CHP’nin “İkinci Yüzyıla Çağrı” beyannamesinin ilk maddesinin sonu şu ifadeyle bitiyor: “Düşünceyi ifade, örgütlenme ve basın özgürlüğü koşulsuz güvence altına alınacaktır. Meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşları üzerindeki her türlü baskıya son verilecek, medya özgürlüğü evrensel ölçülerde güvence altına alınacaktır”. İktidarı hedefleyen bir partinin ifade ve basın özgürlüğüne dair sorunları siyasa önerilerinin en başına koyması sevindirici. Türkiye’nin basın ve ifade özgürlüğü karnesi son yıllarda çok belirgin şekilde geriledi, bu hepimizin malumu. Peki; medyanın, özellikle de ana akım ve iktidar kontrolündeki medyadan bahsediyorum, kendisi ve onunla birlikte başat haber alma kaynağı hale gelen sosyal medya yalan haber ve dezenformasyon yayma yoluyla bir sorun haline dönüşmüş ve özgürlükleri bizzat kısıtlayıcı hale bürünmüşken ne yapacağız? Her türlü baskıya son veriyoruz demek sorunları çözecek mi? Medyaya yönelik baskıların tek kaynağı iktidar mı, ya sermaye baskısı? Sermaye yeni yasaklarla mı dizginlenecek? Geçmişte işlemeyen düzenlemeler nasıl olup işler hale gelecek?
Sorunların nereden başladığını ve çözümün nerelerde tıkandığını görebilmek için adım adım gidelim. Bir ülkenin basın ve ifade özgürlüğünü garantiye alan en önemli aracı anayasası. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1982’de kabul edilen ve bugüne dek defalarca değiştirilen anayasasının 25. ve 26. Maddeleri ifade özgürlüğünü, 28. Maddesi ise basın özgürlüğünü garanti altına alır. Ancak maddelerin devamında gelen “ama” diye klişeleştirilen çok muğlak ifadeler içeren kısıtlamalar, tabiri caizse kaşıkla verilen özgürlükleri kepçeyle geri alır. Basın ve ifade özgürlüğü sınırsız özgürlükler değil elbette. Uluslararası alanda kabul gören Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. Maddesi’nin ikinci fıkrası da kısıtlamalar içerir. Ancak Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde 10. Maddenin ihlali nedeniyle hemen her sene rekor kırmasının nedeni, az önce de ifade edildiği gibi bu kısıtlamaların kanunla düzenlenme ve öngörülür olma kriterlerini karşılamıyor olması.
İfade özgürlüğünde gelinen nokta
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ihlal kararını verdiği ifade ve basın özgürlüğüne ilişkin davaların pek çoğunun gerekçesi Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu’nun özellikle belirli -“örgüt yöneticiliği”, “örgüt üyeliği”, “örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek”, “örgüte yardım” gibi suçlamalar ve cumhurbaşkanına hakaret- maddeleri. Son yıllarda bunlara MİT Kanunu ile gazete ve gazetecileri ekonomik yönden baskı altına almak için araç haline dönüştürülen Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Kanunu ve Sermaye Piyasaları Kanunu’nu (SPK) da eklemek gerek[1]. Bir başka deyişle geçen yıl en düşük sayıyı açıklayan Gazetecileri Koruma Komitesi’nin (CPJ) 47 olarak verdiği hapisteki gazetecileri kurtarmak için yasal düzenlemelerde değişiklik yapmak ve hatta yargı bağımsızlığını sağlayarak hâkim ve savcıları uluslararası standartlarda karar vermeyi sağlayacak bilgiyle donatmak şart. İddianamelere biraz olsun göz gezdirdiyseniz ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Bitti mi, bitmedi. İfade Özgürlüğü Derneği’nin EngelliWeb[2] araştırması kapsamında açıkladığı üzere 2019 sonu itibariyle 408 bin 494 web sitesi, 130 bin içerik (URL), 40 bin Tweet, 10 bin Youtube videosu, yedi bin Twitter hesabı, 6 bin 200 Facebook içeriği engellenmiş durumda. Erişime engelleme kararını ağırlıklı olarak sulh ceza hâkimlikleri vermekle beraber, çeşitli düzenlemelerle bu yetkinin sınırı Cumhurbaşkanlığı ve ilgili bakanlıklar, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu Başkanı’ndan Diyanet İşleri Başkanlığı’na kadar genişletilmiş durumda[3]. Buna bir de önümüzdeki dönem ifade özgürlüğü raporlarında sıkça karşılaşacağımız, yaz ayında yürürlüğe giren kısaca “Sosyal Medya Kanunu” olarak adlandırdığımız düzenlemeler eklendiğinde devasa bir yasama değişikliğine ihtiyaç duyulduğu, “bir parmak şıklatmayla” ifade özgürlüğü önündeki engellerin kalkma ihtimalinin olmadığı aşikâr.
Gazetecilerin koşulları
Diyelim ki bunlar gerçekleşti, iyi ve doğru habercilik için gazetecilerin güvenceli koşullarda, bağımsız çalışabilecekleri düzenlemelere de ihtiyaç var. Akreditasyon sisteminin bu derece genişlemesiyle birlikte siyaset muhabirliği, kulis haberciliği medyadan tamamen dışlanmış durumda. İktidar istediği gazetecileri WhatsApp gruplarına dâhil ederek içeriklere doğrudan müdahale ediyor. Basın toplantılarında özgürce soru sorma ihtimali kalmadı, sorular önceden belirleniyor. İnternet medyasında çalışan gazeteciler “gazeteci” sayılmıyor. Oysa Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2007’de verdiği bir kararla[4] internet medyasında çalışanların gazeteci olduğuna hükmetti. Bu durumda yapılması gereken tek şey 5953 sayılı kanunun (kamuoyunda Basın İş Kanunu olarak bilinir) birinci maddesinde kimin gazeteci sayılacağına dair hükmünün genişletilmesi. Ancak iktidar almadan vermeyi sevmediği için, internet medyasında çalışan gazetecilerin durumunu internete getirilecek düzenlemelerle birlikte gündeme getiriyor. Bazı gazeteciler de buna çanak tutuyor.
Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 2015 yılında freelance yani serbest çalışan gazetecileri de Basın İş Kanunu kapsamına alan bir karar[5] aldı. Bugün ülkede her üç gazeteciden biri işsiz. Ana akımdan kovulan, ayrılan gazetecilerin bir kısmı uluslararası medyaya serbest gazeteci olarak çalışıyor. Emsallerinden daha fazla kazanıyorlar, ancak güvencesizler ve yine hükümet gözünde “gazeteci” sayılmıyorlar. Pek çoğu uluslararası kurumlara Türkiye’nin durumunu anlatmakla cebelleşirken başları derde girmesin diye daha az ‘suya sabuna dokunan’ haberlere odaklanıyorlar. Sahada çalışanlardan gözlemlediğim şudur ki pek çoğu, küçümsemek için söylemiyorum ama “ülkeyi terk edenler”, “şehri terk edenler” haberleri yerine ‘terk edemeyenler’in haberini yapmak istiyorlar.
Reklam gelirleri ve korku zinciri
Eskinin ana akımında çalışmasına rağmen takdir gören gazetecilerin bir kısmının uluslararası medyayı tercih etmesi şaşırtıcı değil; çünkü ulusal ya da yerel düzeyde bir kurumda çalışıp hayatlarını idame ettirme olanakları yok. Yazılı basın okuyucusu ve gelirleri dünyanın her yerinde düşüşte; ana gelir kalemi olan reklam dijitale kayıyor. Türkiye’deki düşüşün bu denli hızlı olmasının nedeni ana akımın prestij kaybı. Sermayenin desteklediği, iyi habercilik için bütçe ayırabilecek kurumlar hükümet kontrolünde, diğerleri marjinalleştirilmiş durumda, bazılarının kapısı zaten bağımsızlık adına sermayeye kapalı. Sermaye, yani reklam veren, hiç olmadığı kadar korkak. Hükümetin muhalif olarak etiketlediği bir kanala reklam vermesi ihalelerdeki başarı ihtimali için eksi puan, dahası ertesi gün kapısında maliye müfettişlerini bulma riskini de içeriyor.
Reklam gelirleri dijitale kaymış olsa da bunun kaymağını internet medyası değil, Google, Facebook, Youtube gibi dünya devleri ve ulusal düzeyde eğlence üreten şirketler yiyor. Mart 2020’de yürürlüğe giren kısaca “Dijital Hizmet Vergisi” olarak adlandırılan düzenlemeye göre Apple, Google, Facebook, Instagram, Twitter, Netflix, Spotify gibi platformların yanı sıra yerli veya yabancı online satış yapan tüm e-ticaret şirketleri vergiye tabi hale geldi. Peki, bu vergiden internet medyasında çoğulculuğu, çeşitliliği sağlayacak, kâr amacı gütmeyen medya kuruluşlarını destekleyecek bir pay ayrıldı mı? Tabii ki hayır…
Sermaye ve habercilik
“Başkanın Bütün Adamları” filminden hatırladığımız bir replik, bir yolsuzluğu ortaya çıkarmak için parayı takip etmek gerek. Medyadaki bu yolsuz düzeni deşifre etmek için de takip edilmesi gereken şey paranın nasıl döndüğü. Ana akımda var olan medya gruplarının hemen tamamı zarar ediyor, buna rağmen pazardan çıkma olanakları yok. Medya hem iktidar hem de başka alanlardaki yatırımlarını sürdürmek isteyen sermayedar için güvence. Medya desteği sunmayan, daha doğrusu elini iktidar için taşın altına koymayan sermayedara ekmek yok[6]. CHP daha önceki seçim kampanyalarında medya sahiplerinin başka alanlarda yatırım yapmasının engelleneceğini vaat etti. Üzgünüm ama bunun günümüzde bir karşılığı yok. 90’larda Yunanistan denedi, AB yatırım özgürlüğünün kısıtlanması gerekçesiyle reddetti. AB de ifade özgürlüğünü savunan bir STK değil sonuçta. 90’lardan bugüne çok şey değişti. Neyin medya neyin olmadığı konusu da çok muğlak. İngiltere’nin en prestijli gazetesi The Guradian’ın gelir elde etmek için online çöpçatanlık sitesi var örneğin. Le Monde, 2010’da Pierre Bergé, Xavier Niel and Matthieu Pigasse’dan oluşan ve sermayedarlarının savunma sanayiinden telekomünikasyona başka alanlarda yatırımlarının olduğu bir sahiplik yapısına bürünmüştü. Matthieu Pigasse’ın %49’luk hissesini 2018’de Çek sermayedar Daniel Kretinsky’e satması çalışanlarda büyük tedirginlik yarattı. Her ne kadar editöryel bağımsızlığı koruyacak araçları, güçlü örgütlenmeleri olsa da gazeteciler dünyanın her yerinde sermaye karşısında çok kırılgan.
Düzenleyici kurumlar neyi koruyor ve düzenliyor?
Editöryel bağımsızlığı korumak için araçlardan en güçlüsü gazetecilerin örgütlü olması olsa da düzenleyici kurumların etkisini de yabana atmamak gerekli. Bugünün ekonomik koşullarında ulusalından yereline basının en önemli geliri resmi ilanlar. Bu ilanları Basın İlan Kurumu (BİK) dağıtıyor ve son yıllarda ilan gelirlerini bir havuç ya da sopa olarak kullanıyor. İktidar medyası ilan gelirlerinden en fazla paya sahip olurken muhalif görünenler en ufak bir haber / köşe yazısı nedeniyle cezalandırılıyor. BİK etik ilkeleri üzerinden karar alıyor ancak bağımsız değil. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na bağlı. İletişim Başkanlığı hem hükümet adına propaganda faaliyetleri yürütüyor, hem gazetecilere basın kartı dağıtıyor yani hükümet gözünde kimin gazeteci sayılacağına karar veriyor hem de resmi ilanların hangi gazetelere dağıtılacağına karar veriyor. Gelmiş geçmiş en çarpık sistem…
Düzenleyici kurumlar sorunu bunlardan ibaret değil, bir de Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) var. Bağımsız ve özerk olması öngörülmüş, lakin bütün yetkileri elinden alındı. RTÜK üyeleri siyasi parti gruplarının üye sayısı oranında belirleniyor. Görünüşte demokratik ancak pratikte değil. İktidarı belirleyen parti ya da partiler RTÜK’e de hâkim hale geliyor ve bu durum belirli kanalların kayırılması, bazılarınınsa sistemli cezaya tabi tutulmasıyla sonuçlanıyor. HDP kotasından seçilen Ali Ürküt bir siyasi operasyonla gözaltına alındı. CHP kotasından İlhan Taşçı ve Okan Konuralp’in karar değiştirme gücü yok. Yapabildikleri yalnızca kamuoyunu bilgilendirmekten ibaret, bir önceki üye Faruk Bildirici’nin başına gelenlerse malum. RTÜK hem lisans dağıtıyor hem frekans planlaması yapıyor. Bir başka deyişle Erdoğan’ın onaylamadığı bir kanalın kurulması ya da satın alınması mümkün değil. Dahası RTÜK şeffaf değil, radyo ve televizyonların reklam gelirlerinden yüzde üç pay alıyor ancak bunu nereye harcadığını söylemiyor, hatta daha kötüsü artık bize radyo ve televizyon sahiplerinin kimler olduğunu, izleyicinin anlayabileceği biçimde, açıklama gereği bile duymuyor.
Düzenleyici kurumun yalnızca siyasi parti temsilcilerinden oluşması en büyük handikap, kararları siyasi vesayetten kurtarmanın tek yolu üyeleri çeşitlendirmek ve RTÜK’ü gerçekten özerk ve bağımsız bir yapıya kavuşturmak. Tunus bunu başardı örneğin[7].
Güvenilir bir medya ve etik
Bu medya düzenini değiştirmenin etik boyutu da var, lakin bana ayrılan sütun ve santimin sonuna geldim. Yalan haber ve komplo teorileriyle baş etmenin en kısa ve basit yolu güvenilir bir medya inşa etmek. Ama peşi sıra okuyucuyu da bilgilendirmek şart. Manipüle edilmiş medya ve sosyal medya tuzaklarla dolu. Ayrımcılık, nefret söylemi bu alanlarda kol geziyor. Kimi zaman hükümet karşıtlığı üzerinden birleşiliyor. Hükümet bunu keşfettiğinden beri, son zamanlarda örneğin, Suriyeli karşıtlığı, Yunanistan ya da Ermeni düşmanlığı gibi ‘toksik’ birleştirici konulara yatırım yapıyor. Bu nedenle “ifade, örgütlenme ve basın özgürlüğü koşulsuz güvence altına alınacaktır” taahhüdü tek başına bir şey ifade etmiyor. Bahsetmeye bu yazının imkân vermediği nice ayrıntı var. Yeni bir medya düzenini inşa etmek için basın örgütleri, sendikalar ve okuyucuların da dâhil edildiği katılımcı bir politika üretim süreci oluşturulmalı ve bu süreç aynı şekilde denetimde de rol oynamalı. Kamu yararını önceleyen demokratik bir medya düzenine bir gecede ulaşılmaz ama doğru yöntemle ulaşılır.
*İletişim, Doç. Dr.
cerensozeri@gmail.com
[1] BİA Medya Gözlem Raporları, http://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/119085-bia-medya-gozlem-raporlari
[2] İfade Özgürlüğü Derneği, 14.08.2020, https://twitter.com/ifadeorgtr/status/1294336010692833280
[3] Yaman Akdeniz ve Ozan Güven, “Engelli Web 2019: Buzdağının Görünmeyen Yüzü”, https://ifade.org.tr/reports/EngelliWeb_2019.pdf
[4] Yargıtay 9. HD. 17.4.2007 gün 2006/33909 E:2007/11104 K.
[5] Yargıtay 9. Hukuk Dairesi E: 2015/8604 K: 2018/1446 K.T.: 05.02.2018
[6] Türkiye’de medya sahipliğinin durumuna ilişkin son veriler için bkz. Media Ownership Monitor Turkey, 2019, https://turkey.mom-rsf.org/tr/medya-sahipleri/
[7] Media Ownership Monitor Tunisia, https://tunisia.mom-rsf.org/en/findings/media-regulation/