“Biz çocuklar çoğunlukla bize söylediklerinizi yapmıyoruz. Ne yapıyorsanız onu yapıyoruz. Ve siz yetişkinler benim geleceğimin içine ediyorsunuz. Ben de sizinkini umursamayacağım. Benim adımı Greta ve 9. sınıfa gidiyorum. Ve iklim için İsveç genel seçimlerine kadar okula gitmeyi reddediyorum”[1]
“Afganistan‘da savaş var. Bu sığınmacıyı ölüme gönderiyorlar, buna izin vermeyeceğim”[2]
“Tüm siyah yoksullar, gitmelisiniz
Tüm Meksikalılar, gitmelisiniz
Ve tüm yoksullar, gitmelisiniz
Müslümanlar ve geyler, oğlum, sizin yolunuzdan nefret ediyoruz
Yani tüm kötü halklar, gitmelisiniz![3]
Dünya belki hiçbir zaman tam olarak iyi bir yer olmadı. Ama bugün, 20. yüzyılın umutlarının epey uzağında görünüyor. 2. Dünya Savaşı ve Nazizm sonrasında oluşan siyasal mutabakatlarda nicedir derin bir yarılma var. Kamusallık, yurttaşlık, sekülerlik, eşitlik, gerçeklik ve hatta -insan kavramı hakları ile birlikte- silikleşiyor, önemsizleşiyor. Nicedir post’lu dönemler yaşadığımız söyleniyor. İçinde bulunduğumuz dönemin enformelleşme, güvencesizleşme ve belirsizleşmenin; otoriterleşme, demokrasi kaybı ve siyasal temsil krizinin; güvenlikleştirmenin, korku yönetiminin; biyoteknolojiler, nanoteknolojiler, siber ağlar ve mekanların; merkezsizleşmenin ve girişimci benliklerin dönemi olduğu belirtiliyor. Bu gelişmelerin sanattan siyasete, ekonomiden, biyolojiye ve psikolojiye farklı tartışmaları ve değişimleri tetikliyor. Bir yanıyla özgürleşme umudunu diri tutan, bir yanıyla da distopik bir gelecek tahayyülüne bağlanan farklı olasılıklar tartışılıyor. Geleceğin radikal potansiyelleri olabilir; ancak siyaset, özgürleştirici bir radikal potansiyeli harekete geçirebilir.
“Siborg Manifestosu”
Donna Haraway’ın 1985 yılında Socialist Review’de yayınladığı Siborg Manifestosu geleceğin radikal potansiyellerine işaret eden ufuk açıcı bir metin. Siborg, “sibernetik organizma, makina ile organizmanın oluşturduğu melez, kurgusal bir yaratık olmanın yanı sıra toplumsal gerçekliğe ait bir yaratıktır.” Bu anlamda adeta kolumuzun bir uzantısı, bedenimizin bir eklentisi haline gelen akıllı telefonlarımız, siber alandaki varlığımı, dolaşan imgelerimiz, profilimiz ile hepimizin birer siborg olduğu söylenebilir! Syborg insan-hayvan, organizma-insan ve fiziksel olan –olmayan sınırlarının belirsizleşmesini temsil ediyor. Manifesto, bu belirsizleşme ve sınırların karışmasının yaratabileceği olanaklar üzerine. Bir başka deyişle Haraway, tekno-bilimin sosyalist, feminist, ekolojist bir bakışla önümüze koyduğu siyasal sorumluluğa vurgu yapıyor bu metinde. Irkçı, eril, erkek-egemen, militarist kapitalizm ve ilerleme ve doğa üzerindeki tahakküm geleneğinin temsil eden siborg imgelerini tersyüz ediyor. Geç kapitalizm koşullarında tekno-tahakküme bir başka perspektiften de bakarak siyasal bir mücadele öneriyor. Haraway, “tarihte, ‘ırk’, ‘toplumsal cinsiyet’, ‘cinsellik’ ve ‘sınıf’ üzerinden kurulan tahakkümlerle etkili bir şekilde baş etmeye çalışmak üzere, siyasal birliğe daha fazla ihtiyaç duyulduğu başka bir zaman dilimi bilmiyorum” diyerek tek bir tahakküm zeminini arayışındaki sorumluluğumuza vurgu yapmaktadır. Beyaz kapitalist patriyarkadan tahakküm enformatiğine geçilen süreçte “zihin ile beden, hayvan ile insan, organizma ile makine, kamusal ile özel, doğa ile kültür, erkeklerle kadınlar, ilkel ile uygar arasındaki ikiliklerin” ideolojik sorumluluğu ile yüzleşmeye çağırıyor.
Biyoteknolojide gelişmeler, robot bilim, beyin yapısının dijitalleşmesi ve haritalanabilmesi, dijital ölümsüzlük arayışı ve hatta biyolojik/genetik ölümsüzlük yolunda arayışlar; mikro elektroniğin emek; yapay zekanın zihin üzerindeki etkileri; iletişim teknolojilerinin kamusal hayat ayrımını silikleştirmesi güçlü bir çift-modelli toplumsal yapının altüst oluşunun da zeminidir Haraway için. Ama bir yandan da teknobilim mufazakar toplumsal cinsiyet rolleri ve ırkçılığı yeniden üretmenin zemini haline de gelmektedir.
Haraway’ın manifestosu, dünyanın hemen her yerinde artan otoriterleşme, tahakküm, neo-faşizm ve kontrol teknikleri, güvencesizleşme, yeni ırkçılık biçimleri, militarist tekno-endüstri, iklim değişikliği, genetik mühendisliğinin tarım ve hayvancılık endüstrisinde vardığı ürkütücü sonuçların distopik ortamında; özgürleştirici bir siyaset için halen önemli bir metin. Yediğimizden içtiğimize, soluduğumuz havadan, yaşadığımız mekana ve hatta zihinsel, duygusal, genetik yapımıza kadar derin bir yarılma ve kutuplaşma ortamında, tam da devrimci bir siyasal birlik ihtiyacından söz ediyor.
İnsan sonrası bir özgürlük tahayyülü?
Siborg’un ötesinde ötesinde, biyo/tekno/siber alanda yaşanan dönüşümler, bir yanda da insan sonrası –posthuman- bir alanı açtı. Bu anlamda siborg düşüncesinde, insan ile makinenin eklenmesi ya da makinenin insanın yerini alması şeklinde bir ilişki varken, insan sonrası tahayyül, makinelerin insan organizmasını değiştirmesi ile ilgilenmekte. Braidotti, insan sonrası öznelerin daha önce hiç görülmedik oranda teknolojinin dolayımında olduğunu belirtiyor ve çağdaş küresel ekonominin en belirgin özelliğinin tekno-bilimsel yapısı olduğunu ileri sürüyor[4]. Robotlar, androidler ve yapay zeka da insan sonrası bir perspektife zemin hazırlasalar da, insan sonrası tahayyül; insansızlaşan savaş teknolojileri; yaşamın bütünün, genetik kodlarının ticarileşmesi ve piyasalaşması ile insan-doğa, insan-hayvan ilişkilerinde ve dahası insan düşüncesinin ve organizmasının değişimine ilişkin değişimleri de içeriyor. Rose, günümüzde yaşayan maddenin genetik kodunun, yani bizzat “yaşamın” kendisinin sermaye haline gelmesinden; yaşayan organizmaların küresel düzeyde metalaşmasından söz ediyor.[5] Bir anlamda biyopolitikadan, biyoekonomiye geçiş ve kapitalizmin biyogenetik siyasi ekonomisinin yaşamın bütününü kodlanabilir, patentlenebilir hale gelmesi anlamına geliyor. Endüstriyel hayvancılık, sadece hayvanların batarya kafes üretim birimleri içerisinde sistematik şiddet, istismar nesneleri olarak metalaşmalarını değil, tarım ve ormanlık alanların yok edilmesi, küresel ısınma, kirlilik ve ağır endüstriyel çalışma koşulları anlamına geliyor. Bilim insanları dünyanın 3,5 milyon yıllık tarihinde canlı türlerinin “altıncı kitlesel yokoluş” sürecine girdiğine dikkat çekiyor.
Haraway’ın Modest−Witness@Second−Millennium.FemaleMan−Meets−OncoMouse™ adlı kitabında, dünyanın ilk patentli hayvanı olan OncoFare’nin (OncoMouse) adını bu nedenle ™ simgesini ekleyerek kullanır. Tireli ve ekle yapıştır isimlendirme teknobilim alanındaki ilişkilenmeleri, internet dünyasının adres çubuklarını ve bilginin kodlarını; patent ve lisans eklerini ifade etmektedir. Ayrıca tireli ve birleşik adlandırma, doğa-bilim; doğa-kültür, doğa-insan, beden-zihin gibi ikiliklerin ötesinde düşünmemize yönelik bir çağrı olarak da okunmalıdır Haraway’ın çalışmasında. OncoFare, kanser araştırmaları için tasarlanmış, göğüs kanserine neden olan bir gen nakil edilerek 1990’larda “piyasaya sürülmüştür.”[6] Haraway OnkoFare’yi teşebbüsleştirilmiş doğanın paradigmatik örneği olarak seçmiştir. ABD’de ar-ge yoğunluğu, yani ar-ge harcamalarının milli gelire oranının en yüksek olduğu endüstri yaşam bilimleri ve sağlık. Bu alanda ar-ge yoğunluğu (ar-ge yatırımlarının GSMH içindeki oranı) %27 seviyesinde. Keza Avrupa’da da ilaç endüstrisinin ar-ge yoğunluğu % 24 seviyesinde[7]. Sadece biyoteknoloji, biyokimya değil, nörobiyoloji, robot endüstrisi, biyogenetik gibi alanlara yapılan yatırımlar hızla yükseliyor.
İnsan sonrası tahayyülü harekete geçiren ve insan-makine, sanal-gerçek, zihin-beden arasındaki sınırların altüst oluşuna işaret eden bu insan sonrası olasılıkların dramatik sosyal değişim potansiyelinden söz edilmektedir. Tüm bu dönüşümün küresel eşitsizlik ve ekolojik yıkımın orta yerinde distopik bir tahakküm ve yokoluşa mı yoksa özgürleşme ve yeni bir tahayyüle mi evrileceğini belirleyen çoğul bir siyasal mücadele olacak.
Kapitalist küresel ekonomi ve ayrışmanın dehşeti
Neoliberalizmin benliklerimizi inşa ettiği, dünyadaki %1’lik zengin nüfusun, dünyanın geri kalan %50’den fazlasının ekmeğini, benliğini, beğenisini, zihnini, bedenini, hayal gücünü, yaşamını emdiği bu devasa tahakküm ağı içerisindeyiz. Öyle ki, günümüz dünyası bazılarına dünyanın bütün damıtılmış “doğal” tadlarını, zihinsel gelişmenin çoklu biçimlerini, daha sağlıklı genleri, daha güçlü bedenleri, bitmek bilmez gençliği sunarken, dünyanın bir bölümünde yalnızca küsurları silinmiş sayılar olarak anılıp geçenler[8]; savaşla başlayıp, oyun oynayacak yaşa gelmeden sulara gömülen bebekler, yası tutulmayan ölümler, açlık, yoksunluk içerisinde büyüyen gençler, gıda endüstrisinin hasta ettiği kitleler; yaşamı, genetiği tahakküm altındaki canlılar var. Çünkü teknobilim, kapitalist ilişkiler ağı içerisinde sınıfsal pozisyonları da yeniden üretiyor, yeni ayrışmaları körüklüyor ve derinleştiriyor. İnsansız hava araçları, ölümleri “mesafelendirdi”. İnsanın yaşam süresi yaşam bilimleri alanındaki gelişmelerle uzadı ancak bazı canlıların ölüm ve yokoluşları biçim değiştirdi.
Bir yanda en üst düzeyde gelişime, yaratıcılığa, mükemmelliğe yönelen yaşam kavrayışı ile ölüm, felaket, yıkım, şiddet ve dizginsiz bir kötülüğe çağıran dinamikler var. Bu nedenle distopyalar, aslında seçeneklerimiz hakkında güçlü bir çığlık olarak okunmalıdır. İtalyan düşünür Esposito, modernitenin orta yerinde Nazizm deneyiminin politik karakterinin yaşamı devam ettirme ve geliştirmenin tek yolunun ölüm döngüsünün sürekli genişletilmesi olduğunu belirtmektedir. Bu anlamda Nazizm modernitenin çocuğudur. Esposito, Nazizmde öldürme yetkisinin liderin elinde toplanmadığını aksine toplumsal yapıya eşit şekilde pay edilerek, kitlelerin faşizmi arzuladıklarına dikkat çeker[9]. İçinde bulunduğumuz kavşakta hem Nazizm deneyimini bir daha düşünmek, hem de özgürleştirici bir yaşam siyaseti için harekete geçmemiz gerekiyor. Çevresel yıkım ve sınıfsal ayrışmaların boyutunu düşündüğümüzde, “kapitalizm öldürür” sloganı, çok dolaysız ve yalın bir gerçekliği ifade ediyor.
Esposito da Haraway gibi canlılığın tüm formlarını kapsan, yaşamı üreten, çoğullayan, zenginleştiren, farklılaştıran komünalist bir biyopolitika düşüncesine ulaşır. Bedenlere eklenebilen akıllı protezler, siber gerçeklik ve yaşam deneyimleri, siber kimlik ve deneyimler, robotik teknolojiler aracılığıyla insan-makine sembiyozları, biyoteknoloji ar-gesinin devasa hacmini göz önüne alırsak; Braidotti’nin belirttiği gibi tüm canlı türleri “küresel ekonominin tezgahına düşmüş durumda”. Süt bankaları ile anne sütünün metalaşması uzun süredir gündemde. Uzun zamandır beğenilerimiz, tercihlerimiz, sosyalliğimiz, boş zamanımız sibernetik bir yönetimsellik ve veri madenciliğinin izini sürdüğü metalar halinde dolanıyor. Mağaza vitrinine bakan gözümüzden müşteri profilimizi analiz edecek düzeyde bir yönetimsellikten bahsediyorum!
Eleştirel teorinin, olumlayıcı bir biyosiyasetin ve özgürleştirici eylemin alanını genişletmek için feminist, ekolojist, heteroseksizm, ırkçılık ve türcülüğe karşı teori ve eylemden daha fazla beslenmeliyiz. Çünkü kapitalist küresel ekonomi politiğin sınıfsallığını ortaya koymak, sınıfları yeniden kuran karmaşık ve devasa tahakküm ağına radikal bir meydan okumayı gerektiriyor. Sadece yeniden siyasal tahayyülümüzü hareketlendirmek için değil, yeni bir ahlak geliştirmek için de! İsveç’te 15 yaşındaki Greta Thunberg adlı çocuğun iklim kriziyle mücadele etmek için okula gitmeyi reddederek, greve başlaması, 21 yaşındaki Elin Ersson’un, içinde bulunduğu uçaktaki bir Afgan mültecinin sınırdışı edilmek istemesini protesto ederek, uçuşa bir süre engel olması ve bu anları da Facebook üzerinden canlı yayınlamasındaki cesaret ve yalınlığı hissetmemiz bir de!
[1] Stockholm’de yaşıyan 15 yaşındaki Greta Thunberg iklim kriziyle mücadele etmek için Ağustos ayının son haftasından itibaren okula gitmeyi reddederek, okul saatleri süresince parlamento önünde, “Skolstrejk för Klimatet” (İklim İçin Okul Grevi) yazan döviziyle oturmaya başladı.
[2] 21 yaşındaki Elin Ersson, Temmuz ayında, içinde bulunduğu uçaktaki bir Afgan mültecinin sınırdışı edilmek istemesini protesto ederek, uçuşa bir süre engel oldu ve protestosunu da Facebook üzerinden canlı yayınladı.
[3] New York’lu hiphop grubu A Tribe Called Quest’in 2016 sonunda çıkan “We Got it From Here… Thank You 4 Your Service” adlı albümünde yer alan “We the People” adlı şarkının sözlerinedn alınmıştır. Albüm ABD’deki ırkçılık, Müslüman karşıtlığı, ayrımcılık, şiddet, sınıfsal kutuplaşma üzerine. Trump’un seçim kampanyalarında kullandığı sözlere atıf yapan ve Trump karşıtı protesto belleğine eklenen şarkılardan biri. https://www.youtube.com/watch?v=eAoqWu6wmfI
[4] Rosi Braidotti, İnsan Sonrası, İstanbul: Kolektif Kitap, 2018, s: 75-77.
[5] Nicholas Rose, The Politics of Life Itself: Biomedicine, Power and Subjectivity in the Twenty-first century, Princeton, NJ:Princton University Press, 2007.
[6] Umut Yener Kaya, “Donna Haraway: Biyopolitik bir Giriş, Biyopolitika, Ankara: Notobene, 2016, s. 243.
[7] European Commision, The 2017 EU Industrial R&D Investment Scoreboard
[8] Sanatçı Banu Cennetoğlu’nun 12 Temmuz 2018’de Liverpool Bienali’nde 280 metrelik bir duvara, 1993 yılından bu yana Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken hayatlarını kaybeden 34.361 kişinin isimlerinden oluşan bir listeyi yerleştirdi. Bu isimler, resmi olarak açıklanan isimlerden oluşuyor. Resmi rakamın dışında çok daha fazla kişinin hayatını kaybettiği biliniyor. “The List” başlıklı etkinlik, isimlerin yazılı olduğu listenin parçalandığı sistematik bir şiddete sahne oldu. Etkinliğin kendisi interaktif bir kayıda dönüşmüş oldu. Liste, 2007 yılından bu yana farklı ülkelerde sergilenmekte. Liste, enformasyonun hız ve akışkanlığının başdöndürücü olduğu bir dönemde, bazı isimlerin, bazı ölümlerin silikleşme, olağanlaşma ve sayı olarak dahi görülmemesindeki isimsizleşmeye vurgu yapıyor.
[9] R. Esposito, Bios: Biopolitics and Philosophy, Minneapolis: University of Minnesota Press, s.110’dan aktaran Onur Kartal, “Immunitas, Communitas, Bios: Roberto Esposito”, Biyopolitika, Ankara, Notobene Yay., 2016, s. 212.