“[…]kötülüğün sadece aşırı olduğunu ve ne derinliğinin ne de herhangi bir şeytani boyutunun bulunduğunu düşünüyorum. Bir mantar gibi yüzeye yayıldığından, fazlasıyla büyüyebilir ve bütün dünyayı tamamen mahvedebilir. Söylediğim gibi, kötülük “düşünceye meydan okur” çünkü düşünce bir derinliğe ulaşmaya, köklere inmeye çalışır ve kötülüğü dert edindiği an, ortada hiçbir şey olmadığı için hüsrana uğrar. Kötülüğün “sıradanlığı” budur işte.”[1]
Bugüne kadar şöyle ya da böyle, belli bir birikim, hafıza ve deneyim ile şekillenen tüm kurumsal ve kamusal zeminlerimizin içi boşaltılırken, toplumsal bağlarımız da derin bir krizin içerisinde. Kamusalın ve siyasalın krizine gündelik yaşamlarımızdaki kriz eşlik ediyor. Yalan, talan, erime, bindiği dalı kesme, had bildirme, yok etme, pul etme, boşa harcama, gasp etme, çökme… Bu çöküş siyasal bir kriz ve çarpışma olarak tartışılsa da aslında tanık olduğumuz insani ilişkilerin krizi. Kötülük repertuvarına her gün bir yenisi eklenirken; üniversiteden yargıya, medyadan sanata, uzmanlıklardan verilere, inançtan aileye, insani ilişkilerden uluslararası ilişkilere kadar ağır bir tahribat ile karşı karşıyayız.
Son beş yıldır çeşitli vesilelerle Hannah Arendt’i yeniden okuyorum. Herhalde karanlık dönemleri, kötülüğün hem örgütlü hem de sıradanlaşan iklimini; insani ilişkiler, düşünme, sorumluluk, ahlak alanındaki çözülüşe hazırlanan zeminleri Arendt kadar iyi anlatan yazar yoktur. Ama aynı zamanda siyaseti, “iyi bir insan olmanın” dünyanın “iyi” bir yer olmasını garanti etmemesi nedeniyle kolektif bir sorumluluk ve etik olarak kavrar. Dönemin ruhunun billurlaştığı otoriter popülistler, tam da kolektif sorumluluk ve siyasetin alanı olan tüm toplumsallaştırıcı bağlamlara açıktan saldırı halindedir. Kamusal alan en hafifiyle “had bildirilen” bir alan olmanın ötesinde; gündelik yaşam ve pratikler de yaygın bir “had bildiricilik” istilası altındadır. Haddini bilen “iyi insanlar”, maalesef yaşamımızı iyileştirmemektedir. Bu noktada Arendt’in siyasetin kendisini bir etik, eylem ve özgürlük olarak kavrayışının önemi büyüktür. Totalitarizmin orta yerinden yazan Arendt’in odak noktalarından biri siyaseti şiddetten arındırmaktır.
“Had bildildiricilik” repertuvarında daimi alan: Meslek örgütleri
Küresel bir iyileşme arayışında pandemi ile boğuştuğumuz bu sıcak yaz günlerinde de baroların “haddinin bildirilmesine” tanık olduk. Meslek örgütlerine “siyaset yapma!” ihtarının uzun bir tarihi var Türkiye siyasetinde. 1970’lerden bir yana sağ siyasetin tipik söylemidir: “ideolojik ve siyasi eylemde bulunmak!” Burada siyaset, siyasi iktidarı eleştiren siyasetin yapılmaması anlamında tabii ki. Başta TMMOB ve Tabipler Odası olmak üzere meslek örgütlerine karşı gözden düşürme, gözdağı, şiddet ve tüm otoriter müdahalelerin tarihi epey geriye gitse de liberal bir sos ile servis ediliyor. Bu kez vesile, baroların ses çıkarması oldu. Diyanet işleri başkanının LGBTİ’lere ve evlilik dışı yaşayanlara ilişkin nefret söylemi karşısında seslerini yükselten baroların haddini bildirmek üzere yapılan yasa değişikliği, her ne kadar liberal “think thank”lerin son on yılda işlediği gerekçelere tutunarak savunulsa da gözdağı ve had bildiricilik, yasa değişikliği ve yaşanan müdahalelerin asıl motivasyonu.
Bu had bildiricilik repertuvarında kullanılan araçlar tarihsel olarak gözden düşürme ve ayrıştırmadan, yasal yetkilerini tırpanlama ve gelir kaynaklarını kısacak yollar aramaya; kamusal görevlerini haksız bir ayrıcalık gibi göstermekten doğrudan tehdit etme ve müdahale etmeye kadar uzanıyor. Liberal sos bu süreçte kavram karmaşıklığı yaratma ve tüm bu müdahalelilerin arkasında daha temel düşünsel dayanaklar olduğu illüzyonunu yaratmaya yarıyor. Lafı uzatmadan siyasal iktidarın meslek örgütlerine müdahale ettiği alanlara ve olan bitene bakalım.
Düşmanlaştırma, hedef gösterme ve yetkisizleştirme
Daha 2010 yılında dönemin Sağlık Bakanı Recep Akdağ, kendi görev alanındaki meslek birliklerini hedef alarak, kamu kurumu niteliğindeki bu meslek kuruluşlarını “idari yargıyla ortak hareket eden baskıcı gruplar” olarak tanımlamış; gerekirse üç maddelik bir kanunla Eczacılar Birliği, Tabipler Birliği, Diş Hekimleri Birliği’nin kanunlarını iptal edebileceklerini buyurmuş; “hadi bakayım Danıştay karar alsın da görelim” eklemesini de ihmal etmemiştir. Başta doktorlar olmak üzere sağlık personelinin gözden düşürülmesi; sağlık çalışanlarının, popülist otoriterlerin keyfince ve kendine göre tanımladığı bir “halk” karşısında düşmanlaştırılması da bu çıkışlara eşlik edene bir söylem alanı olarak sürekli diri tutulmuştur.
Keza meslek örgütlerinin meslek ilkeleri çerçevesinde temel çalışma görev alanları ile ilgili konularda kamu yararını korumak amacıyla açtıkları idari davalar karşısında siyasal iktidarın tehdit ve düşmanlaştırmalarına paralel medya manşetleri atılmıştır. “Oda terörü”, “odalardan tehdit”, “Türkiye’ye ihanet odası”, “vesayetçi zihniyet”, “Türkiye’nin meslek odaları sorunu” gibi bildik ibareler defalarca kez ana akım medyada tekrarlanmıştır. Bu çerçevede, örneğin Elektrik Mühendisleri Odası’nın elektrik dağıtım şirketlerinin özelleştirilmesi karşısında açtığı dava, terör olarak etiketlenmiştir.
Gezi Direnişi sırasında TMMOB ve bağlı odaların yükselttiği ses de en ağır biçimde karşılık bulmuş, önce meslek alanlarına ilişkin bir yönetmelik ve ardından da apar topar torbaya atılan bir ekleme ile TMMOB ve bağlı odaların asli işlevlerinden biri olan mesleki denetim yetkisi ortadan kaldırılmıştır.
Gözden düşürme ve düşmanlaştırmanın bir başka biçimi, üyeleri olan meslek mensupları nezdinde bu kurumların itibarını eksiltme çabalarıdır. Meslek örgütlerinin üyelerinin çıkar ve ihtiyaçlarını sağlamak yerinde “siyaset” yaptıkları tezi, meslek örgütlerinin temel görev alanlarını dahi görmezden gelmektedir. Kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleri yalnızca üyelerinin ihtiyaç ve menfaatlerini sağlamakla görevli olsalardı, anayasal bir düzenleme ile kamu kurumu niteliğinde sayılmalarına gerek olmaz; herhangi bir baskı grubu ve örgütlenmeden farksız olurlardı. Bizim de dahil olduğumuz Kıta Avrupa’sı tarzı hukuk modelinde bu kuruluşlar, mesleğe giriş ve mesleğin işleyiş koşullarından, görev alanlarına ilişkin denetleme ve düzenleme işlevlerine kadar bir dizi kamu hizmeti yürütmektedir. Bu nedenledir ki, farklı bir düzenleme ile işlevlerini sürdürmektedir.
Meslekler neden örgütlenir?
Meslek örgütlenmeleri; modernleşme ve sekülerleşme ile mesleki ve toplumsal işbölümü, profesyonelleşme ve bürokratikleşme süreçleri içerisinde gelişmiştir. Örneğin sağlık hizmetlerinin profesyonelleşmesi ve örgütlenmesi, 14. yüzyılda Avrupa’daki veba salgını sonrasında gerçekleşmiştir. Vebanın önlenmesinde kilise ve din adamlarının şifacı kimlikleri aşınmaya uğramış ve zaman içerisinde krallar, uzmanlığın tanınmasında otorite haline gelmeye başlamışlardır. Bu anlamda meslekten olanların, krallık nişanıyla belirlendiği ilk meslek örgütleri oluşmaya başlamıştır. İngiltere’de ilk meslek örgütleri berberler ve cerrahlar olmuş, mesleki eğitim alanında da otorite, Krallık’tan onaylı okul ve cerrahlara geçmiştir. Kamusal bir sağlık krizi, profesyonelleşme, mesleki alanda düzenleme, denetleme gibi işlevlerin önemini ortaya çıkarmıştır.
Modernleşme sürecinde toplumsal hayatın ve işlevlerin çoğalması, karmaşıklaşması farklı meslek alanlarında örgütlenme süreçlerini de beraberinde getirmiştir. Mesleki örgütlenme süreçlerinin diğer toplumsal örgütlenmelerden önemli bir farklılığı, uzmanlık temeline dayanması nedeni ile yalnızca üyelerinin ortak çıkar ve ihtiyaçlarını değil, kamu yararının sağlanması ve uzmanlık gerektiren alanlarda devletin yerine getiremediği kimi kamusal hizmet, denetim ve düzenlemeleri gerçekleştirmeleridir. Yani aslında bu kuruluşlara sağlanan “kamu kurumu niteliği”, “seçkinlere” tanınan bir imtiyaz değil, doğrudan profesyonelliğin ve bilgi tekelinin içerdiği kötüye kullanmaların kamu yararı adına denetlenmesidir. Yani aslında meslek örgütlerinin birlik olarak tekli yapılarla örgütlenmesi, kamu yararı temelli bir denetimi sağlayacak temel güvencedir. Bu denetim ve düzenleme yetkisi, meslek alanının gerekleri, güvenirliği, saygınlığı, meslek etiğinin de koruyucusudur. Bence yaratılan en temel kavram karmaşıklığı burada. Bu anlamda liberallerin, meslek örgütlerinin kendi meslek alanlarını düzenleyerek, piyasaya müdahale ettiklerini savunması, popülist otoriterlerin bir türlü dize getiremediği meslek örgütlerine had bildirme projelerine gölge bir argüman hazırlıyor. Oysa bu argüman, yanlışlığı bir yana, birbiri ile tutarsız bir neden-sonuç ilişkisi kuruyor. Örneğin çoklu meslek örgütlenmesi tezi, meslek örgütlerinin gücünü kırmak bir yana, mesleki denetim ve denetlemeyi rekabet konusu haline getirerek, kamu yararının savunulmasını olanaksız kılıyor. Meslek örgütlerini tam da siyasi-ideolojik hatlardan parçalayarak, meslek siyasetini, parti siyasetine angaje ediyor.
Çoklu meslek örgütlenmesi ne demek?
Kamusal bazı yetkilerinin elinden alınması yalnız meslek örgütlerini parçalamıyor, mesleğin kamusal yarar temelli denetim ve düzenlemeleri yapmasını olanaksız kılıyor. Peki burada denetim ve yetki “demokratikleşiyor” mu? Tam tersine, siyasi iktidara yanaşanın güç ve yetkileri kullanma imtiyazına sahip olacağı bir meslek örgütsüzlüğü yaratıyor. Bu aslında tümüyle ayrışmış, toplumsal bağların hızla eridiği bir ortamda “sütunlaşmış” meslek örgütleri, bu mesleklerden hizmet satın alan yurttaşların da ayrıştığı iklimi pekiştiriyor. Diyelim ki büyükşehirlerde birden fazla eczacılar odası kuruldu. Ben hasta olarak hangi odaya bağlı eczaneye gideceğimi hesap edeceğim. Eczacılar, eczanelerini yaşatmak için, karar vericilerle daha cazip anlaşmalar yapma olanağına sahip güçlü aktörlerin denetimine tabi olmak zorunda kalabilecek, siyasi klientalizme tabii bir meslek alanı yaratacaktır. Bu ise, aslında regülasyonların yerine deregülasyonların, profesyonelliğin yerine deprofesyonelleşme –yani mesleki niteliklerin yitirilmesi- ve piyasa ve güç ilişkilerine açık bir ortam anlamına gelecek. Nitekim örneğin Slovakya’da eczacılık alanında bu türden bir piyasacı ve düzenleme karşıtı dalga, eczanelerin eczacı olmayanlar tarafından açılmasına izin vererek, zincir eczanelerin yolunu açmıştır.
Eczacılar, hangi odanın üyesi olursa daha çok olanağa sahip olacağını, hangisinde kalırsa haddinin bildirileceğini bilecek. Ne kadar demokratik değil mi? Sadece bu kadar mı? Yurttaşlar hangi İnşaat Mühendisleri Odası’nın raporuna güvenecekler? İstanbul depreminin yıldönümünü yaşadığımız şu günlerde, binaları ile ilgili kaygılanan yurttaşlar, hangi denetime güvenecekler? Meslek örgütlerinin birlik olarak tek çatıda örgütlenmesi, siyasi anlamda meslek örgütünün yönetimi ile uyuşmayan meslektaşların da meslek alanlarının ve saygınlığının güvencesidir. Kısacası kamu kurumu niteliği, tam da meslek alanlarının sahip oldukları profesyonel bilgi tekelini, kamu yararı karşısında kullanılmasını engellemek içindir. Öyle ya, meslek dışından bir kişinin bir inşaat mühendisinin veya bir elektrik mühendisinin yazdığı teknik raporu anlaması, değerlendirmesi ve yorumlaması zordur. Tek tek mühendislerin mesleki uygulama, denetim ve yetkilerinin kamu yararı ve meslek etiğine uygun işleyişini denetlemek, ancak mesleki düzenlemeler yapan meslek birliğinin varlığı ile mümkündür. Örneğin TMMOB ve bağlı odaların mesleki denetimlerine ilişkin yetkilerinin ellerinden alınması sonrasında, yapı ruhsatlarında yüzlerce sahte mimar, yetkisiz unvan kullanımı tespit edilmiştir.
Mesleki düzenleme ve denetleme yetkilerinin arkasındaki temel mekanizma asgari kalite, erişebilirlik ve kamu yararıdır. Bu meslek alanlarının piyasada serbestçe mübadelesi; fiyatlandırmadan, ücrete, reklam ve pazarlamadan, organizasyona piyasa ilişkileri içerisinde şekillenmesi hem erişebilirlik hem de kalite ve kamu yararı açısından çok ciddi sorunlar yaratacaktır.
Zorunlu üyeliğin anlamı
Zorunlu üyelik; kamu kurumu niteliği ve meslek alanına ilişkin düzenleme ve denetleme tarzı kamu hizmetlerinin bir gereği olarak ortaya çıkmaktadır. Örneğin mühendis, mimar, eczacı, hekim, avukat ilgili lisans eğitimlerinin ötesinde meslek örgütlerine kayıt, mesleğe giriş ve sürdürülme koşullarını belirlemesi bakımından önemlidir. Bu, hem meslek etiği hem de mesleki gereksinim ve toplumsal ihtiyaçlarca şekillenmektedir. Zorunlu üyelik, askeri darbeler döneminden bu yana tırpanlanmaya çalışılmış; ordu mensupları ve kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan meslek mensupları için de odalara üyelik zorunlu olmaktan çıkarılmıştır.
AİHM, meslek örgütlenmelerindeki zorunlu üyeliğin “örgütlenme özgürlüklerine” neden aykırı olmadığının altını çizmektedir. Kaldı ki, her meslek mensubu, ilgili oda ve meslek birliği dışında, kendi meslek alanı ile ilgili başka sivil toplum örgütlenmeleri oluşturmak hakkına sahiptir. Burada temel yanılgı, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını, herhangi bir STK olarak düşünmektir. Kaldı ki, gönüllü üyelik modelinin uygulandığı Anglo-Sakson modelinin tipik örneği olan Birleşik Krallık’ta, örneğin doktorların %75’i Britanya Tabipler Birliği’ne üyedir ve devletin Birlik üzerinde herhangi bir denetim yetkisi yoktur. Birlik, kamu kurumu niteliğinde değildir. Ancak, burada, gönüllü üyelik ve çoklu meslek örgütünü savunanların kasıtlı olarak gözden kaçırdıkları konu, bu modelin “common law” geleneğine bağlı bir sistemde, kamu otoritesine gerek kalmadan meslek birliklerinin tarihsel olarak ve hukuk modeli içerisinde kazandıkları anlamdır. Türkiye’deki düzenlemenin “sivillik”, “demokrasi”, “çoğulculuk” adına yapıldığının söylenmesi, meslek örgütlerine had bildirmenin afili ve çekici kelimelerle süslenmesinden öte bir anlam ifade etmemektedir. En temel idare hukuku ve kamu yönetimi bilgisi dahi bu iki sistem arasındaki farkı anlamaya kafidir. Dahası, sivilleştirmek ve demokratikleştirmek söylemi arkasında yatan, meslek örgütlenmesi modelini Anglo-Sakson modeline yaklaştırmak değil, bizzat meslek örgütlenmelerinin tümüyle siyasi iktidar ve piyasa ilişkilerine angaje edildiği, ayrışmış ve kamu yararı modelinin tümüyle devre dışı bırakıldığı ne Anglo-Sakson ne Kıta Avrupa’sı modeline benzeyen had bildiricilik modeli olacaktır. Kamyon arkalarında yazan şu çarpıtılmış yazıgibi: “Her şeyi bilmene gerek yok, haddini bil yeter!”
Temsilde adalet meselesi
Bir başka bilinçli kavram bulanıklığı da meslek örgütlenmelerindeki seçim sistemi üzerinden yürütülmüştür. Hizmet, uygulama ve kamu yönetimine ilişkin bir işlevi yerine getiren meslek örgütleri yönetimlerinin nispi temsil sistemi ile belirlenmesi, tam tersine işlevlerini yerine getiremeyen ve kilitlenen yönetimler yaratır. Nispi temsil, parlamenter işleyiş için çoğulculuğu sağlamada etkili olabilir. Kaldı ki, çoğulculuk derdi olan bir siyasi iktidarın, öncelikle meclis seçimlerindeki barajı kaldırmayı düşünmesi gerekir. Bu yönde bir müdahale daha önce Mali Müşavir Odaları’na yönelik olarak yapılmıştı. Barolarla ilgili düzenleme, temsilde adalet argümanının hiç de geçerli olmadığını gösteriyor. Barolar Birliği’nde artık çok az üyesi olan küçük bir baro da binlerce üyesi olan büyük bir baro da 4’er delege gönderecek. Nasıl bir temsil bu? Burada asıl hedef, kamu yararını savunmak için bir dolu usulsüzlük, hukuksuzluk ve kamu yararına aykırılığa karşı seslerini çıkaran meslek örgütlenmelerini tümüyle etkisiz ve işlevsiz hale getirmektir. Seçim sistemi tartışması da siyasi bir hinlik ve katakulliden başka bir şey değildir.
Ağır sonuçlar
Sonuç olarak; meslek birliklerine yönelik müdahalelerin, yalnızca siyasi klientalizme yol açma; meslek alanlarını yandaşlar ve olmayanlar olarak sütunlaştırma ve ayrıştırma; temsilde adaleti zedeleme; kamu yararının savunulmasının zeminini ortadan kaldırma; bu hizmet ve mallara erişebilirlik sorunları yaratma; meslek mensuplarının ortak çıkarlarını saptama ve bunları kamu yararı ile dengeleme olanağını kaybetme gibi çok ağır sonuçları olacaktır. Bu süreç, meslek alanlarında profesyonellik yitimi ve proleterleşme süreçlerini yoğunlaştıracak; meslek sahiplerinin, hem piyasada hem de siyasi iktidarın yakınındaki güçlü aktörlerle hizalanması sürecini hızlandıracaktır. Ve çok önemli bir nokta, zaten mesleki yatay ve dikey ayrışma örüntüleri gereği, profesyonel yaşamda var olma mücadelesi veren kadınlar, meslek örgütlülüğü içerisinde geliştirdikleri kadın örgütlenmesi ve güçlenme zeminlerini yitirecektir. Sadece kadınlar da değil, profesyonellik ve meslek alanlarına erişimi zor olan tüm gruplar için, meslek örgütleri içerisinde bir arada güçlenme zemini tahrip olacaktır. Birtakım “iyi insanların” -ve meslektaşların- sessizliği, Türkiye’yi daha iyi bir yer yapmayacaktır. Arendt’in “Vies politiques”deki derinlikli ifadesindeki gibi: “Bu dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir dünya bırakmak, iyi bir insan olmuş olmaktan daha önemli olacaktır.”[2]
*Ece ÖZTAN
Dr., Siyaset Bilimi
ece.oztan@sodev.org.tr
[1]Hannah Arendt (1978). TheJew as Pariah: Jewish Identity and Politics in the Modern Age. R. H. Feldman (Ed.), New York: GrovePress., s. 250-251) , aktaran: Coşkun, B.(2019), Hannah Arendt’te Sorumluluk, Düşünme Ve Yargılamanın Anlamı, Maltepe Üniversitesi, Felsefe Anabilim Dalı, Doktora Tezi, s:52.)
[2]Arendt’in yurttaş sorumluluğu ve politik sorumluk anlayışının incelikli bir analizi için bkz. Toker,N. (2006), “Hannah Arendt’te Politik Sorumluluk ve Yurttaş Sorumluluğu”, Birikim, 24 Aralık 2006. https://www.birikimdergisi.com/guncel/1004/hannah-arendt-te-politik-sorumluluk-ve-yurttas-sorumlulugu