Medya, geç Osmanlı döneminden günümüze, hiçbir zaman hayallerdeki gibi özgür ve sorumlu olup “dördüncü kuvvet” işlevini gerçek anlamda yerine getiremedi bu topraklarda. AKP’nin bu tarihsel duruma ‘katkısı’, ‘havuz’ problemi olsa gerek. Değişim olarak görebileceğimiz şeyse, gazetecilerin 100 yıl önceki gibi öldürülmeleri yerine işlerinden edilmeleri veya hapse atılmaları olabilir.
Medyanın dördüncü kuvvet rolü, kuvvetler ayrılığı prensibine dayalı devlet yönetim modelinde birbirini dengeleyen üç erk olan yasama, yürütme ve yargının ardından, medyanın bunları toplum adına izlediği varsayımından ileri gelir. Bu erkler devlet adına çalışırlar; bu erkleri yönetmeleri için geçici sürelerle seçilen kişilerin de erklerin adına çalıştığı düşünülür. Medya, hem bu kişilerin hem de kurumlarının denetlenmesini toplum adına sağlama gücü olduğu düşünüldüğü için “dördüncü kuvvet” olarak anılır. Tam olarak da bu yüzden, seçimlerle yürütmeyi haklı bir şekilde ele geçiren siyasi iktidarlar, dolaylı olarak kazandıkları yasama erkinden başka, yargıyı da zaman içinde yaptıkları atamalar ve yapısal düzenlemelerle ‘fethettikten’ sonra, gözlerini iktidarlarının devamını sağlamak adına medyaya dikerler. Çünkü medya güçtür. Peki, bu kadar basit mi?
Medyanın uğradığı baskılar
Medyanın üzerindeki baskı ve gazetecilerin gönüllü-gönülsüz veya alışkanlıktan uyguladıkları otosansür hepimizin malumu. Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün, 2015 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 180 ülke arasında 149. sırada yer alıyor. Önümüzde Liberya, Mali gibi çoğumuzun haritada zor göstereceği ülkeler var. Bu derece kötü bir durumda olmamızın temel sebebi, hükümetin, olaylara eleştirel yaklaşan medyaya karşı aşırı hoşgörüsüzlüğü olduğunu görmemek körlük olur. Özellikle tekrardan içine düştüğümüz çatışmalı ortamda hükümet, medyadan kendi icraatlarını meşrulaştırma görevi edinmesini bekliyor; Beyaz Show’da telefonla yayına bağlanan bir kişinin söyledikleri yüzünden, bir şovmen linç edilmeye kalkılabiliyor. Aksini söyleyen herkes hain ilan ediliveriyor. Hoşgörüsüzlük böyle zamanlarda zirve yapıyor, ‘dördüncü kuvvet’ can çekişiyor.
Medyanın “dördüncü kuvvet” olabilmesi için kendisinden önceki üç kuvveti sorgulayan, eleştiren; varsa yapılan yanlışlıkları, haksızlıkları, yolsuzlukları ortaya çıkaran bir medya olması gerekiyor. Oysa bugün medya, toplumun gücü olma niteliğini kaybetmiş durumda. Medyada, toplumun değil hükümetin beklentileri kendine yer bulabiliyor. Haberler “Cumhurbaşkanı X töreninde konuştu” diye başlayıp “Cumhurbaşkanı X’e gitmeden önce havaalanında açıklamalarda bulundu” şeklinde devam ediyor; özel haber dediğimiz olgu “Cumhurbaşkanı’nın uçağında neler yaşandı?” sorusuna indirgeniyor. Dahası kültür sanat haberlerinde “Cumhurbaşkanı fotoğraf çektirdi” gibi konular ‘haber’ olabiliyor. Mesele, toplumun hayalini yukarıya iletmekten ziyade, yukarının imgesini zihinlere iyice yerleştirmek olarak görülüyor.
Ancak her ne kadar medyada bazı görüşlerin yer alması engellense de, bu, o görüşün tamamıyla son bulması için nihai çözüm olamaz. Bugün devletin sahipliğindeki TRT, Anadolu Ajansı gibi kurumlar tek yanlı yayın yapıyorlar. Havuz medyası zaten malum. Son olarak da ana akım medyanın, artık yalnızca reklam verenler tarafından değil -Hürriyet örneğinde de gördüğümüz üzere- linçlerle terbiye edilmesine çalışılması var. Bu durum, basının, hükümetin istemeyeceği hiçbir haberi yapamaması sonucunu doğurdu. Oysa medyanın toplumun hizmetinde değil de hükümetin ideolojik aygıtı gibi çalışması, kolayca fark edilemese de aslında hükümetin kendisine de zarar.
Medyada çoğulcu yapının sağlanması, tüm vatandaşları siyasi alana entegre etmekte önemli. Toplumsal iyinin ne olduğuna dair yapılacak tartışmalarda tarafların tartışmaya eşit şekilde dahil edilmesi ve çoğulcu tartışma ortamının sağlanması, farklı düşünce gruplarının kendilerini kendi alanlarına hapsetmelerinin de önüne geçer. Bu ideal olan sağlanamadığı için, farklı fikirler genel kamuya seslenecekleri yerde kendi medyalarında kendi kamularına sesleniyor. Özgür bir tartışma ortamı olsa, medya ortak bir zemin olabilecekken, parçalanmanın mekanı oluyor. Bir fikirler arenası olmayınca, herkes kendi duymak istediği kanallara yöneliyor. Bunun iki sonucu var. İlki, tüm haber kanallarının şüpheli hale gelmesidir. Çünkü irili ufaklı hiçbir medya kurumu özgür kalmayı başaramıyor; herkes kendi seyircisinin nabzına göre şerbet veriyor. İkincisiyse, medyada zıt fikirler karşılaşmadığı ve herkes kendi fikrini dinlemeye doyamadığı için toplumdaki parçalanma giderek artıyor. Toplumdaki parçalanma, büyük parçayı elinde tutan siyasi parti için seçimlerde avantajlı olabilir. Bu, AKP için hep böyle oldu. Ancak bu, sadece seçimlerde bir avantajdır; yürütme döneminde büyük bir tehlike arz eder. Böyle bir toplumu yönetmek herkes için zordur ki yönetilemediğini de hep birlikte görüyoruz.
Özgürlüğünü yitirmiş basının kimseye yararı yok
Rusya’nın, IŞİD petrolüne Türkiye’nin aracılık ettiği iddiası, canlı yayınla hemen hemen tüm yabancı haber kanallarında yayınlanırken, Türkiye’de yayınlanmadı. Dahası, akşam haberlerinde yalnızca Erdoğan’ın Rusya’ya cevapları kendine yer bulabildi, Rusya ne demiş de cevap vermiş; bunu söyleyen bir kanal neredeyse çıkmadı. Eksik yansıtılanı gerçekten merak ettiğimizde ve gerçeğin tamamının peşine düşeceğimiz zaman, kendimizi yabancı medyaya bakarken buluyoruz. Evet, tıpkı Gezi’yi CNNTürk yerine CNN’den izlediğimiz gibi!
Kendi medyamızın haber yapmasının engellendiği, daha da kötüsü muhabirlerimizin haber alma reflekslerinin kaybolmaya yüz tuttuğu şu günlerde, petrol ticareti haberini Rus, Gaziantep’teki köle ticareti haberini Alman medyasından aldık. Medyamız özgün haber üretimi yapmaktan alıkonulduğu için bunun gibi çok önemli haberleri, BBC, Deutsche Welle, Sputnik gibi yabancı kanallardan alıyoruz. Bu, yalnız kendi haber alma kaynaklarından mahrum bırakılan bizler için değil, çoğulcu ve özgür basını bastırmayı bir çözüm olarak gören hükümet için de kötüdür. Çünkü temsilini engellemekle görüşlerin son bulmasını engelleyemediğiniz gibi, bütün gün kendi propagandanızı yapsanız da tüm kanallardan, size inanmak istemeyenler yine inanmayacaklar, ya verdiğiniz her haberi eleştirel bir gözle takip edecek, ya da kendi duymak istediklerini söyleyen bir kanalı takibe başlayacaklardır. Yakın zamanda hızla yükselen Sputnik’in başarısının sırrı burada gizli.
Gezi’den beri yabancı basını ‘dış mihrak’ kabilinden hedefe koyan, eylemcileri yabancı medyanın manipüle ettiğini savunan hükümet, eğer ortada bir manipülasyon varsa, bu kanallardan çok kendisi sorumludur; çünkü içeride özgür basını engelleyerek insanları yabancı medyaya mahkum ediyor. Kendi sorumluluğunu görmezden gelen hükümetin, manipülasyon yapılması endişesi bir açıdan doğrudur. Ülkenin içinde önemli bir kesimin, finansmanı başka ülkelerin hükümetleri tarafından sağlanan haber kanallarına mahkum edilmesi Türkiye’nin yumuşak karnı. Çünkü o hükümetler de bu kanalları kendi ülkelerinin yumuşak gücü olarak kullanma gayeleri olmasa, neden finanse etsinler?
Hükümetin, yine bizzat kendi yaşadığı ‘kötü olaylardan’ çıkarması gereken başka dersler de var. Son yılların en büyük yolsuzluk haberini, kendi bağımsız medyamız aracılığıyla değil, devletin içine yuvalanan bir cemaat yapılanması ‘sayesinde’ edinebildik. Bu, AKP adına da kötü olmadı mı? Eğer basın sindirilmemiş olsa ve yolsuzlukları, başına bir iş gelmeyeceğinden emin bir şekilde araştırabilen gazetecilerimiz olsa, Cemaat’in ortaya çıkardığı yolsuzluklar bir anda toplu olarak piyasaya verilemez, gazeteciler buldukça teker teker gün yüzüne çıkardı. Bunun şiddeti de, hem hükümet hem de toplum adına daha az olurdu. Şu iki senelik çalkantılı dönemi hiçbir şekilde yaşamazdık. Bakanlar yine istifa ederlerdi, ama yakalandıkça, toplu halde değil. Ayrıca özgür basın tarafından denetlendiğini bilen hükümet mensupları, bu kadar rahatça yolsuzluklara bulaşamazdı. En önemlisi, normalde basında yer alması gereken bilgileri, basın devre dışı bırakıldıktan sonra, bir köşede istifleyip hükümete şantaj yapmak, işine gelmeyince de hükümeti devirmek için kimse kullanamazdı! Görüldüğü üzere, özgür basın yalnız vatandaşlara değil, hükümete de lazım. Çünkü basının amacı, ortaya çıkarıp paylaşmaktır; hiçbir gazeteci yakaladığı haberi “Sakla samanı, gelir zamanı” diyerek pusuya yatmaz.
Ezcümle, basına uygulanan ağır baskı, dönüp AKP’yi de vuruyor. Bir tarafta hükümet ne derse onu yazan, bu yüzden de dışladığı kesimi doğruya bile inandıramayacak olan besleme basın var; öbür tarafta da muhalefet yapacağım diyerek işin dozunu kaçıran basın. Oysa demokratik düzenin düzgün işlemesi için basının tarafsız olmalı. Bağımsız basın öldürülünce, toplumun dışlanan kesimi ya militan basına ya yabancı basına ya da Cemaat gibi gizli oluşumların yaydıkları enformasyonlara açık hale geliyor. Bu, hükümet için büyük sorun. Bağımsız medyaya herkes kadar AKP’nin de ihtiyacı var!
*Dr. Elif Nimet Uluğ,
CHP İstanbul İl Eski Yöneticisi,
elifulug@yahoo.com