Takiplerimize rağmen bir türlü müspet veya menfi cevap gelmemekteydi ve toplantıya bir hafta kala öğrendiğimize göre davet Daimi Temsilcilikte hasır altı edilmişti. Bunu yapan dönemin büyükelçisinin şu anda AKP milletvekili ve yakın zamana kadar AB Bakanı olduğunu; bunda payı olan bir diplomatın da sonradan Daimi Temsilcilikte büyükelçiliğe atandığını belirtirsem sanıyorum daha fazla detay vermeme gerek kalmaz. Avrupa Komisyonu ve AP’nin üst düzey isimlerinin yoğun ilgi gösterdiği bu düzenleme, hükümete yakın olmadığımız ve bağımsız olduğumuz için sivil toplumun ne olduğunu anlamayan siyasetçi olma meraklısı bürokratlar tarafından engellenmeye çalışılmıştı. (Bu arada, toplantıya davet ettiğimiz CHP yöneticilerinden de yanıt alamadığımızı not etmeliyim.) Rehn bu durumda toplantıya katılamamıştı, ancak biz yine de yüksek profilli AP milletvekillerinin katılımıyla ve tamamı dolu olan salonda etkinliğimizi gerçekleştirmiştik.
Türkiye’nin modernleşme süreci ve Şangay İşbirliği Örgütü?
Bugün AKP’nin ŞİÖ’yü AB’ye alternatif gösterirken düştüğü komik durum, hem Türkiye’nin iki asrı aşan tarihini hem Avrupa’yı hem de ŞİÖ’yü bilmemesinden kaynaklanmaktadır. “Ticaretimizin şu kadarı AB ülkeleri, bu kadarı ŞİÖ ülkeleri ile” türünden anlamsız karşılaştırmalarda AB’nin baskın çıkıp çıkmamasının önemi olmadığı gibi, Avrupa ülkelerinin refah, eğitim, sağlık, kültür, özgürlük endeksleriyle ŞİÖ ülkelerininkini karşılaştırmaya bile gerek yoktur.
Bugün Türkiye’nin hangi kampta olduğuyla ilgili tartışmalar da laf-ı güzaftan ibarettir. III. Selim dönemine kadar götürebileceğimiz Batılılaşma sürecimiz -dönem dönem yavaşlasa da- kesintiye uğramamış, en saygın ve kararlı dönemini de Atatürk önderliğinde Cumhuriyet’in ilk yıllarında tecrübe etmiştir. Bağımsızlığımızı yeniden kazanmak için mücadele ettiğimiz ülkelerin medeniyet safında yer alma tercihi, iki dünya savaşı arasında Avrupa gitgide faşizme kaymasına rağmen değişmemiş; “muasır medeniyetler seviyesi”ne ulaşmak, Türkiye’nin geleceği için çatı tercih olmuştur. AB üyeliğini veya üyeliğe hazır hale gelebilmeyi de bunun nişanesi / vücut bulması olarak görmek gereklidir.
Gelinen noktada AB’nin hiç mi suçu yoktur? Elbette vardır. AB ciddi bir liderlik sorunuyla karşı karşıyadır. Genişleme, istenilen sonucu vermemiş; ekonomik kriz yabancı sevmezliği arttırmış ve ardından gelen kitlesel göçler bu durumu katlamış; Avrupa kendi derdine düşmüştür. Bu nedenlerle, Avrupa’nın dünya üzerinde önemli bir oyuncu olabilmesi adına vizyoner liderliğin gerçekleşmesi beklentisi aşırı bir iyimserlik olacaktır.
2004’te, dönemin Fransa cumhurbaşkanı Chirac, 17 Aralık’tan iki akşam önce, özel programla ekrana çıkıp Türkiye’nin üyeliğini halkına anlatmış; o sırada AB dönem başkanlığını da yürüten Britanya başbakanı Blair, 17 Aralık günü, mekik diplomasisini yönetmiş; Almanya Başbakanı Schröder ise hem kendi halkının hem de diğer üyelerin ikna edilmesi için çaba sarfetmiştir. (Bu üç liderden ikisinin sosyal demokrat olduğunu not etmek gereklidir.) Bugün bu liderlerin ülkeleri –birisi AB’den çıkmak dahil olmak üzere- bambaşka meselelerle uğraşmaktadır. Kaldı ki ilişkilerin en iyi gittiği dönemde bile süreç Kıbrıs meselesine kurban edilebilmiştir.
Türkiye’nin yeri Batı’dır!
Ancak kısa ve orta vadede, her ne olursa olsun, Türkiye’nin yeri Batı’dır.
Türkiye, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da barışın ve demokrasinin tesisi için kurulan ilk örgüt olan Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesidir. 1952’den bu yana NATO’nun üyesidir. Ülkemiz, altı üyeli Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun Yunanistan’la birlikte ilk genişleme planını yaptığı ülkedir. Bu sebeple, 1963’de, AET’yi -yani bugünkü AB’yi- kuran 1957 Roma Anlaşması’nı model alan ve ondan pek çok referansın yer aldığı Ankara Anlaşması imzalanmıştır.
Türkiye’nin Batılılaşma ve modernleşme süreci günlük mülahazalara kurban edilemeyecek bir çatı hedeftir. AB bunun sadece vücut bulmuş halidir; bu, herhangi bir örgüte üyelikle mukayese edilemez. Türkiye bu hedeften şaştığında gelinen durum ortadadır ve Türkiye, Avrupa’ya rağmen bile olsa bu hedefe doğru yürümeye devam etmelidir. Çünkü Türkiye’nin yeri laik, demokratik, çağdaş, özgür, çalışıp üreten toplumların yeridir…
*Emre ÖZDEMİR
Bağımsız Analist
emre@emreozdemir.net