Dünya genelinde bir yandan otoriter ve totaliter rejimler güç kazanıp bunların anti-demokratik uygulamaları yaygınlaşırken, buna paralel olarak feminizm ve kadın karşıtı eğilimlerin arttığına tanık olmaktayız. Son zamanlarda bu açıdan öne çıkanlar arasında Türkiye; Macaristan ve Rusya gibi ülkelerle birlikte anılmakta. Macaristan üniversitelerinde toplumsal cinsiyet ile ilgili akademik çalışmaların başbakan imzalı bir kararname ile yasaklanması, anti-demokratik rejimlerin akademik alan üzerinde hakimiyet kurma çabalarına ilişkin en çarpıcı son dönem örneklerinden birini oluştururken, son birkaç yılını Olağanüstü Hal (OHAL) koşullarında geçiren bir ülke olarak Türkiye’de ise bu türden eğilimler, hem üniversitelerde hem sokaklarda ve aslında toplumsal yaşamın her alanında kendini göstermekte.
Türkiye’de iktidarda olan anti-demokratik rejim, aslında OHAL öncesinden başlamak üzere, çeşitli uygulama ve politika değişiklikleri ile kadınların ve cinsel azınlıkların uzun süren mücadelelerle elde ettikleri tarihsel kazanımları ortadan kaldırma yönünde sürekli yeni adımlar atmakta. Diğer yandan hem bu politikaların hem de genel olarak iktidarın kullandığı anti-demokratik, anti-feminist söylemin yaşamın her alanında yansımaları ile topluma kadın karşıtı mesajlar verilmekte ve böylece her kesimden kadınlar açısından yaşam alanları iyice daralmakta.
Türkiye, ülkenin yakın ve uzak geleceğine damga vurabilecek iki önemli siyasi süreci OHAL koşulları altında yaşadı. Önce Nisan 2017’de Anayasa’nın değiştirilmesi, parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçilmesi ve cumhurbaşkanına daha fazla yetki verilmesi için referandum yapıldı. Ardından, Haziran 2018’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler ile bu referandumun sonuçları uygulamaya koyuldu. Hem referandum hem de genel seçimler ülke seçmeninin en az yarısının hafızasında şaibeli olarak yerlerini alırken, ayrıca OHAL koşullarında yapıldıkları için ve bu nedenle demokrasinin gereğine uygun olmadıkları için tarihe üstelik anti-demokratik sıfatıyla da geçmeyi hak ettiler. Bir yandan OHAL koşullarındaki politika ve uygulamalar, öte yandan tarihsel kazanımların tümden ortadan kaldırılması için gerekli zemini sağlayan rejim değişikliği, kadınlar açısından tarihsel bir dönüm noktasına işaret etmektedir. Bu yazı, kadın hareketinin kriminalize edilmesine örnek olarak son yılların 8 Mart kutlamalarına ve buna ek olarak üniversitelerdeki tasfiyenin toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmalarındaki yansımalarına dikkat çekmeyi amaçlamaktadır.
8 Mart’ın kriminalizasyonu
Son yıllarda Türkiye’nin çeşitli illerindeki 8 Mart kutlamaları emniyet güçlerinin şiddetli müdahalelerine sahne olurken, katılımcısı olduğum Kocaeli’deki 8 Mart kutlamaları, hem uygulanan polis şiddeti hem de sonrasında açılan davalar itibariyle öne çıkanlar arasında yer aldı. Kocaeli’de son iki yılda yapılan, daha doğrusu engellemelere rağmen yapılmaya çalışılan 8 Mart kutlamaları 40’tan fazla kadının hakim karşısına çıkarılması ile sonuçlandı. 2017’nin 8 Mart kutlamalarında 36 kadın, 2018’in 8 Mart kutlamalarında ise 6 kadın gözaltına alındı ve bunların hepsine 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 32/1 maddesine dayanılarak 6 aydan 3 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. İlk duruşmaları 3 Temmuz 2018’de görülen iki ayrı davanın ikinci duruşmaları 7 ve 15 Kasım 2018’de olacak. Dava, “şüphelilerin kanuna aykırı olarak toplandıkları ve uyarılara rağmen dağılmadıkları” iddiasına dayanıyor. Yani bu iddiaya göre kadınların 8 Mart kutlaması için toplanmaları ve dağılmamaları suç teşkil ediyor.
Kocaeli ve ayrıca Ankara, Mersin gibi başka şehirlerdeki benzer 8 Mart olayları, ülkede anayasal/demokratik hakların kullanılması bakımından nasıl bir noktaya geldiğimizi açıkça ortaya koyuyor. Bu örnek aynı zamanda kadın ve LGBTİ hareketlerinin etkisiz hale getirilme çabalarının da kanıtı olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim, Ankara’da Valiliğin Kasım 2017’de OHAL kanununa dayanarak ilan ettiği LGBTİ etkinlikleri yasağını, OHAL’ın birkaç ay öncesinde kaldırılmış olduğu Ekim 2018’de Emniyet Müdürlüğüne yazdığı yazı ile yenilemesi, AKP iktidarının kadın ve LGBTİ hareketine koyduğu sınırlamaların OHAL’i aşan boyutlarını ve asıl niyetlerini göstermiş oluyor.
Kadın aktivistler ve feministlerin dünyanın her yerinde muhafazakar-otoriter iktidarlar tarafından tehdit olarak görüldüğü bilinmekte. Bu iktidarlar için feminist-aktivist kadınlar, onlara uygun görülen geleneksel toplumsal cinsiyet rolleriyle çatışırlar. Hele ki bu iktidarların ‘kutsal anne’sinin çok uzağındadırlar. Üstelik bir de sokağa çıkıp toplum için ‘kötü’ örnek olurlar. Bu nedenle, anti-demokratik iktidara göre, onun ataerkil politika ve uygulamalarını protesto eden 8 Mart kutlamaları bastırılmalı; yok edilmelidir. Nitekim son yıllarda, OHAL’in verdiği yeni güç ve yetkilere de dayanarak yapılmaya çalışılan tam da budur.
Ayrıca, Türkiye’nin ataerkil devleti, bir yandan kadın hareketinin son birkaç on yıldaki kazanımları nedeniyle, öte yandan da 2013 Gezi yükselişi ile iyice kin yükü edinmiştir ve OHAL bu intikam için ona elverişli olanaklar sunmuştur. Devleti tüm kurumlarıyla ele geçirmiş olan AKP iktidarı solcusu, sosyalisti, Kürdü, Alevisi ve feministi ile tüm muhalif gördüklerini intikam için adeta sıraya koymuştur. 2013 Gezi yükselişi, ardından 2015 seçimlerindeki güç kaybı ile iktidarını kaybetme korkusu yaşayan AKP, OHAL’in sağladığı olağanüstü olanakları da kullanarak daha şiddetli baskı yöntemlerini devreye sokmuş ve anti-demokratik uygulamalarının dozunu arttırmıştır. Bu nedenle, 8 Mart kutlamaları sırasında güç kullanmak, AKP’nin güç kaybı korkusu ve buna bağlı tüm muhalefeti susturma çabasıyla uyum içindedir. Öte yandan, genelde kadın hareketi, özelde 8 Martların kapsamı ve görünürlüğü, özellikle sınıf hareketinin geri çekildiği, sendikaların iyice güçten düştüğü koşullarda itici bir kuvvet olarak öne çıktığından iktidar için güçlü bir tehdit algısı yaratmakta ve dolayısıyla bastırılmak için de öncelik arz etmektedir.
Üniversitelerdeki tasfiyenin toplumsal cinsiyet ve kadın çalışmalarına etkisi
Temmuz 2016’da ilan edilen OHAL’in ardından Türkiye, tarihinin en kitlesel üniversite tasfiyesine tanıklık etmeye başladı. Keyfi bir biçimde uygulamaya konulan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) iktidar binlerce akademisyenin işine son vermekle kalmayıp onları kamu hizmetinden men etti. Belli ki bu da yetmedi, ihraç edilen akademisyenlerin pasaportlarına engel koyuldu ve yurtdışında çalışma olanakları da ortadan kaldırıldı. Bu akademisyenlerin genel olarak 15 Temmuz darbe girişimi ile ilintili oldukları iddiasıyla ihraç edildiği yönünde kamuoyu yaratılmaya çalışıldı ve böylece ihraç işlemlerinin keyfiliğinin, adil yargılama süreçleri yok sayılarak uygulamaya koyulmasının üstü örtülmeye çabalandı. Ancak iktidarın bu algı yönetimine rağmen ihraçlar, Türkiye tarihinin en büyük ve kapsamlı hukuksuzlukları arasında baş köşedeki yerini aldı.
AKP iktidarı ve ona çıkar/biat ilişkileri ile bağlı üniversite yönetimleri OHAL’in sağladığı olağanüstü yetkileri, üniversitelerdeki muhalifleri, solcuları, kısacası eleştirel sesleri susturmak ve ideolojik olarak iktidarın karşısında gördüklerini tasfiye etmek için kullanmaktan geri durmadı. Bu plana paralel olarak, Ocak 2016’da kamuoyuyla paylaşılan ‘Barış Bildirisi’nin imzacısı 400’ün üzerindeki akademisyen Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden KHK’lerle ihraç edilirken, zorunlu emeklilik ve istifa gibi nedenlerle üniversitelerin dışında kalan barış imzacılarının sayısı Ekim 2018 itibariyle 500’ü aştı. Bu sayının, aslında fiili OHAL sayesinde çeşitli biçimlerde devam ettirilecek olan tasfiyelerle artacağının emareleri de görünür olmaya başladı. Bu noktada, barış imzacısı akademisyenlerin pek çoğunu kadın ve toplumsal cinsiyet çalışmaları yapan, bu alanlarda dersler veren ya da araştırmalarını ve derslerini toplumsal cinsiyet bakış açısıyla yapan kadınlar oluşturdu. Bu nedenle, barış imzacısı kadın akademisyenlerin ihraç, istifa ve zorunlu emeklilikle üniversitelerden tasfiyesinin genel olarak üniversitelerdeki ve özel olarak kadın/toplumsal cinsiyet çalışmalarındaki etkisinin sayılarını aşan bir boyutta olduğunu vurgulamak önemlidir.
Bu etki Ankara Üniversitesinde açık bir biçimde görünürken, diğer üniversitelerdeki ve halihazırda, en iyimser ifadeyle, büyük hasarlar almış ülke üniversite sisteminde yarattığı ilave hasarları tespit etmek, mümkün olsa bile, uzun zaman alacaktır. Ankara Üniversitesi 100’ün üzerinde barış imzacısı akademisyenini ihraçlarla ve kısmen de emeklilik yoluyla kaybederken, bunların önemli bir bölümü Türkiye’nin en eski ve oturmuş Kadın Çalışmaları bölümüne çeşitli biçimlerde katkı veren akademisyenlerden oluşmaktaydı. Sonuç olarak söz konusu bölüm, derslerin açılamadığı, öğrencilerin danışman bulamadığı, pek çoğunun eğitimlerini yarıda bıraktığı adeta terkedilmiş bir yer haline geldi. Geride kalanlar için ise, üniversitelerin içinde bulunduğu durum dikkate alındığında, önceki heveslerini ve gayretlerini göstermelerini beklemek gerçekçi olmayacaktır.
Sonuç yerine: Yaratıcı mücadele dinamikleri ve her daim umut
Kadınlar ve cinsel azınlıklar açısından yaşam özellikle bizim coğrafyamızda gittikçe daha zorlaşırken, anti-demokratik, anti-feminist politikalara ve uygulamalara karşı oluşan dirençlerin de göz ardı edilmemesi gerekir. Nitekim kadınlar, AKP iktidarının OHAL döneminde iyice arttırdığı kadın karşıtı söylem, politika ve uygulamalara karşı tepkilerini çeşitli platformlarda göstermekten geri durmuyorlar. Buna önemli bir örnek, 152 kadın örgütü ve grubunun “Haklarımızdan da mücadelemizden de vazgeçmeyeceğiz” başlıklı deklarasyonudur. Bir başka tekil örnek ise, sendikaya üye oldukları için işten çıkarılan çoğu kadın Flor Mar işçilerinin, bu satırlar yazılırken 160. gününü doldurmuş olan onurlu direnişidir. Neredeyse hiçbiri daha önce böyle bir mücadele içinde yer almamış bu işçi kadınların kararlılığı ve direnci, ülkenin her yanında yankılanmaya devam ediyor. Güç kullanımıyla engellenmeye çalışılan 8 Mart kutlamaları ise kadınların mücadele ile kazandıkları ‘sokağı’ da bırakmak niyetinde olmadıklarının bir göstergesi olarak tarihteki yerini almaya hazırlanıyor.
Başka bir mücadele alanı ise akademiden vazgeçmeme inadıdır. Bu bağlamda, çoğu ihraç edilen, istifa ya da emekliliğe zorlanan barış imzacısı kadın akademisyenler çeşitli platformlarda akademik iddialarını hayata geçirme çabasını sürdürmekteler. Bir yandan ülkenin çeşitli illerinde kurulan ve sayıları onu aşan Dayanışma Akademilerinde, diğer yandan bunların bir araya gelerek oluşturduğu BİRARADA dayanışma akademileri ortak platformunda seminerler, dersler, çalıştaylar, konferanslar ortak araştırmalarla akademik çalışmalarına devam ediyor. Diğer yandan ARAMIZDA adıyla kurulan platform da özellikle kadın, toplumsal cinsiyet ve LGBTİ bağlantılı çabaları merkeze alarak bu alandaki öğrencileri de destekleme çabası içinde.
Sonuç olarak Türkiye, bir yandan tüm topluma yayılmış anti-demokratik uygulamaların ve derin hukuksuzlukların yıkıcı tarihsel dönüşümlerine maruz kalırken, öte yandan bunların karşısında oluşan yaratıcı mücadele dinamiklerine de sahne olmaktadır. Dayanışma, direnç ve mücadele konusunda kararlı çabalara dayanan bu dinamikler umutlu olmamız gerektiğinin belirgin kanıtlarındandır.
*Derya KESKİN
Kocaeli Dayanışma Akademisi
Dr., Çalışma Sosyolojisi
ddkeskin@yahoo.com