
İş İnsanı/Siyasetçi
sefaasar@gmail.com
Günümüzde demokrasi yeni bir kriz yaşıyor. Pek çok ülkede serbest seçimler, muhalefet, parlamento, eleştirel medya gibi kurumlar varlığını sürdürse de iktidarın el değiştirmesini engelleyen bazı mekanizmalar geliştirildi. “Demokrasiler Nasıl Ölür” adlı kitabın yazarları Harvard’lı siyaset bilimciler Steven Levitsky ve Lucan A. Way tarafından “rekabetçi otoriteryanizm” olarak adlandırılan bu sistemde (halkın sandığa gitmesine müsaade edilse de) seçimler iktidar lehine manipüle ediliyor.
Türkiye’de de durum farklı değil. İktidar, 2002’den bu yana karşılaştığı her büyük siyasi krizden demokratik reform veya uzlaşmayla değil daha derin bir demokratik gerileme ile çıktı. Her seferinde yetkileri daha da merkezileştirdi ve kurumları daha çok kontrol altına aldı. Bugüne baktığımızda ise medyanın tekelleştirilmesi, yargının siyasallaştırılması, muhalif ses çıkaran her kesime baskı ve tehdit, kayyum atamaları, gece yarısı kararnameleri ve algı mühendisliği gibi uygulamalarla iktidar “rekabetçi otoriter rejim” sınırını da aşıp açık otokrasiye giderek yaklaşıyor.
Popülist politikacıların, otoriter liderlerin yükselişe geçtiği küresel iklim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yapabileceklerinin sınırını genişletiyor. Türkiye’nin, Rusya veya Venezuela örneklerinde olduğu gibi hızla hegemonik bir otoriter rejime dönüşmesini engelleyen bazı yapısal dinamikleri olsa da, iktidar yöneldiği bu yolda elindeki tüm imkanları seferber ediyor. İktidarın kurgusunu bozacak yegâne şey ise “tepki” değil: Karşı kurgu. Yeni bir siyaset dili. Barışçıl bir mücadele biçimi.
Evet iktidar çok güçlü. Devlet üç erkiyle iktidarın emrinde. Fakat tarih katı rejimlerin, (korku duvarları örmeyi başarsa da) insan ruhunun sınır tanımayan direnci karşısında çaresiz kaldığını bize gösteriyor. İnsanlığın en büyük zaferleri tankların önüne çiçek bırakanların, şiirin gücünü sopalara tercih edenlerin, adaleti öfkenin değil sabrın diliyle haykıranların hikâyelerinde saklıdır.
Çekoslovakya, sert bir rejim altında büyük kitlesel olaylar yaşansa da kimsenin burnu kanamadığı için Batı basının “kadife devrim” adını taktığı süreçle 1989’da siyasal değişikliği gerçekleştirdi. Filipinler, (Halkın Gücü/EDSA Devrimi) cesaretin baskıyı yendiğini kanıtlayarak barışçıl bir şekilde demokratik siyasetin tüm ön koşullarını 1986’da yeniden tesis etti ve bu süreç modern dünya tarihinde küresel bir sembol haline geldi. Polonya Dayanışma Hareketi (Solidarność), 1980’lerde otokratik rejimin temellerini şiddet içermeyen mücadeleyle sarstı ve demokratik sosyalizm mücadelesinde parlak bir ışık olarak hatırlanıyor.
Güney Afrika’da (Apartheid’ın Sonu 1990-1994) Nelson Mandela zorlu ve adaletsizlikle örülü koşullar altında, stratejik zekâsı ve sarsılmaz inancıyla insanlık tarihine damga vurdu. Zulüm ve ayrımcılık karşısında barışçıl müzakereyi, sabır ve stratejik planlamayı birleştirerek engelleri aşmanın ve adalete ulaşmanın yolunu açtı. Şiddetsiz direnişi bir kalkan, diyaloğu ise bir kılıç gibi kullanarak düşmanını bile müttefike dönüştüren bir uzlaşma sanatı yarattı. Onun liderliğinde her adımda umudu yeşerten, karanlık günlerden aydınlık yarınlara uzanan bu mücadele, sadece bir özgürlük savaşını değil aynı zamanda insanlık onuru ve eşitliğin simgesini ortaya koydu. Kinin kör kuyusuna düşmek yerine, adaletin ışığını taşıdı. Geçmişin yaralarını sarmak için affediciliği bir köprü, hakikati ise temel taşı yaptı. Sonunda nefretin küllerinden barışın anıtını dikti.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir kuşak, önceki kuşaklara kıyasla daha kötü yaşam koşullarına mahkûm olma riskiyle karşı karşıya. Siyasi eğilimlerin kimliklere ve değerlere göre şekillendiği Türkiye’de, ekonomi geçmişteki her zamandan daha fazla belirleyici hale geliyor. AK Parti biyolojik sınırına gelip dayanmışken CHP için “bugünkü konjonktürde” siyaset yapacak çok geniş bir demografik alan var.
Ancak siyaset artık sadece miting yapmak ya da ekrana çıkmak değil.
Büyük mitingler ve büyük gövde gösterileriyle tozu dumana katan bir fırtına değil, Cumhur İttifakı seçmenini endişelendirmeden, tahrik etmeden, konsolide etmeden siyaset yaparak süreci yönetebilmek yani seçimi kazanmak için sadece kendi oyunu artırmaya çalışmak değil iktidar blokunun oyunun nasıl azalacağı sorusuna da cevap verebilmek. Tam da bu nedenle, kitleselleşen bir muhalefetin ve bu muhalefetin kamuoyuna yansıyan yüzlerinin ‘karşı tarafta’ yarattığı duygu ve tepkinin nasıl bir sonuç yarattığını da gözlemek önemli. Çünkü AK Parti’nin ve Erdoğan’ın tek çıkış yolu CHP’yi marjinalize etmekten geçiyor.
İktidarın büyüttüğü bir dezenformasyon ortamı var ve bununla mücadelenin ciddiye alınması lazım. Geçişken seçmen dezenformasyondan etkileniyor. Kutuplaşmış toplumlarda dezenformasyona karşı yalanlama ve doğru bilgiyi paylaşma da tek başına yeterli değil. İnsanlar genellikle saf tuttuğu taraftan gelen bilgiyi doğru kabul ediyor. Bu nedenle kutuplaşmayı kıracak, kişilerle duygu ve vicdan ilişkisi kuracak bir iletişim stratejisi izlenmesi gerekiyor. Geniş halk kitleleriyle, diğer muhalefet partileriyle ve devlet kurumlarındaki hukuka saygılı kesimlerle birlikte, gerçekçi ve etkili bir strateji ve örgütlenme geliştirirse ve uygulanırsa sonuç almak mümkün olur.
CHP’de sokak siyasetinin tanımının yeniden yapılmalı. AK Parti, hâlâ mahalle temsilcileriyle, ev ziyaretleriyle, bire bir temasla seçmeni elinde tutabiliyor. CHP ise çoğu yerde hâlâ örgüt ile seçmen arasında soğuk bir mesafe yaşıyor. Sokak siyaseti sadece eylem değil, yankı odalarından çıkıp siyaseti mahalleye indirgeyerek sadece muhaliflere benzeyenleri değil toplumun tümünü dinleyebilmek, bir eve usulünce girebilmek, bugüne kadar iletişim kurulamayanlara “benim gibi ol” demek yerine “birlikte daha güçlü oluruz” diyebilmek, öğretme rolü yerine empati kurabilmek yani derinden giden ve tabanda çok geniş alanlara yayılan bir mikro siyasetin ağlarını örebilmektir. Kapsayıcılık CHP’nin hâlâ tam çözemediği bir sorun. Bu konuda Deniz Baykal, 1971 basımlı “Siyasal Katılma” adlı doktora tezinde CHP’nin “çağdaş değerleri topluma yerleştirmeye çalışan parti” olduğunu, buna karşılık Adalet Partisi’nin “toplumun sorunlarını çözmeye çalışan parti” olduğunu, bu yüzden daima en çok oyu aldığını anlatır.
Yani siyaset, her ilde ve her ilçede “dinlemek, anlamak, birlikte çözüm üretmek” demek. CHP, bu yeni siyaset anlayışını benimserse toplumdaki öfkeyi umuda ve pozitif bir harekete dönüştürebilir.
Ayrıca yürüyüş, imza toplama gibi fiziksel olarak insanları buluşturan aktivist faaliyetler önemli işleve sahipler ve önümüzdeki süreç boyunca da devam etmeli ama milyonlarca insanın katılım sağlayabileceği sosyal medya kampanyaları da mutlaka çok işe yarayacaktır. Sosyal medyada gündem çalışması, “trendtopic” oluşturma gibi ilk anda akla gelebilecek aktiviteler bile şu ana kadar takip edebildiğim kadarıyla kullanılmadı.
Türkiye’de artık serbest ve özgür bir seçim gerçekleşecekmiş gibi muhalefet yapmanın bir sonuç vermeyeceği görmek gerekiyor! Bir homo-politicus olan Süleyman Demirel “Siyasette neyin mümkün olduğunu görmek için neyin mümkün olmadığını görmek gerek.” diyerek stratejiyi mevcut koşullara göre belirlemek gerektiğini kendi tarzıyla ifade eder. Mevcut koşulları görmezden gelen stratejiler, ulaşılamaz hedeflerle sonuçlanır. Napolyon’un Rusya’yı işgalinde kış şartlarını hesaba katmamasının, ordusunun çöküşüne yol açması gibi.
Futbolda olduğu gibi siyasette de mücadelenizi sadece kendi gücünüze, oyuncularınızın özelliklerinize bakarak yürütemezsiniz. Kazanmanın en önemli unsurlarından birisi rakibinizi anlamak, onun özelliklerini, gücünü, zayıflığını tespit etmektir. Emperyalizmi yenip toplumun aynasında yeni bir sayfa açmış ve çağdaş bir devletin temellerini atmış CHP için siyaset yorgunu, tahammül sınırları zorlanmış topluma umut olmak hiç de zor olmasa gerek sadece inanmak ve o yönde çalışmak gereklidir.