Deniz TANSİ – İki Seçim Arası Türkiye-İsrail İlişkileri

İlginç bir rastlantıyla Türkiye’deki 31 Mart yerel seçimleriyle İsrail’deki 9 Nisan genel seçimleri art arda geldi. Bölgedeki dinamikler, Suriye kaosu, Irak bunalımı, İran’ın bölgesel vesayeti karşısında ABD’nin küresel vesayeti, Rusya’nın Suriye vesilesiyle Tartus deniz üssü başta olmak üzere deniz ve karadaki askeri yapılanması, Suudi rejimi, Körfez ülkeleri, Mısır ve Ürdün’ün ABD eksenli konumuyla, epey karışık bir atmosferi işaret ediyor.

Bu bağlamda Türkiye-İsrail ilişkilerine dair yazacak çok şey var. Soğuk Savaş döneminde ikili ilişkiler, Panarabizm ve komünizme karşı ABD’nin yönlendiriciliğinde, adı konulmamış bir üçgeni işaret etmesine karşın, Türkiye’nin 1967 ve 1973 savaşlarındaki tutumu Arap ülkelerinden yana oldu. Ancak yine de, 1958’de iki ülke arasında gizli diplomasiyle imzalanan Çevresel Pakt’la askeri, istihbari alanda işbirliği perde arkasında devam etti.

Türkiye-İsrail sorununun yakın geçmişi

Soğuk Savaş süresince Kudüs’ün İsrail tarafından tek taraflı başkent ilan edilmesi dahil, Türkiye-İsrail ilişkilerinde pek çok gerginlik devam ederken, Soğuk Savaş sonrası, Türkiye Filistin’le eş zamanlı olarak İsrail’in temsilini büyükelçilik düzeyine çıkardı, 1997’de imzalanan askeri ve ekonomik içerikli anlaşmalarla, Soğuk Savaş’ın aksine dünya ve Arap kamuoyundan saklanmayan bir çerçeveye kavuştu. 1993’teki Oslo süreciyle gelişen İsrail-FKÖ ilişkileri,  fiili Filistin özerkliğinin Filistin Otoritesi adı altında teritoryal bir alana kavuşmasını sağladı.

Arafat’ın FKÖ-El Fetih-Filistin Otoritesi’ndeki eş zamanlı liderliği, 2004’te hala farklı spekülasyonlara konu olan ölümüyle sona ererken, 2005’te görevi devralan Mahmud Abbas’ın pasif konumu ve 2006’da Hamas’ın Filistin Otoritesi’ndeki iktidarıyla Filistin yönetimi parçalanma durumuna geldi. 2007’deki Hamas darbesiyle Gazze’den Filistin Otoritesi kovulurken, Hamas da Batı Şeria’dan tasfiye edildi. Bugün tek bir İsrail’e karşı, “iki Filistin” gerçeği var.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde Filistin’deki gelişmeler her daim etkili olurken, 2002’den sonraki süreçte, siyasal iktidarın bakışıyla Hamas boyutu daha çok dikkat çekmeye başladı. 2009’daki Davos krizine, sadece İsrail’in Gazze’deki Hamas karşıtı operasyonları etkili olmadı; aynı zamanda bu süreçte Türkiye’nin İsrail-Suriye arasındaki müzakerelerdeki kolaylaştırıcılığının sona ermesi de bu yaklaşımı pekiştirdi.

2009 Davos krizinin ardından 2010’daki Mavi Marmara olayı, 2011’de Mavi Marmara hakkında sadece İsrail’in değil Türkiye’nin de suçlanmasından sonra, Türkiye İsrail’le ilişkileri dondurma noktasına getirerek ve tekrar normalleşmesini 3 koşula bağlayan bir tutum ortaya koydu. Buna göre 1- İsrail’in Türkiye’den özür dilemesi; 2- İsrail’in yaşamını kaybeden Türk yurttaşları için tazminat ödemesi; 3- Mavi Marmara’ya da neden olan 2007’de Gazze’deki Hamas darbesinin ardından İsrail’in Gazze’ye yönelik deniz ablukasının kaldırması talep edildi. 2013’te Obama’nın İsrail ziyareti sırasında Netanyahu telefonla Erdoğan’dan özür dilerken, 2013-2016 arasındaki müzakerelerin sonucunda, tazminat ve abluka dahil şartlar yerine getirildi ve ilişkiler normalleştirildi; büyükelçiler görevlerine geri döndü. Yalnız abluka, sadece Türkiye için kaldırıldı, ablukanın tamamen kalkması söz konusu olmadı.

Mevcut sorunlara eklenen yeni unsurlar

Türkiye-İsrail ilişkilerindeki en büyük gölge, 2016’da seçilen ve 2017’de göreve başlayan ABD Başkanı Donald Trump oldu. Trump, seçim öncesindeki vaadini yerine getirdi, 2018’de Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı, büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıdı, 2019’da ise daha da ileri giderek BM Güvenlik Konseyi’nin 1967 tarihli 242 sayılı kararına rağmen, Golan’ı İsrail toprağı saydı. Trump’ın 2018’deki “başkent” kararından sonra, Türkiye-İsrail ilişkileri bir kez daha bozuldu ve büyükelçiler geri çekildi.

Bu kısa tarihçenin gölgesinde Türkiye-İsrail ilişkilerini sadece Filistin boyutunda görmemek gerekiyor. İsrail Doğu Akdeniz’de 2013’den itibaren Tamar gaz yataklarından doğal gaz pompalamaya başladı. Söz konusu çerçevede, 2009-2010’dan sonra gerilen Türkiye-İsrail ilişkilerini takiben, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’yle adım adım gelişen süreçte, ekonomik ve savunma içerikli mutabakatlara vardı. Türkiye’nin tanımadığı münhasır ekonomik anlaşmalarla, Mısır ve Lübnan’ın da dahil olduğu alanlar belirlendi; kağıt üstünde paylaşımlar yapıldı. Böylece Türkiye’nin daha önceden de vurguladığı Doğu Akdeniz’deki “münhasır ekonomik alanlar”, Kıbrıs konusu ve Yunanistan’la ilişkiler de Türk-İsrail ilişkilerinin konusu olmaya başladı.

Soğuk Savaş’taki istisnai ilişkiler, Türkiye’nin nüfusunun çoğu Müslüman olup da, İsrail’i tanıyan ilk ve 1978’deki Camp David barışına kadar tek ülke olması, ayırt edici bir içeriğe işaret ediyor. ABD müttefikliği bu ilişkileri temelde belirleyen bir rotayı ifade ediyordu. Yukarıda saydığımız konuların yanı sıra, Ortadoğu’daki Kürt konusu da Türk-İsrail ilişkilerinde kağıt üstünde adı geçmese de, Türk-İsrail ilişkilerinde önemli bir faktör olmaya başladı. 2004’te Seymour Hersh’ün işaret ettiği İsrail’in Mistaravim grubunun, emekli ya da İsrail ordusundan istifa ettiği söylenen subaylar aracılığıyla Irak’ın kuzeyinde Peşmerge ordusunu eğittiği daha dün gibi hafızalardadır.  (https://www.newyorker.com/magazine/2004/06/28/plan-b-2) Ne var ki, 5 Kasım 2007’deki Erdoğan-Bush Beyaz Saray zirvesinin ardından, Türkiye de 2005 Irak Anayasası’na göre kurulan Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni özerk bölge olarak tanıdı. Aradaki ekonomik ilişkiler geliştirildi; en sekülerinden en dincisine kadar 1200 Türk firması söz konusu bölgede faaliyet gösteriyor. Öte yandan, Suriye konusunda da birbirine yaklaşan ve uzaklaşan politikalar gündemdedir. 1998’de PKK terör örgütünün başı Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasının ardından imzalanan Adana mutabakatıyla gelişen, en son ortak askeri tatbikat yapmaya varan Türkiye-Suriye ilişkileri, 2011’de sözde Arap Baharı’nın Suriye’ye yansımasıyla bozuldu. Türk-ABD müttefikliği, Esad karşıtı bir eksende, Suriye’de BAAS rejiminin sonlandırılmasına odaklandı.  İsrail’in baba Esad’dan beri rahatsız olduğu BAAS rejiminin, yani “terörist devlet” olarak ele aldığı Suriye yönetiminin yıkılması aslında İsrail’in de işine geliyordu. Bununla birlikte Suriye içindeki belirsizlik, yoğun göç hareketleri, farklı bölgelerin oluşması, toprak bütünlüğünün zedelenmesi, IŞİD’in kısa süreli yayılması başka algılamalara neden oldu. Türkiye’nin dikkati, Esad’ın devrilmesinden çok IŞİD’i devirme adına ABD ile işbirliği yapan ve SDG adı altında etkinlik gösteren PKK terörünün uzantısı PYD/YPG yapılanmasının Suriye’nin kuzeyinde oluşturduğu “koridora” yöneldi. Rusya’nın Suriye’deki varlığı, Esad’a desteği, Rusya-İran-Hizbullah işbirliğinin Doğu Akdeniz’deki kombinasyonu İsrail’i rahatsız etti. İsrail, Suriye’de PYD/YPG’nin oluşumuna dolaylı bir destek verirken; Türkiye, vurguladığımız üzere bu oluşumu, beka meselesi olarak kabul etti, 2016-2018 arasında Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı Barış Harekatlarını Fırat’ın batısından, Hatay sınırındaki Afrin’e uzanan zeminde gerçekleştirdi. Bugün en çok konuşulan konu, Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna gerçekleştireceği olası operasyondur. Ekonomik ve savunma işbirliğinde Irak Kürtleri’ne yoğun destek veren İsrail’in Suriye’deki Kürtler için ajandası tam olarak tespit edilememiştir.

Yığılan ihtilafların envanteri

İşte bu bağlamda dediklerimizi özetlersek Türkiye-İsrail ilişkilerinde temel konu başlıkları şu şekilde ortaya çıkmaktadır:

1-      Filistin’deki gelişmeler;
2-      Doğu Akdeniz’deki “münhasır ekonomik alanlar”;
3-      Kıbrıs sorunu;
4-      Türk-Yunan ilişkileri;
5-      Ortadoğu’da Kürt konusu;
6-      Yukarıdaki paragraflarda değinmediğimiz İran karşıtı ABD vesayetinde oluşturulan İsrail-Suudi Arabistan-Körfez ülkeleri- Mısır-Ürdün ekseni;
7-      Rusya’nın bölgedeki varlığıyla değişen algılar.

Görüldüğü üzere Türkiye-İsrail ilişkileri eskisi gibi sadece Filistin’in akibetine bağlanamayacak dolu bir içeriğe ulaşmış ve kompleks bir konuma gelmiş durumdadır. Her iki ülkedeki muhafazakar iktidarlar, birbirlerine karşı kullandıkları sert dil ve söylemle birbirlerinin siyasal meşruiyetlerini güçlendirmektedirler. İkili ilişkilerdeki sorunlar elbette bu yöntemle çözülememektedir. Sosyal demokrat yapıların farklı ülkelerde dayanışmayla gösterdikleri siyasal tavır, muhafazakarlar için farklı bir akışla izlenmekte, karşılıklı gerilimle beslenmektedir. Bu durumun küresel boyutu ise, ABD’deki Trump iktidarı ve Cumhuriyetçi Parti içindeki “Çay Partisi” hizbidir.

Seçimlere bir de bu yönüyle bakmak gerekmektedir. Bu bilanço ise sonuçlar üzerinden ele alınacak bir başka yazının konusudur. 

*Deniz TANSİ
Siyaset Bilimi, Dr.
dtansi@gmail.com