Deniz Tansi – Ortadoğu’da “Yüz Yılın” Hesabı

deniz_tansi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İçinde bulunduğumuz yıl, 1. Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümünü ifade ediyor. Takvimlerdeki rakamsal simgeler, belli bilançoların çıkarılmasını kolaylaştırır. Eğer 50 ya da 100’ün katsayılarına ulaşıldıysa, daha soğukkanlı değerlendirmeler, belirgin özeleştiriler, bazen de ithamlar yapılır; ancak her seferinde, bir daha “aynı hatalara” dönülmemesi konusunda hemfikir kalınır. Elbette, söz konusu ele alışlar, toplumların kendi bakış açıları çerçevesinde öznellik yanı ağır basan bir içerik taşır. Devletlerin resmi tarih anlayışları da, egemen olan ideolojik-politik kültürün zemininde gerçekleşir.

Bölgenin tarihsel altyapısı

Ortadoğu’ya yönelik çalışmalarda, birtakım tarihsel dönüm noktaları, modern süreci anlamakta yardımcı olsa da, nihai sonuca ulaştıracak bir doğrusal yüzey ortaya koymaz. Zira sosyal bilimlerde, doğrusallık değil diyalektik bir analiz, nedensellik arayışı, kuramsal etütler ön plandadır. 1916 Sykes-Picot Anlaşması, “modern Ortadoğu” çalışanların, bölgedeki pek çok konuyu gündeme getirmesinde, ilk basamak gibi gözükür. Bir yandan da, 19. yüzyılın son çeyreğinde, İngiliz-Rus ve Fransız siyasetlerinin, özenle kurguladıkları Şark Meselesi de orijin noktası kabul edilebilir. İngilizler’in önce Yakın Doğu, sonra Ortadoğu olarak adlandırdıkları bölgenin, transit yollar açısından kazandığı önem, 20. yüzyılın başında, petrolün stratejik değerinin anlaşılmasıyla, daha da artar. Almanya’nın 1871’de ulusal birliğini sağlamasından sonra, Osmanlı’ya “barışçıl” yaklaşımının ardında, Ostpolitik yani “Doğu Politikası”nın payı vardır. Haydarpaşa-Bağdat demiryolundan bölgeye yönelik pek çok yatırıma kadar, Almanya-Osmanlı ittifakı, bölgeye dönük bir projenin izdüşümleridir. Harbiye’de ve Harp Akademileri’nde okutulan, Goltz Paşa’nın “Millet-i Müselleha”sı, “ordu-millet” anlayışının, İttihat-Terakki siyasetinin içselleştirdiği bir “vizyon”u gündeme getirmiştir. (Colmar Goltz, Freiherr von der; Millet-i Müselleha, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1970) (Kitabın ilk basımı 1885) Siyasal elit, Osmanlı’nın parçalanmasından, Cumhuriyet’e yönelik tehditlere kadar, pek çok konuyu, bu zeminde ele almıştır.

Osmanlı modernleştikçe, kaçınılmaz olarak, ulus-devletlere bölünmüş, bununla birlikte en somut istisna, Ortadoğu’da yaşanmıştır. İlber Ortaylı’ya göre, Balkanlar’da, Avusturya-Macaristan imparatorluğunun hammadde kaynağı olan topraklarda, ticari burjuvazi ve ulusal kilise talepleri, Fransız Devrimi’nin “geç etkisi” ile, büyük güçlerin de nüfuz alanları bağlamında ulus-devletleşti. Yalnız Ortadoğu, kurumsal ve idari modernleşmenin uzağında kalmanın yanı sıra, İngiliz-Fransız diplomatlarının adını taşıyan Sykes-Picot ve 1920’de Milletler Cemiyeti bünyesinde yapılan San Remo Konferansı ile mandalara bölündü. Vurgulanan mandalar, belli bir modernleşme birikimi üzerinde değil, Britanyalı petrol şirketlerinin de yol göstermesiyle, enerji kaynakları altyapısında haritalaştı.

Osmanlıcılıktan IŞİD’e

Günümüzde, Ortadoğu’ya yapılan atıflarda, siyasal iktidarın Osmanlıcı yaklaşımları, tam da bu çıkış noktasında kendisini ifade etti. Balkanlar’da Osmanlı sonrası, eski prenslikler ve krallıklar yeni ulus-devletler haline gelirken; Osmanlı sonrası Ortadoğu’da oluşan yeni mandalar 100. yılda dağılırken, “acaba Osmanlı’ya mı dönülecek” gibi ütopik bir soruyu gündeme getirebilir. Oysa Ortadoğu’nun modernleşmesi sürecinde, siyasal iktidarın ve İsrail’in birlikte destek verdiği Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin siyasaları, önemli bir ipucu veriyor. Sonuçta, modernleşen yapı, yeni ulus-devlet olarak kendini tanımlarken, Osmanlı geleneğine uzanan bir nostaljiyle İslamcı-Sünni bir Ortadoğu Federasyonu düşü, düş olmaktan öteye geçemiyor. Bununla birlikte, en çok soru işareti bırakan gelişme, Araplar’ın, “sözde Arap Baharı” sonrası “devletsizleşmesi”, mezhep temelli ayrışmalarla adeta Afganistanlaşma’nın taslağı durumuna gelmesidir.

Artık Batılılar’ın “Suriyak” olarak isimlendirdiği, Suriye-Irak bölgesi, eski adıyla IŞİD, yeni adıyla İD adlı Selefi örgüt tarafından, modernleşmeyi yadsıyan, insanlığı mağara dönemine götüren vahşilikteki uygulamaları ile dehşet saçmakta, Batı açısından “İran tehdidi” bile gölgede kalmaktadır. Hatta Ruhani-Zarif ikilisinin ön planda olduğu “İran’ın yeni dış politikası”, Batı’yla ortak parantezler bulma çabası içine girmekte, ambargoyu aşmaya çalışmaktadır.

Kürt antitesi devletleşirken Araplar devletsizleşmekte, Türkiye’de uygulanan bölgesel dış politika, IŞİD dahil pek çok militan örgütün manevra alanının yoğunlaştığı bir zemin yaratmaktadır. IŞİD için Suriye-Irak’a gitmeye gerek yoktur. Örgüt, Güngören’den, Bağcılar’dan, Ankara Hacıbayram’dan militan devşirebilmektedir. Tam da siyasal iktidarın dediği gibi, Ortadoğu ile içli dışlı olunmuştur. Ne var ki, Ortadoğu Türkiye’nin vesayetine girmemiş, AB giriş sürecindeki, Avrupa Konseyi’nin kurucularından biri olan Türkiye “Ortadoğululaşmaya” başlamıştır. Ortadoğu tam da Erdoğan’ın dediği gibi, “iç meselemiz” haline gelmiştir. Elbette “yayılma” parantezinde değil, içeriye doğru infilak zemininde…

Ortadoğu’da “yüz yılın hesabı” görülürken, ne yazık ki kazanan demokrasi ve modern ekonomi değil mezhepsel ve dinsel fanatizm, otorite dışı ve devletsiz bir bölgesel haritadır. ABD’nin stratejik çıkarları gereği Pasifik’e yöneldiği Ortadoğu, kolonyalizmin terkedilmiş bir mezarlığına dönüşmek üzeredir.

O yüzden Türkiye’nin tanıklık ettiği coğrafya, bir küresel yangının fitilini ateşlemektedir. Demokrasi, bu bölgede düşmanlık beslenen bir ideolojik körlüğün hedefi konuma gelmiştir…

*Deniz Tansi, Yeditepe Üniversitesi
Kamu Yönetimi Bölüm
Başkan Yardımcısı,
dtansi@yeditepe.edu.tr

Bir cevap yazın