SODEV’in 1-2 Aralık’ta gerçekleştirdiği Sosyal Demokrasi Ulusal Sempozyumu, sosyal demokrasinin günümüzdeki gelişmeler beraberinde tartışılmasına vesile oldu. Anayasa, siyasi partiler, sivil toplum, sosyal devlet ve emek sosyal demokrasi sempozyumunun temel tartışma eksenleri oldu. Sempozyumun sonunda, günümüzdeki ağır hegemonik kapanmadan çıkış yolunun emek temelli ve solda bir topyekün bir mücadeleden geçtiğine işaret eden bir kapanış bildirisi de yayımlandı.
Sempozyum’un açılış konuşmasında Korel Göymen, sosyal demokrasinin yerelleştirilmesinin önemine vurgu yaparak, değişen kalkınma, değişen yönetim, değişen planlama ve değişen demokrasi anlayışlarına dayanan iyi örnekler geliştirmemiz gerektiğinin altını çizdi. Göymen, küresel eğilimler, sosyal demokrasinin evrensel ilkeleri ve Türkiye’nin kendine özgü koşullarını bir arada düşündüğümüz somut örneklerin çok önemli olduğunu, bunu da öncelikle yerelden başlayarak geliştirilebileceğini ifade etti.
Sosyal demokrasi ve anayasa
Sosyal Demokrasi ve Anayasa başlıklı ilk oturumun moderatörlüğünü İbrahim Kaboğlu yürüttü. Oturumun ilk konuşmacısı, Meral Danış Beştaş, Türkiye’nin anayasasızlaşma sürecinin 20 Temmuz’un çok öncesinde, 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi ve “bekleme odasına alınan parlamenter demokrasi” vurgusu ile başladığının altını çizdi. Hemen sonrasında iç güvenlik paketleri, 7 Haziran seçim sonuçlarının tanınmaması ve 1 Kasım seçimleri ile parlamentonun çalıştırılmaz bir hale getirilmesi bu sürecin ürünleriydi. Sokağa çıkma yasaklarının, cenazelerin sokaklarda bekletildiği dönemlerin, kolluğa dokunulmazlık veren düzenlemelerin, cenazeler üzerinden yapılan siyasetin bütünüyle bu ön-OHAL döneminin varacağı noktaların işareti olduğunu belirtti. 15 Temmuz sonrasında ilan edilen OHAL, resmi olarak 2 yıl devam etti. OHAL ve sonrasında olağanlaşan OHAL döneminde 36 OHAL KHK’sı ile günde ortalama 480, toplamda 127 bin kişinin görevlerinden ihraç edildiği, 99 kayyum ataması yapıldığını belirten Beştaş, bunların yanı sıra CMK gibi temel mevzuat hükümlerinin değiştirilmesinin Türkiye’yi tam bir anayasasızlaştırma sürecine soktuğuna vurgu yaptı.
Demirhan Burak Çelik, 16 Nisan Anayasa değişikliklerinin Osmanlı-Türk Anayasacılığında önemli bir kırılma olduğunun altını çizdi. Anayasacılığın sadece iktidarın sınırlanması meselesi olarak görülmemesi gerektiği; sosyal haklar, adalet ve bölüşümü içeren, yerel demokrasinin güçlendirilmesini dışlamayan sosyal demokrat bir anayasa anlayışının hayata geçirilmesinin önemini vurguladı. Bu nedenle mevcut anayasa tanımazlık ve otoriterlik dönemine karşı, yalnızca dizginsiz siyasi iktidarı sınırlamanın değil, bu perspektiflerle yarını kurmanın önemli olduğunu ifade etti. Bu nedenle uzun vadeli; sosyal haklar, adalet ve bölüşüme ilişkin talepleri içeren; eşit yurttaşlık, sosyal devlet ve emek mücadelesinin aynı zamanda dizginsiz iktidarı sınırlama mücadelesi ile bir arada verilebileceğine değindi. Demirhan Burak Çelik’in sunuşu, günümüzde iktidarın sınırlandırılması mücadelesini, soldan okuyan bir hukuk devleti mücadelesi perspektifi geliştirmenin önemini vurgulaması açısından da değerliydi.
Bu oturumun bir diğer konuşmacısı Dinçer Demirkent ise, siyaset ile hukukun birbirinin üstüne bindiği siyasal momentlerin bulunduğunu, içinde bulunduğumuz dönemin anayasa mücadelesinde, olağanlık-olağandışılık, kurulu iktidar-kurucu iktidar ve açıklık-kapalılık meselelerini önüne koyan bir perspektif geliştirilmesi gerektiğini söyledi. Demirkent’in önerisi, Türkiye’nin anayasal çekirdeğin temel meselelerini de yeniden düşünmemize olanak sağlayacak bir çerçeve sundu.
Sosyal demokrasi ve siyasi partiler
Siyasal partiler ve sosyal demokrasi başlıklı 2. Oturumun moderatörlüğünü Ercan Karakaş yürüttü. Bu oturumda ilk olarak Ayşe Ayata CHP seçmeninin kötümserlik ve kızgınlığını, dünyadaki sosyal demokrat parti tabanlarındaki kötümserlik ile paralellikleri de bulunduğuna işaret etti. Teknolojinin iş piyasalarını ikiye bölen eğilimlerinin sol partilerin tabanlarını erittiğini; bu nedenle sol partilerin yükselen çalışan sınıflarla yükselmesi gerektiğini; CHP’nin de eğitimli, nitelikli tabanını tanımlamada daha cesur olması gerektiğini vurguladı. Sol partilerdeki düşüşün yapısal nedenleri ve küresel dinamiklerin farkında olarak, fakirleşen milli çoğunluklar ve kendi evrensel değerleri arasında sıkışıp kalan sosyal demokrat partileri bu sıkışmadan çıkaracak şey sınıf ile parti siyaseti arasında daha cesur ve gerçekçi bağlar olacaktır. Ayata, bu sınıfsallığı bilgi toplumu ile yükselen paylaşmaya hazır ve yüksek eğitimli sınıflar olduğunu ifade etti. Bu nedenle Türkiye’de de sosyal demokratların kendi tabanları ile barışıp, kendi ilkeleri ile uyumlu çalışmaları gerektiğini vurguladı.
Siyasi partilerin sosyal ağları üzerine çalışmaları bulunan Ayşen Uysal, CHP’nin sosyal sermayesi ve ilişki ağlarını nasıl kurduğuna odaklanan saha araştırmasını, günümüzdeki eğilimlerle bir arada değerlendirdi. Peki, sosyal demokratlar toplumla ilişkilerini nerede kuruyor? Uysal kuşkusuz bunun ortaya konmasında ideolojinin, parti modelinin sonrasında da geliştirilen ilişkilerin özelliklerine bakmamızın önemli olduğunu belirtiyor. Aileden gelen kültürel sermayenin siyasi kariyer üzerinde belirleyici olması, etnik temelli toplulukçu ağların, hemşeri derneklerinin siyasi ilişki ve süreçlerde belirgin rolünün olması, siyasi parti ilişkilerinde ve partililikte kapalı devrelerin oluşmasına zemin hazırladığı görülmekte. Uysal konuşmasında ayrıca, CHP’de meslek olarak da mühendislerin yaygın olduğunu, mühendisleri esnaf ve tüccarların izlediğini aktarıyor. Zanaatkarlar, tarım sektörü partide yer almıyor. İşçiler ve bağımlı sınıfla olan ilişkiler de zayıf kalıyor. Bir anlamda partiyi kendi hesabına çalışanlar yönetiyor ve ağlar da daha çok meslek grupları, iş insanları aracılığıyla yapılanıyor ve parasal güç adaylığın önemli belirleyicisi oluyor. Bu anlamda CHP’nin belli meslek grupları ile sınırlı ve toplumun farklı kesimlerine açılamayan, tıkanan “bağlayıcı bir sosyal sermayesi” var. Köprü kuran bir sosyal sermaye geliştirilmesinin çok önemli olduğunu belirten Uysal’ın konuşması, CHP’nin neden çalışan kesimlere, bağımlı sınıflara, ücretlilere açılamadığına ilişkin önemli sosyolojik veriler sağlıyor.
Berk Esen, seçimsel sultanlık rejimlerinin genel niteliklerini tanımladıktan sonra, AKP’nin 2010 sonrasında girdiği yolun, kamu kaynaklarının parti-lider ve seçim için seferber edildiği, ekonomik krizin yarattığı çöküntü sonrası kaynak dağıtmanın popülist yollarla kullanıldığı, 2002-2011 arasında denetleyici ve dengeleyici tüm kurumların çökertildiği bir zemin üzerinde inşa edildiğini belirtti. Bu çöküntünün anayasa değişiklikleri ile tamamlanarak, bir demokrasi varmışçasına, içi tümüyle boşaltılmış bir döneme girildiğini vurguladı. Esen, bu süreçte sosyal demokratların kurmak zorunda oldukları muhalefetin, bu içi boşaltılmış zeminde yol almak durumunda olduğunu ortaya koydu.
Sosyal demokrasi ve sivil toplum
Sempozyumun ikinci günü sosyal demokrasi ve sivil toplum ilişkisinin tartışıldığı oturum ile başladı. Burhan Şenatalar’ın moderatörlüğünde yürütülen oturumun ilk konuşmacısı Nazik Işık idi. Nazik Işık, yerelleşmenin küresel bir eğilim olmakla birlikte, yerel olanın özgünlüğünü yitirme ve birbiriyle benzeşmesi sürecinin de yaşandığına değindi. Bu nedenle de tıpkı yerelleşme gibi sivil toplum kavramının da fetişleştirilmemesi gerektiğine dikkat çekti. Sivil toplum alanını konuşurken bu saptamayı yapmak önemli çünkü sosyal demokrasi ve yerel demokrasiyi güçlendirmekten, geliştirmekten ve pratiğe geçirmekten söz ediyorsak, sivil toplumun niteliğine ve taleplerine ilişkin de derinlikli ve eleştirel bir bakışımızın olması gerekiyor. STK’ların tüm üyelerinin TC kimlik numaralarını Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğü’ne bildirilmesinin istendiği bir dönemde, sivil toplumun da artan baskı ve otoriterleşmeden fazlasıyla payını aldığına vurgu yapan Işık, sosyal muhalefetin de sürekli mevzi kaybına uğradığına vurgu yaptı. Örneğin 90’larda kendi gündemini kurabilen ve yasal adımlarla önemli mevziler kazanan kadın hareketinin bugün bir bir kazanımların geri alınması süreci karşısında sürekli birikimlerini koruma-savunma mücadelesi vermek zorunda kaldığını ifade etti. Işık ayrıca STK’ların bugün hızlı ve takip edilmesi güç bir mevzuat değişikliği, hızlı bir GONGO[1]’laştırma, parti örgütü gibi davranan kuruluşlarla karşı karşıya olduğunu belirtti. Bunun yanı sıra, bürokraside kurumsallaşma bakımından yıllara dayanan deneyim yok edilmiş, muhataplar sürekli değişmiştir. Bugün hak temelli örgütlenmeler; kadın, LGBTİ+, insan hakları alanında çalışan STK’lar ve savunucuların büyük bir baskı ve tehdit altında olduğu bir sivil toplumdan söz ettiğimizi hatırlattı.
Ulaş Bayraktar, STK’ların sosyal demokrasi açısından temel işlevlerine değindi. Bu anlamda sivil toplum sosyal demokrasinin gelişimi ve işlerliği için önemli bir potansiyele sahip olmakla birlikte, kendiliğinden ve verili olarak bu yönde işleyeceğinin garantisinin olmadığını belirtti. Bu potansiyel işlevlerin Türkiye’de çok fazla hayata geçirilemediğine, sayıca artan sivil toplum kuruluşlarının siyasal katılım işlevini üstlenmekten öte, sosyal devlet işlevlerini karşılamaya dönük, uzman ve projeci bir çerçeveye evrildiğine değindi. Bayraktar, toplumcu ve kamucu bir belediyeciliğin ortaya konulmasında yereli ve sivildeki bu potansiyeli harekete geçirecek bir müşterekler siyasetinin çerçevesini çizdi. Yaşanılan mekana ilişkin aidiyet bağının güçlenmesine dayanan bir hemşerilik; kentsel kamusal alanlar; yerel haberdarlık olanaklarının geliştirilmesi ve tabandaki örgütlülüğün teşvikine dayanan bu siyasetin kamucu ve toplumcu alternatifleri kentte ortaya koymak açısından önemine vurgu yaptı.
Bu oturumun bir diğer konuşmacısı Oya Ersoy ise neoliberalizm, emperyalizm ve savaş çağında, solun tek tek kendi örgütleriyle değil, ortak muhalefeti örgütlemek üzerine çalışması gerektiğini vurguladı. Tüm dünyada yükselişe geçen “tek kişilik yönetimlere” karşı, tabandaki örgütlenme ve çoğulluğu hayata geçirmenin yolunun bu ortak muhalefeti yaratmak olduğunun altını çizdi.
Sosyal demokrasi, sosyal devlet ve emek
Sempozyumun son oturumu sosyal devlet ve emek oturumunun moderatörlüğünü Asalettin Arslanoğlu yürüttü. Meryem Koray konuşmasında sosyal demokrasinin ayırt edici niteliğinin sosyal devlet olduğunu, dolayısıyla siyasal iktidarın sınırlandırılması tartışması yapmanın anlamlı fakat, sosyal demokrat tahayyülü geliştirmek açısından son derece noksan olduğunu gerekçeleri ile detaylı olarak açıkladı. Bu anlamda sosyal politikaların hiçbir zaman sosyal demokrasi için sosyal yardım politikaları olarak ele alınamayacağını, hak temelli ve çok daha gelişmiş sosyal politika repertuarının olması gerektiğine değindi. Sosyal devleti somutlaştırmanın yolu, politika repertuarını genişletmek ve çeşitlendirmekten geçiyor. Bugün sosyal yardım gibi algılanan bu kavramı, yeniden haklar ve hak temelli politikalar üzerinden tanımlayabilmek için de bu somutluklara ihtiyaç var.
Neoliberal dönem AKP iktidarında emeğin dönüşümünü istatistikler üzerinden analiz eden Anıl Aba, son 10 yılda kadınların işgücüne katılım oranlarında yükselmeler görüldüğünü ancak istihdamın onun gerisinde kaldığını belirtti. İstihdam yaratmayan büyüme yüksek işsizlik oranları ile yürümektedir. İşsizlik alanındaki yapısal kırılma ise 2008 yılında ortaya çıkmıştır. 1988-2002 arasında işsizlik ortalaması %7,7; 2002-2017 arasında %10,8’dir. Aba, AKP döneminde ücretli ve yevmiyeli çalışan kesim arttığını, kendi hesabına çalışanların azaldığını, bunun klasik Marksist bir proleterleşme eğilimi olarak görülebileceğini ifade etti. Bu anlamda makro dinamikleri ve sayısal verileri nüanslı bir şekilde okumak önem kazanıyor. Türkiye’de son 10-12 yıldır emeğin gayri safi yurtiçi hasıladan (GSYİH) aldığı payın %40’lardan % 50’lere yükselmesi de ücretli ve yevmiyeli çalışan artışı ile ilişkilidir. Son on yılda asgari ücretle çalışanların ücretli çalışanlara oranın da yükseldiğine değinen Aba, reel ücretlerde çok büyük bir artış olmamasına rağmen işçi sınıfı totalinde bir iyileşme görüldüğünü ancak belli meslek grupları açısından detaylı analizlere ihtiyaç olduğunu vurguladı. Tüm bu verilerin yanı sıra, Aba sınıf mücadelesi perspektifinden yaklaşarak, sendikalaşma oranının %20’lerden %4’lere kadar inmesi, grev sayılarındaki dramatik düşüş, artan emek verimliliğine karşın ortalama ücretlerin bunun çok gerisinde kalması gibi veriler ile sınıfsal uçurumdaki derinleşmeye işaret etti.
Bu oturumun ve sempozyumun son konuşmacısı Aziz Çelik ise Anıl Aba’nın bıraktığı yerden Türkiye’de işçileşme ve sendikalaşma süreçlerine ilişkin tarihsel bir perspektif sundu. Bu anlamda sosyal demokrasinin sosyo-ekonomik tabanının geç ortaya çıkması, sosyalist sola uygulanan baskı ve sendikalaşma süreçlerini dönemsel olarak analiz eden Çelik, 1980 sonrasında siyasetsiz sendikacılığın yükselişine değindi. Çelik, günümüzde ise sendikalaşma eğiliminin artmasına rağmen, iktidar cephesinde paralel bir emek-sendikal eksen yaratılması ve iktidar ile sembiyotik ilişki içerisinde bir emek evreni oluşturulması sürecini rakamlarla açıkladı.
SODEV’in bu yıl ikincisini gerçekleştirdiği Sosyal Demokrasi Sempozyumu, ortalama 250 katılımcı ile verimli bir tartışma ve birlikte düşünme zemini sundu. Sempozyumun sonrasında, geçtiğimiz yıl olduğu gibi bir kapanış bildirisi yayımlandı. Önümüzdeki günlerde sempozyumda sunulan tebliğler ve yapılan konuşmalardan derleme bir kitap da yayımlanacak ve değerli bir kaynak olarak SODEV yayınları arasında yerini alacak. Sosyal Demokrat Dergi 2019’un bu ilk sayısından itibaren, “Günümüzde Sosyal Demokrasinin Krizi ve Çıkış Yolları” başlıklı bir tartışma serisine de başlıyoruz. Sempozyuma ilişkin tartışmaların özeti ve sempozyum kapanış bildirisinin yanı sıra Tanju Tosun’un yazısı bu seriyi başlatacak yazılar olacak. Dilerim SODEV’in öncülük ettiği bu tartışmalar siyaseten de yanıt bulur.
*Ece ÖZTAN
Dr., Siyaset Bilimi
ece.oztan@sodev.org.tr
[1] Sivil Toplum Kuruluşu anlamına gelen NGO (Non govermental organisation) yani hükümet dışı kuruluş kavramının tersine, hükümetin denetimi ve güdümündeki STK görünümlü kuruluşları adlandırmak için GONGO yani “Goverment Organized NGO” kavramı kullanılmaktadır.