59901583_10157196385373996_3841359899900510208_n

Ece ÖZTAN – “Sözün Başladığı Yerdeyiz!”

Çok sayıda akademisyen sadece barış talebi üzerinden bir araya gelerek sesini duyurmak istedi. Bu ses sanırım bazı çevreler açısından çok rahatsız ediciydi. Ama şunu bilmenizi istiyorum; sözün bittiği yerde değiliz, henüz sözün başladığı yerdeyiz. Vatandaş olarak, birey olarak haklarımızı, barış içinde yaşam talebimizi yükselteceğiz” 

Füsun Hoca cezaevine girmeden önce böyle söylemişti. Sözün başladığı yerdeyiz… Bence yalnızca barış akademisyenlerinin karşılaştıkları tüm hukuksuzluklar, eziyetler için değil, Türkiye’de akademinin, bürokrasinin, yargının ve tüm kurumların çözülme ve çöküşüne son vermek için sözün başladığı yerdeyiz şimdi. Bu yazıyı 23 Haziran seçimlerine 3 haftadan daha az kaldığı bir bayram gününden yazıyorum.

Evet bayram, olağanüstü bir bayram. Sadece İstanbul değil Türkiye’nin dört bir yanından herkesin ağız tadıyla bir bayram yapamadığı bir bayram bu kez. İstanbul seçimlerinin eşi benzeri görülmemiş bir hukuksuzlukla iptal edilmesinin ardından gerçekleştirilecek 23 Haziran İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimleri var önümüzde. Füsun Hocam bir aydır hapiste… Yine Lyon Üniversitesi Matematik bölümünde çalışan meslektaşımız Tuna Altınel keyfi bir tutuklama nedeni ile 2 haftayı aşkın bir zamandır cezaevinde. Çoktan kapanan Gezi Davası yeniden gündemde. 16 kişi hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis istemi ile açılan davanın duruşması 24-25 Haziran. Osman Kavala 1,5 yıldır, Yiğit 8 aydır tümüyle haksızca hapiste. 

Bayram günü, hiç keyfim yok. Başımıza gelenleri anlatmaktan yoruldum. Bu kötülük ve eziyet rüzgarında olan biteni takip etmekten dahi vazgeçmiş insanlar görmekten de yoruldum. Barış akademisyenlerinin 2 yıldır çektikleri türlü hukuksuzluklar, haksızlıklar bitmedi devam ediyor. Bitmedi çünkü aynı hukuksuzluk ve haksızlıklar artık her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının attığı oya dahi el konabileceği bir aşamaya geldi.  Bu nedenle kendi minik kapsüllerimize kapanmanın sırası hiç değil. Türkiye’de şu anda 57 binden fazla kişi hakkında bir iddianame bile olmadan içeride tutuluyor. Tam da böyle bir dönemde sözün başladığı yerde olduğumuzu hatırlamak çok anlamlı. Bu yazıda Türkiye’de akademinin başına gelenleri özetlemeye çalışacağım. Akademinin başına gelenler, ülkemin başına gelenlerin ön izlemesi gibi çünkü.

Akademik özgürlüklerin sonu: Barış Akademisyenlerinin başlarına gelenler

2016 yılında 1128 akademisyenin çatışmaların son bulması ve barış talebiyle imzaladığı “bu suça ortak olmayacağız” başlıklı barış bildirisi, önce Cumhurbaşkanı gerekli mercileri bu “hainler” karşısında göreve çağırması ile başladı süreç. Harekete geçen merciler yalnızca üniversiteler, medya, yerel basın, yargı organları da değildi üstelik.  Sedat Peker gibileri, akademisyenlerin kanları ile duş alma arzularından söz ettiler. Bildirinin kamuoyuyla paylaşıldığı dönemde Sultanahmet’te bomba patlatanlar değil de akademisyenlerdi teyakkuz halinde olunması gereken hainler! Bu hainleştirme ve hedef gösterme süreci sonrasında ilk harekete geçen üniversiteler oldu. Bazı üniversiteler ihanet ilanının hemen ardından gecikmeksizin harekete geçti. Birlikte aynı koridorlarda çalıştıkları meslektaşları, doktora öğrencileri hakkında açılan idari soruşturma komisyonlarında yer almakta hiçbir tereddüt yaşamadı bazı akademisyenler, bölüm yöneticileri, dekanlar… Canım süreç zaten işliyordu, onlar ne yapabilirlerdi ki! Onlar olmasa başkaları yer almayacaklar mıydı? Soruşturmalar sürerken bazı şehirlerde akademisyenlerin evine sabah baskınları oluyordu. Meslektaşlarımız çocuklarının gözü önünde evlerinden alındı. Barış bildirisine imza attıkları için.

Üniversitede soruşturmalar devam ederken, bazı soruşturma komisyonu üyeleri, üniversite yöneticileri çoktan suçlu ilan etmişti barış akademisyenlerini. Hızlarını alamayıp demeçler falan veriyorlar, en bi’ hükümet yanında olduklarını kanıtlamak için yarışa giriyorlardı. Kim bilir bilmem hangi koltuğun, unvanın hesabındaydılar. Barış akademisyenlerinin yayın sayıları, nitelikleri ile tüm bu soruşturma komisyonundaki zatların yayın, araştırma niteliklerini karşılaştırırsak meselenin bir başka boyutu daha ortaya çıkacaktır. Yüzlerce değerli, üretken akademisyenin üniversitelerinden uzaklaştırılması hem kalanlar için bir tehdit hem de köşe başlarına yerleştirilmiş, öyle ya da böyle bir yerlere getirilmiş bazıları için de üzerine oturdukları konumların hakkını ödemek için bir fırsat olmuştu. Bazı üniversiteler daha soruşturma komisyonu raporları bile bitmeden YÖK’e barış akademisyenleri ile ilgili raporları göndermeye başlamışlardı bile. Canım gönderilen sadece açılan soruşturmalardı, ne yapacaklardı, göndermeyecekler miydi ki!

OHAL KHK’ları, sivil ölüm emirleri ve kalıcı hale gelen hukuksuzluk

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL, barış akademisyenlerinin olağanüstü hal (OHAL) Kanun Hükmünde Kararnameleri ile kamu görevlerinden ihraç edilmelerinin de yolunu açtı. OHAL, darbe girişimi ve terörle mücadele adı altında pek çok muhalife de hadlerini bildirmenin bir aracı olarak kullanıldı. Tam 398 akademisyen KHK ile ihraç edildi. Bu sayıya işten çıkarılan, istifa veya emekliliğe zorlanan akademisyenleri de dahil ettiğimizde toplamda 549 akademisyenin artık üniversitedeki görevlerine devam edemediklerini görüyoruz. Dahası, üniversitede çalışmalarına engel olunmasının ötesinde, doçentlik aşamasına gelmiş bazılarının doçentlik haklarına el konuldu. Devlet kendi otoritesini, kendi mührünü ve kendi belgelerini tanımayarak, doçentlik sürecinde belli aşamaları geçmiş barış akademisyenlerinin tüm doçentlik süreçlerini yok hükmünde saydı. Anayasa Mahkemesi nasıl OHAL KHK’larının Anayasaya uygunluğunu denetleyemeyeceğine hükmederek kendi varlık sebebini yok ettiyse, Üniversitelerarası Kurul da kendi düzenlemeleri, kendi işlemlerini geriye dönerek yok hükmünde saydı. Yani Yüksek Seçim Kurulu vakasına gelmeden önce biz akademisyenler hak gaspı ve hukukun bizzat onu koruması beklenen kurumlarca nasıl yok edildiğini acı tecrübelerle deneyimledik.

OHAL’in kaldırılmasından sonra da bu tasarruflar hüküm doğurmaya devam etti. Akademisyenler işlerine geri dönemedi. Dahası kamu görevlerinden ihraç edilmelerinin yanı sıra, OHAL KHK’sında bile yer almadığı halde, tümüyle keyfi bir biçimde seyahat özgürlüklerine engel olundu. Pasaportlarına el kondu ve yenisi verilmedi. 12 Eylül döneminde bile görülmeyen bu benzersiz uygulama, hukukun egemen gücün elinde nasıl keyfi bir biçimde göstermelik bir araca dönüştüğünün, adalet ve hukuka uygun hareket etmesi gerekenlerin ise nasıl siyasal gücün temsilcisi haline gelebildiklerini göstermektedir. Yüzlerce akademisyen yurtdışında mesleki yaşamlarını sürdürebilecek iken pasaport haklarını yitirmeleri dolayısıyla Türkiye’de işsizliğe ve açlığa mahkum edildi. Pek çok meslektaşımız ailelerinin desteği ile güçlükle yaşamlarını sürdürmekte. Pek çoğu kendi yetenek ve yetkinliklerine uygun olmayan geçici işlerle hayatını kazanmaya çalışmakta.

Seyahat hakkının gasp edilmesi, KHK’lıların özel bir kod ile fişlenmesi, TC kimlik numaralarının çarşaf çarşaf listelenmesi kimi yerlerde gündelik yaşamları oldukça zorlayan gelişmelere zemin hazırladı. Zor günler geçirildi, evler dağıldı, evler taşındı, yerler değiştiği ama yeni yerler de kurulmaya başlandı. Yerinden edilmek, daha önce bulunduğunuz yere mesafelenmek, yeni yer kurmak, ayakta durmak bunların hepsi çok önemli deneyimler. Hafızalarımızdan asla çıkmayacak bazı anlar demek. Yer değiştirmek aynı zamanda çevremizdeki her şeyin, tüm dengelerin de yer değiştirmesi demek. Zor ama öğretici bir deneyim…

Ceza davaları ve eziyetin yeni halkası çeşit çeşit mahkumiyetler!

Barış akademisyenlerinin KHK’larla ihracı, bazı üniversite yönetimlerinin kendi üniversitelerindeki barış akademisyenlerinin soruşturma dosyalarını ihraç istemi ile YÖK’e göndermesi ile başlamıştı. Bazı üniversiteler idari soruşturma sürecini başlatmadı, bazıları daha hafif idari cezalarla dosyaları sonuçlandırmıştı. Ama eziyet süreci yalnızca üniversitelere bırakılmazdı. Savcılık, cezai soruşturmaları sıradan açmaya başladı. Birbirinin aynısı kopyala-yapıştır iddianamelerle bugüne kadar-ve şimdilik- toplam 706 barış akademisyenine terör propagandası suçlaması ile dava açıldı. Barış bildirisine imza atmak, terör örgütü propagandası olarak kabul edildi. Ortada terör örgütü ile ilişkilendirilecek tek bir delil yok iken yüzlerce akademisyen dava dosyasındaki bir tek bildiri metni ile Ağır Ceza Mahkemeleri’ne gönderildi. Artık Çağlayan Adliyesi koridorları haftada birkaç gün akademisyenlerin buluşma mekanı haline geldi. Hocalarımızın duruşmalardaki beyanları akademinin bu kez üniversite değil sanık kürsüsüne taşınmasını temsil ediyordu. İzlediğim davaların birinde emekli bir kadın profesör hocamı sanık kürsüsünde 1. Sınıf hukuka giriş dersinden geçemeyecek bir hukuk uygulaması performansı sergileyen genç bir erkek hakim karşısında ayakta gördüğüm an unutamadığım anlardan biridir.  Sonrasında onlarcasına tanık olacağım artık ne yazık ki olağanlaşan bu görüntünün temsil ettikleri, yalnızca akademik özgürlüklere ilişkin şeyler değildi. Orada Türkiye gibi kadınları ağır patriyarkal engellerle boğuşarak meslek sahibi oldukları bir ülkede, onlarca yılın emeği, birikimi, mücadelesi ile bir kadın profesöre “haddi bildirilmeye” çalışıyordu. Ne kadar had bildirilmeye çalışılırsa çalışsın, o sanık kürsülerinden yapılan beyanlar ile akademisyenler sözlerinin arkasında durmak bir yana, sanık kürsülerini akademik kürsülere çevirdiler. Bu beyanların ardından savcıların duruşmaya gelmeden “çıktı aldıkları” mütalaalar ile suçlamaları yenilemeleri ile yalnızca haksızlık ve adaletsizlik değil, pervasızlık da görünür hale geldi.

Bu yargılamalar halen devam ediyor ve bir yandan mahkumiyetler yağarken bir yandan yeni soruşturmalar açılmaya devam ediliyor. Ceza davaları ile ilgili şu rakamlar aslında birçok şeyi açıklıyor: Bugüne kadar ağır ceza mahkemelerinde toplam 217 gün, 1829 barış akademisyeni duruşması gerçekleştirildi. Mahkeme heyeti, görevliler, barış akademisyenlerinin aileleri ve arkadaşları, davalara destek olmak için gelen medya mensupları ile birlikte ağırlıklı olarak Çağlayan Adliyesi’nde oluşan hareketlilik, üretilen birbirinin aynısı satırlar, defalarca söylenen sözler, bunca zaman ve bunca “kağıt” Türkiye yargı tarihinde şimdiden yerini aldı bile. Bugüne kadar ağır ceza mahkemelerinde toplam 217 gün, 1829 barış akademisyeni duruşması gerçekleştirildi.[1] 

Bugüne kadar açılan 739 barış imzacısı toplam 48 mahkemede yargılanmış, şimdiye kadar toplam 194 dava mahkumiyet ile sonuçlanmış, bu davaların 155’inde hükmün açıklanması geri bırakılmış, 35’inde hapis cezası hükmü doğmuş, 4’ü de ertelenmiştir. Verilen cezalar 15 ay ile 36 ay arasında değişiyor. Aynı imza, aynı iddianame ile onlarca çeşit mahkumiyet kararı var. Özellikle son aylarda verilen mahkumiyetlerin 2 yılı aşan hapis cezalarından oluşmaya başlaması nedeniyle, hükmün açıklanmasının geri bırakılması düzenlemesinden yararlanma imkanı da ortadan kalktığından toplam 35 barış akademisyeni hapis cezasının infazı ile karşı karşıya. Füsun Üstel, bu yargılamalar sonucu hapse giren ilk akademisyen. Füsun Hoca, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını kabul etmediği için hapis cesası kesinleşti. Oysa mahkeme bu cezayı erteleyebilirdi.  Ertelemedi. Bazı akademisyenler için HAGB düzenlemesinden yararlanma imkanı zaten bulunmuyor. Şu anda Füsun Hoca ile birlikte toplam 2 akademisyen cezaevinde. Füsun Hoca kesinleşen mahkumiyeti, Lyon üniversitesi matematik bölümünde öğretim üyesi olan Tuna Altınel ise, ifade vermek için Türkiye’ye geldiği bir dönemde pasaportuna el konularak belirsiz bir neden ile iki haftayı aşkın bir zamandır tutuklu. Türkiye’de şu anda hakkında herhangi bir iddianame dahi olmadan tutuklu olan kişilerin sayısı 57 binden fazla. Belli ki artık yeni bir aşamadayız.

“Mahkum Vatandaşın Peşinde”

Son iki yılda 549 barış akademisyeninin türlü yollarla yerlerinden edilmeleri, üniversitelerde yalnızca sayısal bir daralmayı ifade etmiyordu. KHK’lar ve diğer yollarla üniversiteden koparılan akademisyenler ile üniversiteler artık akademi değil başka türlü bir kurum haline de getiriliyordu. Barış akademisyenleri tüm üniversitelerin ve üniversitede kalanların da özgürlüklerinin bittiğini gösteriyordu. Ders konularından, tez başlıklarına, derslerin işlenişinden, yazılan makaleye ve konuşma yapılacak konferansa kadar otosansür iş başındaydı artık. Değişen hapis cezaları, ertelenmeyen mahkumiyetler ise bu ülkede yalnızca barış sözünü savunmanın değil, “sivil” bir yurttaş olmanın kendisinin “tehlike ve tehdit unsuru” olduğuna işaret ediyordu. Değerli Hocam Füsun Üstel’in Makbul Vatandaşın Peşinde başlıklı çalışması bu “militan” yurttaşlık anlayışına geçişin izlerini görebileceğimiz çok titiz bir çalışma. Cezaevine girmeden önce kamuya açık olarak verdiği muazzam dersinde Üstel zamanında nasıl Türkiye’de insan haklarının hayata geçirilmesindeki güçlükler, birtakım bireysel sebepler, hainler iç ve dış düşmanlarla açıklanmışsa; günümüzde de mahkumiyet kararlarının “aldanan ve/veya pişman olmayan” yurttaş tipi üzerinden verilmesinin paralelliklerine dikkat çekti. Değişen cezalar ve keyfiyet içinde bulunduğumuz dönemde öngörülemezlik ve belirsizliğin esas kural haline geldiğini de gösteriyor.

Neyse ki bayram bitiyor… Hiç tadım yok, bayram havamız hiç yok. Asıl bayramı bu hukuksuzluklar son bulduktan, Füsun Hocamla keyifli günlerde sohbet edebilirken kutlamak üzere erteliyorum. Haksızca ve hukuksuzca içeride tutulan tüm o güzel ve temiz insanlar özgür olmadan bayram gelmeyecek.  Artık yalnızca akademisyenler değil, partili yurttaş tanımına uymayan herkesin kullandığı oy nedeniyle bile tehdit olarak algılanabildiği bir dönemdeyiz. Seçilmiş belediye başkanlarının sakıncalı bulunarak mazbatalarının alındığı, yerine yenilen adayların fütursuzca atandığı, meşru seçimlerin iptal edildiği, sandık demokrasisinin bile gasp edildiği bir aşamadayız. Hukuksuzluk herkesin ayağına geldi.  SODEV’in geçtiğimiz günlerde tamamladığı Bu nedenle artık, “gündemden uzak kalmak”, “olan bitene kayıtsız kalmak”, “aman başıma bir şey gelmesin“ aşamasının sonuna geldik. Füsun Hoca’nın sözü tam da bu noktada anlam kazanıyor: “Ama şunu bilmenizi istiyorum; sözün bittiği yerde değiliz, henüz sözün başladığı yerdeyiz. Vatandaş olarak, birey olarak haklarımızı, barış içinde yaşam talebimizi yükselteceğiz.” Sözümüzü sakınmayacağımız daha güzel bayramlara…

*Ece ÖZTAN
Dr., Siyaset Bilimci
ece.oztan@sodev.org.tr


[1] Barış akademisyenlerinin davaları ile ilgili güncel sayılara şuradan ulaşılabilir: https://barisicinakademisyenler.net/node/4