Türkiye gerçekten de ilginç bir ülke. Siyasal yetkililerin şaşırtıcı ve gündem saptıran açıklamaları, yaşanan sorunlarla ilgili, analitik bir yaklaşımı engelliyor. 2002’den beri iktidarda olan siyasal partinin, ısrarla “demokratikleştirme” getireceği savları, bu iddiaları dile getiren entelektüellerin, ülke içinde “zihinsel bir tahribat” yaratmasına neden oldu. Cumhuriyet’in kurucu iradesini ve elitini “1. Cumhuriyet” adıyla kategorize edenler; İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki NATO üyeliği, Yeşil Kuşak, Özel Harp yapılanmalarını görmezden gelerek, 1960’lardan itibaren devreye giren askeri müdahaleleri kurucu iradeye endekslediler. Bu bağlamda fiilen Soğuk Savaş dengeleri, “Dev-Kur planları” yüzeyinde “rejimde düzeltme” yapan askeri vesayetin tasfiyesiyle, Türkiye’de “vesayetsiz”, “gerçek bir demokrasi”nin doğacağını öne sürdüler. Yakın zamana kadar, özellikle belli davalarda, “ülkenin bağırsaklarının temizlendiğini”, “biçimsel hukuka o kadar saplantılı kalınmamasını” salık verenler, şimdi de siyasal iktidarın “dinci vesayetinden” yakınıyorlar.
Bu çerçevede, Osmanlı’nın -İlber Ortaylı’nın deyimiyle “en uzun yüzyılından” beri- 19. yüzyıldan itibaren süren geç ve otoriter modernleşmesini anlamak; askeri vesayetin Osmanlı’da sadece modernleşme döneminde değil, asırlardan beri süregelen bir gelenek olduğunu, yeniçeri ordusunun varlığının ancak bir iç operasyonla sona erdiğini, modern ordunun da, bu geleneği yeni elitle devam ettirdiğini bir yerlere yazmak ve unutmamak gerek.
Nasıl bir “Çözüm Süreci”?
İktidar partisinin, uzun zaman inkar etse de, İmralı’daki PKK lideriyle, “çözüm süreci” adını verdiği müzakereleri gerçekleştirmesi, söz konusu çerçevede, kamuoyundan gizli bir diyalog sürecinin ortaya konulması ister istemez kafaları karıştırdı. Siyasal iktidar, “görüşmeleri istihbarat örgütü yapıyor” diyerek bunun “siyasal bir diyalog” olmadığını, askeri yetkililerin 1999 sonrası Öcalan’la defalarca görüştüklerini vurgulamış ve “biz yeni bir şey yapmıyoruz” demeye getirmişti. Oysa 7 Şubat 2012’de, yargının ifadeye çağırdığı ve “ifade vermeye gitseydi, tutuklanırdı” denilen istihbarat şefi Fidan’ın organize ettiği Oslo sürecinde PKK temsilcileri, devletin temsilcileri ile bir “gizli görüşme” trafiğine girmişlerdi. Zaten bu sürecin ortaya çıkması, Fidan’ın tutuklanma olasılığı, işin dönemin başbakanına uzanma olasılığı, AKP-Gülen koalisyonunun dağılması, Gülen topluluğuna karşı siyasal bir rövanş potansiyelinin doğmasına yol açtı. Siyasal iktidar, 17-25 Aralık 2013’deki yolsuzluk dosyalarının bakan çocuklarını içine almasıyla, yargı ve bürokrasideki Gülen yapılanmasının farkına vardı! Ardından da “aldatıldık” sözüyle, her konuda, bir “günah çıkarma”, yapılan hukuksuzlukları “Gülen” taraftarlarına ihale etme yaklaşımı belirdi.
AKP’den milletvekili aday adayı olup Erdoğan’ın “müdahalesi” ile istihbarattaki görevine apar topar geri dönen Fidan’ın, “çözüm süreci” ve “İmralı’yla diyalog”daki konumu, sadece Saray ve Hükümet değil, HDP-PKK çizgisi tarafından da teyit edildi. Ancak seçime giderken, Saray’dan süreci neredeyse “sıfırlayacak” söylemler ifade edilmeye başladı. Nasıl AKP-Gülen arasındaki koalisyon, “Fidan”ın işletilmeyen yargı süreciyle açığa çıkmışsa, bu sefer bizzat Erdoğan’ın mimarı olduğu süreç, Saray ve “yeni Çankaya” arasında bir siyasal gerilime neden oldu.
28 Şubat 2015’te, Yalçın Akdoğan başkanlığındaki delegasyonla HDP yetkililerinin bir araya getiren “Dolmabahçe Zirvesi”nde, HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in okuduğu ve PKK lideri Öcalan’ın sıraladığı “10 maddelik” deklarasyon, “PKK’nın silah bırakması”nı gündeme getiren ve bunu koşullara bağlayan önemli bir kilometre taşı olarak kamuoyuna lanse edildi. Bu arada, 21 Mart 2015’teki Nevruz Diyarbakır mitinginde, Öcalan’ın “Nevruz bildirisi”yle , “PKK’ya silah bıraktırma” çağrısının topluma mal olacağı, 7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde, “çözüm süreci”nde kritik kavşağın aşılacağı beklentisi yaratılmıştı.
Oysa Erdoğan, beklenti ve yeni dönemle ilgili havayı değiştirdi. Hem 28 Şubat’taki “Dolmabahçe Zirvesi”nin varlık gerekçesini tartışmaya açtı hem de “Öcalan’ın 10 maddelik” koşullarını reddetti. Hükümetin, kendi deyimiyle, sadece bir partiyle girdiği diyalogu, kamuoyuna birlikte görüntü vermesini eleştirdi. Aynı zamanda, “İzleme Heyeti”nin oluşturulmasına, İmralı’ya gönderilmesi konusuna, şiddetle karşı çıktı. Balıkesir mitinginde “Kürt sorunu yoktur” diyerek, “2015 Nevruzu”nda, gündemi belirleyen yine kendisi oldu. Bununla birlikte, 21 ve 22 Mart 2015’te, “Cumhurbaşkanının çok konuşmaması gerektiğini”, “hissi davrandığını” ve “Hükümeti kimseye yedirmeyecekleri”ni söyleyen Arınç’ın bu beklenmedik çıkışı, “3. dönemi biten bir ağabey” olmaktan çok, hükümet temsilcisinin sözleriydi. Öte yandan Arınç, Erdoğan’a karşı tavrının olmadığını ifade ederek sözlerini düzeltmeye çalıştıysa da, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Gökçek’le girdiği ağır polemik, “çözüm süreci”nin AKP’de “çözülme süreci”ne dönüşmesinin ipuçlarını verdi.
Gerilim ve sürükleniş
2015 seçimleri öncesinde, “Saray-yeni Çankaya” geriliminin iktidar partisi içinde bir siyasal çatlak yaratma olasılığı konusunda şu noktaya dikkat etmek gerekmektedir. Zamanında AKP-Gülen gerilimine ”danışıklı dövüş” diyenler, şimdi de “Cumhurbaşkanı-Başbakan” arasında, gün geçtikçe artan siyasal farklılaşmaya dikkat etmezlerse, siyasal iktidarın yaratmaya çalıştığı “yenilmez armada” algısına hizmet etmiş olurlar.
HDP-PKK cephesinde ise “bir kez daha aldatılmış” olmanın hüsranı, HDP’nin “parti olarak barajı aşacağı” umuduyla, bir “siyasal atak” içine girme enerjisini besliyor. Burada da, Erdoğan-HDP arasında bir “danışıklı dövüş”ün, “başkanlık-özerklik” pazarlığı düzeyinde işlendiği kuşkuları vardı. HDP Eşbaşkanı Demirtaş, Nevruz öncesindeki partisinin TBMM grup toplantısında, Erdoğan’a hitaben “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı ve tek tümcelik konuşmasıyla dikkatleri çekti.
Çözüm sürecinde, Erdoğan’ın “dışarıdan müdahaleleri” ve Hükümetin tepkisini çekmesi, HDP’nin Batı’dan oy alma arayışları derken; Öcalan’ın “yeni anayasa” önerisinin, Erdoğan’ın “yeni Türkiyesi” ile uyuşmadığı da ortaya çıktı. Öcalan, “ulus-devlet” bitti derken, “stratejik derinlik”teki, Osmanlı Konfederasyonu’na veya Federasyonu’na atıfta mı bulunmuştu? Oysa Irak’ta Barzani’nin “Kürdistan Bölgesel Yönetimi” bal gibi de bir ulus-devlet öncesindeki aşamaydı. Irak’taki Araplar, “Sünni-Şii” olarak bölünürken, Kürtler uluslaşıyordu. Öcalan, “bitti” dediği ulus-devletler arasında Ortadoğu’da bir “dayanışma” öngörürken, acaba sadece Türkiye’deki “ulus-devletin” tasfiyesi üzerinde mi duruyordu?
Bununla birlikte, Musul’da IŞİD’e yönelik Bahar operasyonuna, bizzat Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani tarafından çağrılan Türkiye, ( http://www.taraf.com.tr/yazarlar/fidanin-baris-surecine-katkisi-buyuk-ve-onemli/ ) siyasal iktidar aracılığıyla Kobani’de düştüğü çelişkiye, bu sefer daha değişik bir yaklaşım mı sergilemeye çalışacak?
Siyasal iktidarın kendi içindeki çelişkiler, “başkanlık hayali”ni suya düşürecek bir doğrultuda ilerlerken, AKP-HDP arasında muhafazakar tabana hapsedilen siyasetin varlığı, iki parti arasındaki siyasal diyalog ve rekabet fiilen çözümsüzlüğe hizmet etmekte. Bu ortamda, CHP’nin/Sosyal Demokrat bakışın; yurttaşa dayalı, kimlikleri dışlamayan, iç dinamikler ve AB katılım süreci çerçevesinde ortak yaşamı ve ulusal zemini kaynaştıran siyasetine her zamandan çok gereksinim var.
*Dr.Deniz Tansi,
Siyaset Bilimci,
dtansi@yeditepe.edu.tr