Sosyal Demokrat Dergi’nin bu sayısı için yazı istendiğinde konu bizlere bırakılmış, herhangi bir konuda yazabileceğimiz belirtilmişti. Bu sayı için politika ya da yakıcı güncel konular dışında bir konu hakkında yazmayı düşünüyordum ki, tüm dünyanın gözü önünde yeni bir şiddet sarmalı yaşanmaya başlandı. Ortadoğu’nun kanayan yarası ve kapanmayan Filistin sorunu yeniden ağır bir savaşla gündeme geldi. Üstelik bu sefer son yılların en acımasız saldırılarının yaşandığı çatışmalardan birine
tanıklık etmek zorunda kalıyoruz. Bizim gibi Ortadoğu ile Avrupa’nın kesiştiği bir coğrafyada kalan bir ülkede siyaset yapıyorsanız güzel şeyler yazmak ya da yaşamak konusunda şansınız pek yaver gitmiyor demektir. Bu durumda hemen akla ilk olarak o meşhur söz geliyor “coğrafya kaderdir”.
Coğrafya, kaderimizin akış yönünü çok belirleyici olsa da gerçekten kader haline gelmiş olan tüm bu süreçleri yaşamak zorunda mıydık/mıyız? Coğrafya gerçekten bir kader miydi? Yoksa biz mi bu kaderi seçtik. Belki bu coğrafyada doğmayı seçmedik ama yüzyılların politik yanlışlarını bizden öncekiler seçti sonuçlarını bizler yaşıyoruz. Bizden sonraki nesiller de aynı şeyleri yaşamak zorunda değil! Barışın gelmesi, bir yerde insanlar acı çekiyor zulüm görüyorsa başka bir tarafın da rahat etmemesinden geçer. Ölenin kimliğine, diline, dinine, teninin rengine, ideolojisine bakılmıyorsa barışın hayata geçirilmesi tam da buradan başlar. Vicdan meselesine insani bir duygu olarak bakılıp devletlerin vicdanı olmaz deniyorsa savaşlar da buradan sürer.
Savaşlar, savaşlar…
Ortadoğu’da otoriter, totaliter rejimlerin ve kaotik siyasal sistemlerin yarattığı her buhranlarda her zaman sivil halklar bedel ödüyor. Tüm bunların sonucunda insanlar katlediliyor, çocuklar ölüyor, çocuklar kimsesiz kalıyor, kadınlar katlediliyor, kadınların ölü bedenleri teşhir ediliyor, insanlar göçe zorlanıyor; hayatlarını, hayallerini, mal varlıklarını geleceğe dair ne varsa bekledikleri onları bırakarak bir bilinmeze ve muhtemel acılara doğru gitmek zorunda kalıyorlar. Gündemimizde şimdi İsrail ve Filistin var, bir süre önce de Ermenistan ve Azerbaycan vardı, ondan önce Rusya ve Ukrayna savaşı vardı -ki halen sürüyor- ama artık pek fazla gündeme gelmiyor; alışıyor insanlar. Kuzeydoğu Suriye’de yaşanan yine insanlık dramı var. Ancak o pek gündeme gelmiyor; orası mayınlı bölge; orada Kürtler yaşıyor. İşte bu kısımda ideoloji insani duyguların önüne geçiyor. Oysa orada da hastaneler bombalanıyor, yaşam alanları yok oluyor, camiler yıkılıyor, çocuklar ölüyor, insanlar göç etmek zorunda kalıyor. Acılarda ayrım yapmamak da barışın bir diğer koşuludur. Savaşlara masa başında oturan erkekler karar veriyor siviller ölüyor.
Dünyanın en büyük insanlık suçlarını hukuk sistemlerine ve yasal askeri güçlere sahip olan devletler işliyor. Devletlerin çıkarları söz konusuysa insanların yaşamlarının hiçbir önemi olmuyor. Savaşın kimi vurduğuna bakmamak gerekiyor. Neden vurduğuna, nelere yol açtığına ve sonucunda neleri nasıl yok ettiğine hayatları nasıl bitirdiğine ve insanların öldüğüne bakmak gerekiyor. Bu yüzyılda artık 1. ve 2. Dünya Savaşı gibi ülkelerin cephelerde karşı karşıya geldiği savaşlar yaşamıyoruz; tam tersine cepheleri az, yaygınlığı çok, hiç bitmeyen savaşlar ve yıkımlar yaşıyoruz. Zamanı belirsiz, sonucu belirsiz, tarafları belirsiz ama kaybedenlerin hep aynı olduğu kesintisiz ve alanı son derece geniş ve yayılan bir savaş çağındayız. Kimse kendini ne manevi olarak ne maddi olarak güvende hissediyor. Savaşlar artık karşılıklı yaşanmıyor; aynı cephede göğüs göğüse çarpışılmıyor. Savaş, uzun menzilli havadan saldırılarla ya da uluslararası güçlerin yer altından gizli/ açık destekledikleri silahlı gruplar aracılığıyla sürüyor. İnsanlar savaşları ya ekranları başında ya da ellerindeki akıllı telefonlarıyla naklen izliyorlar. Çağımız savaşlarının sonuçları küresel bir etki de yaratıyor. Örneğin Suriye’deki iç savaş milyonlarca insanı mülteci yaptı. Suriye’nin sınır komşuları -başta Türkiye olmak üzere- bu insan akımının sonuçlarıyla uğraşıyor. Avrupa ülkeleri, mülteci akını kendilerine gelmesin diye milyarlarca avroyu Türkiye’ye rüşvet olarak veriyor. Türkiye bu güçle dengeleri alt üst edebilecek siyasetleri çok rahat izleyebiliyor. Türkiye’nin izlediği siyaset ise başka bölgelerdeki barışı tehdit ediyor.
Yaşamak zorunda kaldıklarımız ve itiraz
Bugünlerde insan aklının almak istemediği şeyler yaşıyoruz. Bu akıl almaz işlerin müsebbipleri seçimlerle öyle ya da böyle seçilerek gelip hükümet oluşturan siyasi mekanizmalar, siyasetin içinden gibi durmayan ama siyasetin yönünü belirleyebilen güç odakları, çeteler, mafyalar, büyük sermayedarlardır. Bu yapıların çıkardığı sorunların, yarattığı siyasi ya da ekonomik krizlerin insanlık lehine çözüldüğü pek görülmemiştir. Öyle ki, “çözdük” dedikleri her sorun üç gün ya yaşar ya yaşamaz. Sonucunda sorunlar mutlaka derin dondurucuda tutulmuş gibi bir yerden ortaya çıkıverir ve yeniden önümüze gelir. O yüzden İsrail’in Filistin’de yaptıklarına dünyanın bu kadar şaşırmasına şaşırıyorum. Bu sorun zaten çözülmemişti; sadece bir süreliğine sessize alınmıştı. Filistin halkının yaşadığı sorunlar gündemde yer tutacak kadar haber değeri taşımıyordu artık ve bu yüzden insanlık görmüyordu. Örneğin Gazze gibi küçük bir bölgede yüzbinlerce insanın iç içe ağır koşullarda yaşamak zorunda kaldığını ya da kendi topraklarından sürgüne giden yüzbinlerce insanı, kamplarda yaşamak zorunda kalanları bugün Filistin için ağlayan kaç insan hatırlıyordu? Yıkılan hayatlar, mahvolan gelecekler, çaresiz ve savunmasız kalan çocuklar, her zaman cinsel sömürüye maruz kalma riski olan kadınlar ve göç yolları. Tüm bu yaşananların sonrasında, sorumlusu olmadığı savaşların sonuçlarını yaşayan halkın dramı genelde pek bilinmez. Sorunlar egemenler tarafından gerçekten toplumun rızasının gelişeceği, sonuçlarını benimseyeceği şekilde çözülmediği için hep bir tarafta durur. Ortadoğu’da sürekli kendini tekrar eden ve birbirine benzeyen sorunların temel sebeplerinden biri de budur. Çözümsüz yarına bırakılan sorunlar da bir sonraki nesle kötü bir miras olarak kalır. İşte biz bu yüzyıllık çözümsüz bırakılan sorunları devralmanın sonuçlarını yaşıyoruz.
Bu kadar kötümserliğin üzerine iyimserliği ve umudu yine de bir kenara bırakmamak lazım. Aslında yaşanan her kötülüğe sessiz kalınması, duyarsız olunması, itiraz gelişmemesi ve hepsinin sonucunda bir mücadelenin gelişmemesi olumsuz ve galiba istenen tam da bu! Otoriter iktidarları en çok korkutan da kendilerine karşı çıkan örgütlü bir halktır. Her kesimden birçok insan bu süreçte ses çıkardı. Dünya çapında bir itiraz gelişiyor; ancak bu itirazın sürekli hale gelmesi gerekiyor. Barış için mücadele eden birçok yapı, örgüt, grup, siyasi partiler var. Herkesin yapacağı bir şey mutlaka vardır. Uğraşmak gerekiyor. Meşruiyetlerini seçimden alan iktidarları değiştirmek bizlerin elinde. Bu zor ama imkansız değil, değiştirebiliriz. “Aman kim gelse aynı şey olacak” demeden, umutsuzluğa ve çaresizliğe kapılmadan yola devam etmek gerekiyor. Bugün güvenli evlerimizde yaşıyor olabiliriz; ama unutmayalım aynı coğrafyada yaşıyoruz ve benzer iktidarlar tarafından yönetiliyoruz. Bu yangın hepimizi sarabilir. Başka bir yerde yıkılmış evlerin dumanı tüterken bizim rahat etmemiz mümkün değil. Bir yerde yapılan katliamın, yaratılan sorunların cezasız kalması başka bir yerlerde birilerine cesaret verebilir. Adolf Hitler, 22 Ağustos 1939 günü, askeri kurmaylarına Polonya’yı yok etmeyle ilgili kısa vadeli planlarını anlatırken “bugün geçmiş soykırımlardan bahseden kim kaldı ki?” diye sorar ve askeri kurmaylarına “korkmadan katledin” talimatını verir. Sonucunu hepimiz biliyoruz; milyonlarca Yahudi acımasız bir şekilde öldürüldü. Katiller, diktatörler bizden daha cesur olmamalılar. Unutmayalım; cesaret bulaşıcıdır. Barış için herkesin yapabileceği bir şey mutlaka vardır. “Zulüm bizdense, ben bizden değilim” diyerek 2003 yılında Amerika’dan yola çıkıp Filistin halkının mücadelesine destek olmak için İsrail’e giden ve Gazze’de Filistinlilerin evini yıkmak isteyen bir buldozeri durdurmak için direnirken can veren Rachel Corrie’nin vicdanını ve cesaretini bir kez daha hatırlayalım ve barış ve özgürlük mücadelesinin evrensel olduğunu da unutmayalım. . .
Sosyal Demokrat Dergi bundan sonraki yayın hayatına dijital mecrada devam edecek. Güçlü bir yayın çizgisiyle yeni yayınlarda başarılar diliyorum. Orada daha güzel, daha umut dolu günlerde görüşmek üzere…