Deniz Tansi – 24 Haziran ve Dış Politika

24 Haziran 2018’de Türkiye hiç kuşkusuz ilkleri yaşadı. 2014’te “ilk kez” sandık yoluyla cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmış olsa da, 2018’deki seçimde, 16 Nisan 2017’de tartışmalı referandumla elde edilen sonuçların yansımasıyla, “icracı cumhurbaşkanlığı sistemi” yürürlüğe girmiş oldu. Aynı zamanda yine ilk defa milletvekili genel seçimi ve cumhurbaşkanlığı seçimi, iki ayrı pusula ve tek zarfla aynı anda gerçekleştirildi. Aslında yeni getirilen sistem, ABD’deki başkanlık sistemini çağrıştırıyor gibi bir izlenim yaratsa da, gerçekte Güney Amerika’daki başkancılık denemelerine daha çok benziyor. Parti disiplini ve lider otoritesinin birleştiği bir çerçevede, tek kanatlı meclis, otoriter zeminde işlemeye çalışan bir yargı, yürütmenin vesayetinde bir parlamento ve buna benzer pek çok saptamada bulunmak mümkündür. Her şeyden önce yürütme -ABD’dekinin tersine- kendince denetimsiz bir alan bulmakta. Sözgelimi ABD’de sadece bakanlar değil Genelkurmay Başkanı, Başkan’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı, Merkez Bankası Başkanı, CIA ve FBI Başkanı dahil üst düzey bürokratlar, büyükelçiler, yüksek yargı organı mensupları atanmaları Senato onayına tabiyken, Türk tipi “icracı sistemde”, güvenoyu kalkıyor söylemiyle, yasamanın siyasal denetimi de tamamen rafa kaldırılmış bulunmaktadır.

Elbette bu durumda “dengeleme ve denetleme”, “koalisyon dönemi sona erdi” diye diye getirilen yeni sistem arayışında, yeni dönemin koalisyon ortağı MHP’ye kalmaktadır. Anayasa hukuku ve siyaset bilimi terminolojisini fazla zorlamadan, bu süreçte oluşan “sağ koalisyon”un dış politika vizyonunu değerlendirmek gerekmektedir.

AKP’nin dış politika geçmişi

16 yıldan beri devam eden siyasal iktidar yapılanmasında, 2002-2009 dönemi daha çok ABD-AB ilişkilerinin ağırlıkta olduğu bir dış politika zeminini ortaya koymuştur. Davutoğlu’nun önce dışişleri, sonra başbakanlık danışmanlığı yaptığı evre, 2009’da dışişleri bakanlığı ile sonuçlanmıştır. Siyasal iktidar, iktidarının ilk döneminde, siyasal muhaliflerini de, Batı karşıtlığı ile kategorize etmiş, Batı başkentlerinden övgü almıştır. ABD’ye “ılımlı İslam”, AB’ye “Müslüman demokrat” etiketiyle servis edilen söylemler, 2007’deki “367 krizi” ve “cumhurbaşkanının halkoyuyla” seçilmesine yol açan anayasa değişikliği referandumuyla belli bir aşamaya varmıştır.  Bu dönemde, Kıbrıs’ta Annan Planı ve referandumu (2004), AB müzakere sürecinde takvim alma taahhüdü ve Helsinki Zirvesi (2004),  AB ile müzakerelerin resmen başlaması (3 Ekim 2005) gibi hamleler yaşanmıştır. Kıbrıs’ta Temmuz 2005’te imzalanan “ek protokol”ün TBMM onayına sunulmaması, 2006’da askıya alınan müzakere başlıkları, ilk yıllardaki hızın yerine, AB hedeflerinin kağıt üzerinde bile kalmasını engellemiş; Türk kamuoyunun gündeminden AB çıkarılmıştır. 2007’de siyasal iktidarın Çankaya hedefini elde etmesiyle, yüksek yargı ve silahlı kuvvetlerden algılanan vesayetin parçalanması adı altında, yeni bir vesayetin temelleri atılmış; 2007 sonrası Ergenekon ve Balyoz davalarında bu amaçlar gerçekleştirilme aşamasına kavuşmuştur.

2009 yerel seçimlerinden sonra dışişleri bakanlığı görevine atanan Davutoğlu, Erdoğan’ın Davos’taki “one minutes” çıkışıyla, yeni görevini icra etmeye başlamış, 2009’dan itibaren İsrail karşıtlığı, Mavi Marmara  gibi olaylar temelinde daha da güç kazanmıştır. Dış politika daha çok tribünlere oynanmaya, bölgesel bir vesayet ise Ortadoğu odaklı inşa edilmeye çalışılmıştır. İşte bu noktada, 2011’de yerküre gündemini sarsan sözde Arap Baharı Tunus, Mısır ve sonunda Suriye odaklı yaşanma sürecine girmiştir. Siyasal iktidar, Mısır ve Suriye’deki İhvan yapılanmalarıyla, bölgesel-ideolojik bir nüfuz projesi tasarlamaya gayret etmiştir. Mısır’da kısa sürede askeri vesayetin yeniden yönetime el koyması, Suriye’de Esad’ın yerinde kalması, bir yandan mülteci sorunlarıyla uğraşırken, bu ülkede Rusya-İran ağırlığının hissedilmesiyle bu hesaplar alt üst olmuştur.  Şam’da “namaz kılma” hayali, yerini Suriye’nin kuzeyindeki PKK/PYD antitesi ve terörü endişesine bırakmıştır.

2015 sonunda Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi, hızla iyileşen Türk-Rus ilişkilerinde gerginlik yaratırken, 15 Temmuz 2016’daki Fethullahçı darbe girişimi, Batı ile mesafeleri arttırmıştır. Kamuoyuna ABD destekli FETÖ darbesi planı yansıtılmış; Rusya ve İran’la ilişkiler daha da sıkı bağlarla örülmüştür. 2016 ilkbaharında başbakanlık görevini bırakmak durumunda kalan Davutoğlu’ndan sonra, Temmuz 2016’da İsrail ile Mavi Marmara sonrası ilişkiler normalleşmiş, özür ve tazminat koşullarının yanı sıra, Gazze’deki abluka İsrail tarafından sadece Türk gemileri için kaldırılmıştır. Bu baş döndürücü diplomaside, 2018 ilkbaharında, ABD İsrail büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınması üzerine, 2016’da atanan büyükelçiler tamamen geri çekilmese de, uzunca bir zaman için istişareye çağırılmışlardır. Ne var ki, ekonomik ilişkiler zarar görmemiştir.

Yeni sistemde yeni sorunlar

İlk zamanlardaki Batı vizyonu hızla kaybolan, İslamcı ve milliyetçi söylemi -Rusya-İran ekseninde- yeni dönemde de pekişeceği öngörülen dış politikada, ABD ile krizler her geçen gün artmakta,  zaman zaman da sürpriz uzlaşmalar sağlanmaktadır. Suriye’de Menbiç’te yakalanan uzlaşma, Fırat’ın doğusunda 800 km.’lik sınırda PKK/PYD antitesine zaman kazandırırken, Türk-ABD ilişkilerinde Türkiye’nin Rusya’dan aldığı S-400’ler, ABD Senatosu’nun rezerv koyduğu F-35’lerin Türkiye’ye teslimi konuları göze çarpmaktadır. Bu da beraberinde soru işaretlerini arttırmaktadır.

Otoriter ve hegemonik arayışların çoğaldığı iklimde, Davutoğlu tarzı “bölgesel vesayet” arayışları, yerini “ülkeyi iç ve dış düşmanlardan kurtarma” refleksine bırakmıştır. Dolayısıyla “sağ koalisyon”, dış politikada her ne kadar tribünlere yönelik iddialı ve abartılı yaklaşımları biraz daha rötuşlayarak sürdürse de, dikkatini içe yoğunlaştıracaktır. Ancak Fırat Kalkanı (2016), Zeytin Dalı (2018) ve Dicle Kalkanı (2018) hedefleri, “beka” düzeyinde diri tutulacak ve geliştirilecektir. Mülteci krizi, Sağ koalisyonun en çok sıkıştığı ancak beklenmeyen hamlelerin de gündeme getirilebileceği bir atmosferi, potansiyel olarak beslemektedir. Ortadoğu’da, İsrail-Suudi Arabistan-Mısır-Ürdün ve Körfez ülkeleri bağlamındaki ABD eksenine karşı Rusya ve İran’la birliktelik, stratejik olmaktan ziyade taktiksel ancak bir o kadar da riskli bakışı ifade etmektedir. Bölgedeki tek NATO ülkesi ve AB adayı ülkenin çelişkileri, ister istemez verili zemindeki küresel ittifaklar için de soru işaretlerini çoğaltmaktadır.

Siyasetin bu kadar yetersiz kaldığı bu günlerde, sadece iç politik gelişmeler için değil, diplomasi için de siyaset üretimine gereksinim bulunmaktadır. Türkiye’nin Balkanlar’dan Kafkasya’ya, oradan Türk dünyası ve Ortadoğu’ya uzanan vizyonunda en yaşamsal ulusal güvenlik parametresi -tartışmasız biçimde- “Demokrasi”dir. Demokrasinin egemen olmadığı bir iklimde, hiçbir hedef gerçekleşemez, küresel sistemde yer alma şansı kalamaz. Osmanlı’nın son döneminden Atatürk Cumhuriyeti ve devrimlerine uzanan modernleşme süreci, laik ve demokratik Cumhuriyet modeli, Türkiye’nin Batı dünyasındaki ilişkileri ve ittifaklarıyla taçlanmıştır. Hedefler sabit durmamış; daha da demokratik, ekonomisi güçlü ve halkı mutlu bir Türkiye özlemi kendisini dile getirmiştir.

Sağlıklı ekonominin de, sağlıklı diplomasinin de yolu, gerçek bir demokrasiden, laik toplum düzeninden geçmektedir. Fabrika ayarları, günün koşullarıyla harmanlanarak, temel bir çıkış yolu kabul benimsenmezse, ülkemizin maceralara sürüklenecek bir radikalizm tuzağına çekilmesi işten bile değildir.

*Deniz TANSİ
Siyaset Bilimi, Dr.
dtansi@gmail.com