DSC_0227

Ece ÖZTAN – Sosyal Demokrat Bir Yerel Siyasetin İmkanları Üzerine…

SODEV’in 13-14 Ekim’de gerçekleştirdiği Yerel Yönetimler ve Demokrasi Sempozyumu, yerel seçimler öncesinde hareketlenen yerel siyasete ilişkin çok önemli meseleleri ortaya koyan, çözüm yolları ve örnekler sunan verimli bir sempozyum oldu. Sempozyum konuşmaları önümüzdeki dönemde derlenerek SODEV Yayınları’ndan bir kitap olarak yayımlanacak.

Sempozyumda, yerel siyasal alanı kuran idari ve hukuki süreçler, tarihsel deneyimlerin yanı sıra; demokratikleşme-mali kaynak ilişkisi; bugün kentlerimiz için çok yakıcı bir sorun olan kentsel rant ve paylaşımı sorununa ayrı oturumlarda yer verildi. Ayrıca sosyal demokrat bir belediyeciliğin ilkelerinin nasıl oluşturulabileceği, bu ilkelerin neler olması gerektiği tartışıldı. Bu alanlarda konusunda uzman siyaset bilimciler, kent sosyologları, maliyeciler, şehir plancıları, konu ile ilgili aktivistler, yöneticiler ve deneyimli siyasetçiler katıldı. Sempozyumdaki tüm tartışma konularını ve önemli katkıları kitaptan takip etmek mümkün olacak. Bu nedenle bu yazıda oturumlarda öne çıkan ve Türkiye’nin içinde bulunduğu kasvet içerisinde yerelde çıkış yolları ve somut önerileri içeren hangi önemli sorulara yanıtlar sunduğunu paylaşmakla yetineceğim. Açıkçası, yerel seçimlerin arifesinde bu sorulara dürüst ve gerçekçi yanıtları vermenin çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Yerel seçimler ve demokrasi

Sermayenin yakıcı etki alanı haline dönüşen kentlerde idari ve siyasi anlamda yeni modeller üretilebilir mi? Toplumcu ve kamucu bir belediyeciliğin sol siyasetin bütünü üzerinde dönüştürücü etkileri olabilir mi? Yerel yönetimlerde seçim sistemleri yahut farklılaşan kademelendirmeler içeren yönetim modelleri oluşturmak suretiyle hem temsil tabanını genişletmek, hem de katılımcı ve etkin bir hizmet anlayışı geliştirmek mümkün müdür? Metropoller, tek bir büyükşehir modeli ile yönetilebilir mi? Türkiye’deki güçlü başkan-zayıf meclis modeli, seçim sistemleri üzerindeki değişimlerle farklılaştırılabilir mi? Çiğdem Aksu Çam Birleşik Krallık, Fransa, Almanya, İspanya ve İtalya deneyimlerinden yola çıkarak, Türkiye’deki büyükşehir modeli çerçevesinde bu sorulara yanıt aranmasına yönelik bir zemin sundu.

Besime Şen’in Türkiye’deki sol ve sosyal demokrat belediyecilik deneyimlerini konu alan konuşması, sol siyasetin bagajında yer alan toplumcu örnekleri günümüz koşullarında yeniden formüle ederek, alternatif modeller geliştirmenin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktaydı. Yereldeki mevcut iyi örnekler ve toplumcu alternatiflerin metropoller ölçeğine taşınması neden önemlidir? Tarihsel olarak 1973-77 belediyeciliğini yaratan düşünsel kaynaklar, sınıfsal ilişkiler ve kentsel ihtiyaçlar nelerdi? Bu deneyimlerden günümüz metropollerine aktaracağımız en temel dersler nedir? Yerel özerklik talebini yeniden daha kapsayıcı ve “devrimci” bir ruha kavuşturmak neden mümkün olamamaktadır? Yerel özerklik, Kürt siyaseti içerisinde dillendirilen bir talep olmanın ötesinde, neden sosyal demokratların gündeminden çok uzaklaşmıştır? Tüm bu yakıcı sorular, gerek ideolojik zemin gerekse politikalarda yerel alternatifleri üretmek mecburiyetinde olan belediyeciliğin, hegemonya tesisinde ne kadar kritik bir yerde olduğunu da göstermektedir. Kuşkusuz öncelikle muhalefetin belediyecilik tahayyülünde böyle bir “istek” olması gereklidir. Bu gerçekten var mıdır? Yoksa gökyüzünün altında bildiğimiz “acı gerçeklerin” ötesinde yeni bir yer yok mudur? Besime Şen’in konuşması tüm bu konular üzerine önemli sorular sormanın yanı sıra, örgütsel düzeyde verilecek yanıtların geliştirilmesi gereğini ortaya koydu.

Peki ya Kürt siyasetinin yerel yönetim deneyiminin özgünlüğü nedir? Cuma Çiçek’in ana-akım Kürt siyasetinin yerel yönetim deneyimleri üzerinden yaptığı analizler, sadece Kürt siyasetinin deneyimlerinin değil, neoliberal hegemonyanın ve güç ilişkilerinin anlaşılması bakımından da çok değerliydi. Bu noktada Çiçek, Kürt siyasetinin yerel deneyimlerinin gerçekçi bir değerlendirmesini yaptı. Hareketin yerelde çoğulcu bir kimlik siyaseti için sembolik-dilsel bir sermayenin geliştirilmesi, ya da toplumsal cinsiyet eşitliği alanında, Kürt kadın hareketinin dinamiklerinin yarattığı güçlenme deneyimi gibi başarılarının yanı sıra sınıf politikaları, mekansal yönetim, ekoloji ve yerel demokrasi ve toplumsal örgütlenme bakımından başarısızlıklarını da değerlendirdi. Cuma Çiçek konuşmasında şu önemli sorulara yanıt aradı: Bu yerel deneyimin yerel özerklik ve radikal demokrasi söylemi, aşağıdan kapsayıcı bir toplumsallık inşası ile neden birada yürüyemedi? Yerel Kürt siyaseti deneyimi,  kentsel ölçekte toplumcu ekonomi gibi söylemlere rağmen neden sınıf politikalarında başarısız oldu? Kentsel rantın üretimi ve dağıtımında neden aşina olduğumuz neoliberal mekansal ayrışmaların ötesinde bir model üretilemedi?

Yerel demokrasi ve mali kaynaklar

Sempozyumun ikinci oturumunda yerel siyasetin demokratikleştirilmesi, yerel yönetimlerin mali kaynakları ve mali özerklik konuları açısından tartışıldı. Yakın bir dönemde yerel yönetimlerin mali özerkliğini doğrudan etkileyecek bir düzenleme yapıldı. 9 Ağustos 2018 günü Resmi Gazetede yayınlanan 17 sayılı Tek Hazine Hesabı Kapsamına Alınacak kurumlara dair Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, belediyeler ve il özel idarelerini de Tek Hazine Kurumlar hesabına dahil ederek, onları ortak nakit yönetimi havuzu içersinde yer alan bir kamu idaresi olarak kabul ediyor. Bu düzenleme, yerel yönetimleri merkeze çok daha bağlı bir hale getirmenin de ötesinde açıkça kanunla kendilerine tanınmış olan idari ve mali özerklik ilkesini de ihlal ediyor. Oturumun kolaylaştırıcılığını yürüten Ayşe Güner’in oturumun açılışında vurgu yaptığı bu karar, içinde bulunduğumuz dönemin “ruhunu” çarpıcı bir biçimde göstermektedir. Üstelik yerel yönetimlerin mali özerkliklerini derinden zedeleyen böylesi bir kararın muhalefet açısından bile yeterince gündeme taşınmamış olması, anti-demokratik ve açıkça yasalara ve hukuka aykırı düzenlemelerle tüm idari ve mali yapının tek kişi tarafından bir gecede değiştirilmesinin ne kadar normalleştiğinin de bir göstergesidir. Gerçekten de böyle bir düzenleme ve dahası bunun kolayca yapılabilirliği, yerelde verilecek mücadelenin, kurum ve kuralların dahi bir gecede değiştirilebilecek kaygan bir zeminde verilmek zorunda olduğunu göstermektedir.

Funda Tunçel konuşmasında yerel yönetimlerin vergilendirme yetkilerini tartıştı. Yerel yönetimlerde vergilendirme yetkisi Anayasa Mahkemesi’nin birkaç yıl içerisinde yılda verdiği iki farklı kararla tartışmalı hale gelmişti. Oysa yerel yönetimler tarafından sunulan hizmetlerin artması, yerel mali kaynakların da daha güçlenmesini gerektiriyor. Peki, yerel yönetimler öz gelirlerini serbestçe temin edebiliyorlar mı? Yerel yönetimler gelirlerini serbestçe harcayabiliyorlar mı? Yerel yönetimler serbestçe borçlanabiliyorlar mı? Kuşkusuz burada yasalarla düzenlenmiş bir serbestlik alanından bahsetmekteyiz. Tunçel, belediyelerde belediyeye ait vergi, resim ve harçlar konusunda vergi incelemesi yapabilecek herhangi unvanda bir görevli olmadığına dikkat çekti. Bu nedenle yerel yönetimlerin vergilendirme yetkilerinin ve bu gelirlerin denetimi ile ilgili de açık yetki ve tanımların yapıldığı düzenlemelerin yapılması gerekmektedir.

Belediye maliyesi ile ilgili bir diğer tartışmalı konu da borçlanma meselesidir. Besim Bülent Bali, borçlanmanın tek başına iyi ya da kötü bir şey olarak değerlendirilemeyeceğini, bunun alınan borç ile neyin finanse edildiği ile ilgili olduğuna vurgu yaptı. Borçlanmanın cari harcamalar için değil de, gelecek nesiller için de etki ve katkılar sunacak yatırımları finanse etmek için kullanılması, borçlanmanın adalet açısından da tercih edilmesi gereken bir yöntem olabileceğini göstermektedir. Kuşkusuz burada da tam bir serbestlikten bahsedilemez. Borçla neyin finanse edildiğinin yanı sıra, belediyelerde ahlaki risklerin giderilmesi, şeffaflık, hesap verilebilirlik ve yönetişimin güçlendirilmesi; muhasebeleştirme, bütçeleme, denetim ve finansal yönetim alanlarında teknik ve beşeri kapasitelerinin güçlendirilmesi gibi sorunların giderilmesi de çok önemlidir. Bunun yanı sıra yerel yönetimlerin makro ekonomik dengeleri bozacak ölçüde aşırı borçlanmalarının da önüne geçecek mekanizmaların yaratılması gerekmektedir. Bali, Türkiye’de belediyelerin borçlanması önünde sıkı sınırların olduğu bir ülke olduğunu; belediyelerin, ihtiyaç duydukları kaynakları kimi zaman yükümlülüklerini yerine getirmeyerek de dolaylı olarak giderme yoluna gittiklerine değindi. Ayrıca bu konu da, siyasi bir yönetim ve denetim aracına dönüştüğü, bazı belediyelerin yükümlülükleri konusunda hiç “zorlanmadığı” görülmektedir.

Kamu Harcamaları İzleme Platformu’ndan Yakup Kadri Karabacak, yerel yönetimlerin harcamalarının yurttaşlarca takibi ve denetlenmesi konusunda yaptıkları çalışmaları paylaşarak, harcamaların izlenmesi çalışmasının, siyasetin demokratikleştirilmesi, şeffaflaştırılması ve hesap verilebilirlik açısından önemine değindi. Ancak yerel yönetim hizmetleri alanında şirketleşme eğiliminin, bu izleme ve denetim olanağını da ortadan kaldırdığına, örneğin İstanbul’da temel belediyecilik hizmetlerinin pek çoğunun belediye şirketleri aracılığıyla yürütülmesi, dahası bu eğiliminin Anadolu şehirlerine bile sirayet etmiş olmasının risklerine vurgu yapmıştır. Peki, yerel seçimlerin öncesinde, hangi muhalif siyaset bu şirketleşme sorununu yerel siyasetinin odağına almaktadır? Yerel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi karşısında nasıl bir alternatif ortaya koymaktadır? Daha doğru bir siyaset ve ekonomi modeli konusunda yerelde ne gibi öneriler geliştirmektedir? Merkezde de, yerelde de paramızın nereye harcandığına, kamu mülklerinin hangi koşullarda kimlere kullandırıldığına ilişkin hesap sormak ve hesap vermek konusundaki tutumları nedir? Sosyal demokrat bir belediyeciliğin, başta kendi iktidarda olduğu alanlarda olmak üzere böyle bir izleme, denetim, hesap verme ve hesap sorma pratiği konusunda çok net bir siyasetinin olması gerekmektedir.

Kentsel rant ve kamucu alternatifleri ortaya koyma ihtiyacı

Sempozyumun üçüncü oturumu, kentsel mekan ilişkileri, kentsel rant, ekonomi ve siyasal hegemonya arasındaki ilişkilerin farklı açılardan irdelendiği zengin oturumlardan biriydi. Murat Güvenç, Türkiye’de göç alanlarının haritalanması üzerine yaptıkları çalışmalara değinerek, göç alanları ile siyasetin yeniden üretilmesi arasında kurdukları ilişkileri ortaya koydu. Siyasal davranış, göç alanları ve göç ile yeniden üretilen iş pazarı dinamiklerini karşılaştırmalı olarak yorumladı. Güvenç’in analizi, siyasetin kimlikler, yerel aidiyetler, hemşerilikler siyaseti olmaktan çıkarılarak, birlikte yaşamayı hedefleyen bir siyaset olması için, kentlerde kolektif tüketim alanları üzerinden kamucu bir siyasetin oluşturulması gerektiğini ortaya koymaktadır. Sosyal demokrat belediyelerin herkesi kapsayan kamusal hizmet sunma hedefleri en son ne zaman vardı? Kentsel hizmetlerin sunumunda kamucu çözümleri tasavvur etmenin neden bu kadar uzağındayız? Paramparça olmuş, farklı kesimlerin kendi nişlerini “satın aldıkları” mekanlarda giderek parçalanan yaşamlardan bir kentlilik ve kent siyaseti üretmek nasıl mümkün olacak? Buna razı mıyız?

Serdar Nizamoğlu, planlamanın Ankara’da mekansal saçılma ve kentsel rantın eşitsiz birikimi üzerine etkilerine ilişkin olarak yaptığı konuşma ile 1950’lerden günümüzde Ankara kentsel mekanının dönüşümünü ortaya koydu. Kamu kurumlarının kent merkezi dışına çıkarılması, kent merkezini oluşturan mahallerin büyük oranda nüfus kaybetmesi, AVM’leşme sürecinin kentsel saçılmayı hızlandırması, plan kararlarının siyasallaşması, kuralsızlığın ve kayırmacılığın sıradanlaşması, arazi spekülasyonlarının artması, yoksulların ve düşük gelir gruplarının kentin belli çeperlerine itilmesi, kamu mülkiyetinin hızla el değiştirmesi, kentsel mekana ölçüsüz, saldırgan ve hırçın müdahaleleri ülke genelinde de yaygınlaştıracak örnekler olarak Ankara kentsel alanını biçimlendirmiştir. Nizamoğlu’nun Ankara üzerinden verdiği örneklerden çıkarılacak en temel soru, bu sürece muhalif partilerin nasıl yanıt verdiğidir. Nizamoğlu, siyasal olarak bu sürece yanıt verilemediğinde, muhalefetin de yerel de bu modeli yeniden ürettiğine dikkat çekiyor.

Tayfun Kahraman, İstanbul’daki kimi kentsel dönüşüm örnekleri ve inşaat projeleri üzerinden kentsel rantın üretimi ve aktarımı sürecini tartıştı. Kentsel rantın kamucu bir perspektifle kente döndürülmesinin yaratacağı dönüşümü de düşünmemizi sağladı.  Çocuk Esirgeme Kurumu, Ali Sami Yen Stadyumu, İller Bankası, üniversite arazisi gibi mevcut kentsel kamusal alanların değer üretme ve bunu yeniden kamuya döndürecek perspektiflerin yokluğu, siyasal muhalefet alanını da ayni oyunun içerisinde hapsetmektedir. Gerçekten CHP’li belediyelerin bu saldırgan mekansal eşitsizleşmeye verdikleri yanıt ve karşısında geliştirdikleri somut model ne olacaktır? Yerel seçim sürecinde bu soruyu kentleri yönetmeye aday olan tüm aktörlere açık bir şekilde sormak gerekmektedir. Sosyal demokrat siyaset, yalnızca kentsel rant üretimi ve mekansal adalet için değil, kentsel kamusal hizmetlerin üretimi ve kullanımında hakça bir fiyatlama politikası üzerine düşünmekte midir? Kentsel rantın vergilendirilmesi, kamusal hizmetlerden yararlanmada hakça yöntemlerin geliştirilmesi, tüm kentlilerin yararlanabileceği kamusal hizmetlerin tasarlanmasında muhalefetin ortaya koyduğu model nedir? Kamusal alanların talanı ve özelleştirilmesi karşısında bulunan çözüm nedir? Tüm bu sorular verilecek güçlü cevapların elbette siyaseten verilecek güçlü söylem ve alternatiflerle desteklenmesi gerekir.

Sosyal demokrat belediyeciliğin ilkeleri neler olmalıdır? Nasıl hayata geçirilmelidir?

SODEV’in Yerel Demokrasi Sempozyumu oturumları önümüzde duran bu hayati sorunlara, kamucu, toplumcu ve soldan çözümler üretilmesi ihtiyacını net bir şekilde ortaya koydu. Sempozyum’un son oturumu ise Murat Karayalçın’ın kolaylaştırıcılığını yaptığı bir değerlendirme paneliydi. Bu oturumda Korel Göymen, Fikret Toksöz, Ercan Karakaş, Sema Erder ve Tavit Köletavitoğlu iki günün değerlendirmesini yaparak sosyal demokrat belediyeciliğin ilkelerinin neler olması gerektiği, bu ilkelerin nasıl hayata geçirilebileceği ile ilgili değerlendirmelerde bulundular. Murat Karayalçın, sosyal demokrat belediyeciliğin ilkelerinin ne olduğu konusunda Türkiye’deki sosyal demokrat parti geleneği içerisinde alınmış net kararlar olmadığını, aynı şekilde Sosyalist Enternasyonel’de de net bir ilkeler demeti tanımlanmadığına dikkat çekti. Ercan Karakaş, merkez sol gelenek içerisinde ilkelerini saptayacağımız olgunun adının ne olduğu konusunda dahi bir belirsizlik ve karmaşa olduğunu, sosyal demokrat belediyeciliğin 1970’lerdeki zengin deneyiminin önemli bir miras olduğuna değindi. Ancak gerek günümüzdeki iyi örnekler, gerekse Türkiye’deki sosyal demokrat belediyecilik deneyimine yeterince sahip çıkılarak bilinirliğinin arttırılması gerektiğine dikkat çekti. Bu anlamda zaman içerisinde “halk için belediyecilik”, “demokratik katılımcı belediyecilik”, “halkçı belediyecilik”, “demokratik katılımcı belediyecilik”, “toplumcu demokratik ve halkçı belediyecilik”, “toplumcu belediyecilik”, “toplum için belediyecilik”, “sosyal demokrat belediyecilik” gibi farklı adlarla tanımlanan deneyimin öncelikle sahiplenilen ve günümüzde de yeni içeriğiyle zenginleştirilen bir adının olması önemlidir. Karakaş, CHP’nin 2014 yerel seçimlerindeki “varlık içinde birlik içinde özgür biçimde!” sloganındaki muğlaklığa ve 2019 seçimlerinde ortaya atılan “derman belediyeciliği” tanımındaki vurguya dikkat çekerken, aslında yalnız adlandırma ile ilgili bir soruna değil, belediyeciliğin altını dolduracak toplumcu ve ideolojik güçsüzlüklere de parmak basıyordu.

Fikret Toksöz, CHP’li belediyelerin özellikle toplumsal cinsiyet eşitliği, çocuklarla ve kırsal kalkınma ve kooperatifleşme ile ilgili konularda farklılıklar yaratabileceklerine değindi. Ancak CHP’li belediye çalışanları içerisinde dahi kadın çalışan oranının %30 seviyelerinde olduğunu ekledi. Gerçekten de en azından ülke ortalamasını tutturmuş mu diyelim? Bu çarpıcı veri kuşkusuz belediye başkanı oranı, belediye meclisi oranı açısından daha da trajik bir hal alıyor malumunuz. Bu satırların yazıldığı dönemde, CHP 140 belediyede belediye başkanı adaylarını açıkladı. 140 belediye başkanı adayı içerisinde yalnızca 6 kadın adayın olması, iyi dileklerimizde kalan fark yaratmak şöyle dursun, geleneksel eril siyasi formları üretmede istikrarlı bir kararlılığı göstermektedir.

Fikret Toksöz ikinci olarak eğitim ve çocukların geleceği konusunda belediyelerin de yapabilecekleri çok şey olduğunu, eğitimde yeni modeller geliştirilebileceğini ileri sürdü. Üçüncü olarak da belediyecilikteki İzmir modeline değinerek, kırsal kalkınma ve kooperatifçilik alanında başarılabilecek çok şey olduğuna değindi. Hele hele, büyükşehir belediyeciliğinin alanının il sınırları ile eşitlenmesinin, metropol belediyeleri kendi kırsal alanlarından da sorumlu kılması ile bunun daha da önem kazandığını söylemek mümkün. Toksöz ayrıca, belediyelerin şeffaflığı ile ilgili olarak gerçekleştirdikleri bir izleme çalışmasının[1] verilerine dayanarak, toplam 200’ü aşkın kriterle belediyelerin şeffaflık ve hesap verebilirliklerinin izlenmesi ve derecelendirilmesinin, sosyal demokrat bir belediyeciliğin ilkelerinin oluşturulması bakımından da önemli bir kaynak olduğunu hatırlattı.

Tavit Köletavitoğlu, ilkelerin oluşturulması ve kabul edilmesinin de ötesinde, kentlerin suç cennetleri olmaktan çıkarılmasının kent yaşamı için önemine değindi. İlke ve kuralların yazılı metinler olmasından öte, kurallara uyulmadığında yaptırımların uygulanabiliyor olmasının önemini vurguladı. Bu anlamda kuralları ihlal edenin yanına kar kaldığı mekanlarda insanların kendi kurallarını uygulamaya başladıklarını, bu durumun da kentleri ortak yaşam alanları olmaktan çıkardığına işaret etti. Köletavitoğlu, sosyal demokrat belediyeciliğin öncelikle kuralları ve yaptırımları uygulanabilir kılma gücüne sahip olması gerektiğine vurgu yaparken aslında kuraldışılık, illegalite, ölçüsüzlük ve kentsel alandaki hoyrat müdahaleleri durduracak bir kentsel hukukun takipçisi olmaktan bahsetmektedir. Bu anlamda merkezdeki tüm kural ve kavramların içinin boşaltıldığı günümüzde, yerelin dönüştürücü dinamiklerini ve gücünü keşfetmek önemli hale gelmektedir.

Sema Erder konuşmasına her şeyin büyük bir hızla değiştiği içinde bulunduğumuz sıra dışı dönemde, iktidarın seçimler öncesinde tıpkı “tek hazine kuralı” uygulaması gibi yerele ilişkin pek çok kuralı da değiştirebileceğini ve bu ortamda siyaset üretmenin ne kadar kestirilemez hale geldiğine değinerek başladı. Erder, daha önceki süreçlerde yapılageldiği gibi muhalefetin bu değişen kurallara uyum ve kabul “kabiliyetinin” üzerine esaslı bir şekilde düşünmek gerektiğini vurguladı. Bunlara yanıt bulamadan her şey “normalmiş” gibi tartışma yürütmenin de giderek anlamsızlaştığına değindi. Bu çerçevede önümüze hep birlikte yanıt bulmamız gereken çok temel soruları koydu. Erder’in soruları bence önceki oturumlarda tartışılan kamucu, toplumcu alternatif bir belediyeciliği oluşturmak, izini sürmek ve mücadele etmek için öncelikle cevap verilmesi gereken sorular.

SODEV gibi kurumların ve bu tür toplantıların bu sorulara yanıt bulmak için çabalayanlar ile siyasi aktörler arasında; toplumsal muhalefet, akademi ve siyaset arasında samimi ve kalıcı bir ilişkiyi tesis etmek bakımından büyük bir önemi var bu nedenle. Belki de açık açık haykırmalı: Sahi gerçekten değiştirmek ve değişmek istiyor muyuz? Başka bir toplumsal mutabakat için, siyasi ve toplumsal aktörlerin sistemle kurdukları irili ufaklı rant ilişkisini değiştirmek istiyor muyuz? Ben değiştirmek isteyenlerin hiç de az olmadığını, ancak değişimin somut hedefleri, alternatifleri, modellerinin görünür kılınması, değişim dilinin kazançları somutlaştıran bir dil olması gerektiğini düşünüyorum. Kuşkusuz bu dili ve alternatifi yükseltecek örgütlerin öncelikle bu soruların muhatabı olması gerekiyor.

[1] İzleme çalışmasına bu linkten ulaşılabilir: http://belediyekarnesi.argudenacademy.org/karneler

*Ece ÖZTAN
Siyaset Bilimi, Dr.
ece.oztan@sodev.org.tr