ST_20170429_WOVEIL29_3109362

Cem Okan Tuncel – Neoliberalizmin Krizi Refah Rejimleri ve Laiklik

Cem Okan TUNCEL
Doç. Dr., SODEV Ar-GE Koordinatörü
cotuncel@uludag.edu.tr

Neoliberalizmin küresel krizi

2019 yılının sonbaharında Çin’de başlayıp, 11 Mart 2020’de Dünya Sağlık Örgütü tarafından “pandemi” olarak tanımlanan Covid-19 salgını, neoliberal sistemin ekonomik ve toplumsal krizini daha da derinleştirdi. Salgın, büyük istihdam kayıplarına ek olarak, var olan eşitsizlikleri daha da belirginleştirdiği için gelir adaletsizliğini ve yoksulluğu da artırdı. Pandeminin etkisi, özellikle kırılgan toplumsal gruplar üzerinde daha da ağır oldu.[1] Neoliberal retorik, 40 yıl boyunca, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde “kendi kendini düzenleyen piyasanın” daha hızlı ekonomik büyümeye yol açacağını ve -en yoksullar da dahil olmak üzere- herkesin refahının artacağını öne sürdü. Oysa gelinen yere bir göz attığımızda görünen manzara; artan eşitsizlik, tahrip olmuş doğa, yoksulluk, sağ popülist liderlerin elinde boy veren -Ergin Yıldızoğlu’nun ifadesi ile- “yeni faşist” rejimlerin giderek yaygınlaşması oldu.[2]

Bu bağlamda neoliberal modelin iki önemli sonucu olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki, dünyada ekonomik ve sosyal eşitsizliğin artmasıdır. Örneğin OXFAM 2020 Raporu’na göre, 2019’da dünyanın en zengin 2.153 kişisinin elinde bulunan servet, 4,6 milyar kişinin toplam servetinden fazla. Dünyanın en zengin %1’lik kesiminin serveti, 6.9 milyar insanın toplam servetinin iki katından daha fazla. 2011- 2017 yılları arasında reel ücretler ise neredeyse hiç artmadı. İkincisi ise liberal ve katılımcı demokrasinin tüm dünyada erozyona uğramasıdır.

Bunun nedenini, neoliberal küreselleşmenin gelir dağılımı üzerindeki etkisinde aramak gerekir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan 35 yıllık hızlı ekonomik büyüme, devletin refahı yeniden dağıtan politikalarının etkisi ile merkez ve çevre ülkelerde demokrasinin gelişmesine katkıda bulundu. Ancak 1980’li yıllardan itibaren devletin ekonomideki düzenleyici rolünün ortadan kalkmasıyla birlikte, ekonomik büyümenin kazanımlarının neredeyse tamamı üst gelir gruplarına gitti; daha az eğitimli olan kitleler reel gelirlerindeki azalmanın etkisi ile sağ popülist otoriter partilere yönelmeye başladılar.[3]

Freedom House tarafından hazırlanan bir rapora göre de, son on yılda dünyada sadece 21 ülke demokrasi konusunda ilerleme kaydederken, dünya nüfusunun neredeyse üçte birini oluşturan ülkelerde demokrasi erozyona uğradı veya otoriterleşme arttı.  “The Economist Intelligence Unit” tarafından yayınlanan verilere göre ise, dünya nüfusunun yalnızca %4,5’i ‘tam demokrasi olarak kabul edilen ülkelerde yaşamaktadır.[4] Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz, neoliberalizme ve demokrasiye olan güvenin eşzamanlı olarak azalmasının bir tesadüf olmadığını belirterek, neoliberalizmin 40 yıldır demokrasinin altını oyduğunu vurgulamaktadır.[5]

Neoliberalizmin Türkiye krizi

Türkiye’de neoliberal ekonomi ve toplum projesinin başlangıcı 1980 “24 Ocak İstikrar Programı” ve onun ardından gelen 12 Eylül 1980 Darbesi ve rejimidir. 12 Eylül rejiminin sivil biçimi olan “Özalizm”in yeni sağ programı,  sonradan gelen sağ iktidarlar tarafından da sürdürülmüştür. 1989’da sermaye hareketlerinin serbest bırakılması ile başlayan dış kaynağa dayalı ekonomik büyüme modeli, Türkiye’yi toplumsal ve siyasal olarak sarsacak finansal krizlere (1994, 1999, 2001 krizleri) neden oldu. 1990’lı yıllar boyunca demokratik solun programsızlığı ve alternatif olamaması, neoliberal dönüşüme uğrayan Siyasal İslamcı AKP’nin işine yaramış ve küresel destek sayesinde yeni bir neoliberal programı -Kemal Derviş tarafından uygulamaya konulan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı adıyla- Türkiye’de uygulamak için iktidar olabilmiştir.

2001 krizi ertesinde iktidara gelen AKP yönetimi, 1980’lerin sonunda temelleri atılan yabancı sermaye girişine/borçlanmaya dayalı, finans temelli bir birikim-büyüme modelini, sermayenin tüm kesimlerini de yanına alarak, IMF denetimi ve AB Uyum Yasaları eşliğinde uygulamaya koymuştur.[6]  Bugün gelinen yerde emeğin sınırsız sömürüsüne, doğanın yağmasına, kentlerin talanına dayanan inşaat temelli birikime ve borçlanmaya dayalı dışa bağımlı ekonomik model çökerek, ülkemizi derin bir ekonomik ve giderek de siyasal krizi içine sürüklemiştir. İktidarının sürdürülmesi kaygısı, AKP iktidar bloğunun dış politikada maceracı ve tehlikeli hamleler yapmasına neden olarak, ekonomik ve siyasal krizi de aşacak bir ulusal güvenlik krizi yaratmaktadır.

Birkaç gösterge üzerinden Türkiye’de artan eşitsizliği kısaca değerlendirmek mümkündür. Crédit Suisse’in verilerine göre Türkiye’de 2000-2018 yılları arasında servetin dağılımındaki eşitsizlik artmıştır.2010 yılında en zengin %10’un toplam servetten aldığı pay %66,7 iken bu oran 2018 yılında %81,2’ye yükselmiştir. OECD verilerine göre Türkiye 39 ülke içinde gelir eşitsizliği sıralamasında sondan 5. ülke konumunda ve aynı zamanda artan eşitsizlikleri azaltma kararlılığı açısından da sonlarda yer almaktadır. Eşitsizliği Giderme Kararlılığı Endeksi’ne (CRI)  göre Türkiye’de siyasal iktidar, toplumsal eşitsizlikleri gidermek için yeterli kararlılığa sahip değildir. CRI 2018 verilerine göre Türkiye 157 ülke arasında genel sıralamada 53.sırada bulunmaktadır.

Bir diğer önemli eşitsizlik de, hane halkı düzeyinde eğitime ayrılan payda kendini göstermektedir. Türkiye’de yetersiz hane halkı geliri nedeniyle çok sayıda çocuk yeterli eğitim alamamaktadır. Ebeveynlerin servetlerinin çocuklarının eğitim düzeyini ve alınan eğitimin kalitesini etkilediği de kabul edilen bir gerçektir. Kişilerin eğitim düzeyi ve aldıkları eğitimin kalitesi arttıkça gelecekte işsiz kalma riskleri azmaktadır.  Dolayısıyla hane düzeyinde, örneğin eğitime yapılan harcamalar arasındaki büyük farklar çocukların gelecekteki statülerini belirlemekte ve toplumsal eşitsizliğin yeniden üretilmesine neden olmaktadır.[7] Türkiye örneği incelendiğinde TÜİK tarafından yayımlanan “Hane Halkı Tüketim İstatistikleri”ne göre, eğitim harcamaları 100 kabul edildiğinde en zengin %20’lik dilim bu harcamaların %63’ünü yaparken en alt gelir düzeyine sahip %20’lik kesim ise sadece %2’sini yapmaktadır. Sadece bu harcama kalemiyle ilgili eşitsizlik bile toplumsal barış ve ekonomik kalkınmayı tehdit edecek iki Türkiye fotoğrafı ortaya koymaktadır.

Refah rejimleri tartışması ve Türkiye:

Büyümenin altın çağı olarak adlandırılan “Keynesyen Rejimde” -kabaca 1945-1975 arası- toplumsal uzlaşmanın bir göstergesi olan devlet, toplam iç talebin yönetilmesinden ve gelirin yeniden dağıtımından sorumlu olmuştur. Gelişmiş merkez ülkelerde sınıfsal uzlaşmayı temsil eden sosyal politika uygulamaları ile gelir eşitsizliğini azaltmaya çalışan güçlü refah devleti, gelişmekte olan çevre ülkelerde ise devletin yol göstericiliğinde kalkınma girişimi ortaya çıkmıştır.[8]Gelişmiş ülkelerin genelinde emeklilik, sosyal korunma, sosyal hizmetler, emek piyasası regülasyonları gibi bireylerin güvenlik gereksinimleri, vatandaşlarının ekonomik ve sosyal refahının korunması ve geliştirilmesinde kilit rolün devlete verildiği bir kamu yönetimi sistemi olan formel refah devletleri yoluyla karşılanmaktadır.

Esping-Andersen’in refah devletini sosyal demokrat, liberal ve muhafazakar olarak üçe ayıran tipolojisi, karşılaştırmalı sosyal politika analizine önemli bir katkı sağlamış ve gelişmiş ülkelerin refah politikalarının açıklanmasında hala önemini koruyan bir yaklaşımdır.[9] Ancak konuya gelişmekte olan ülkeler perspektifinden bakınca açıklama gücü azalmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerin sosyopolitik, ekonomik ve kültürel bağlamı, gelişmiş dünyanınkinden farklıdır. Refah devleti tipolojisinde güvenlik tedariki devlet, piyasa ve ailenin kurumsal ilişkisi temelinde şekillenirken, gelişmekte olan ülkelerde, bireylerin güvenlik ihtiyacının karşılanmasında devlet piyasa aile kurumlarının yanında enformel ilişkiler, akrabalık, hayır kurumları, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar gibi farklı aktörlerin de rolü gözlemlenmektedir. Bu nedenle Wood ve Gough[10] tarafından geliştirilen refah rejimlerini refah devleti, enformel güvenlik rejimi ve güvensizlik rejimi olarak üçe ayıran perspektifi gelişmekte olan ülkelerin refah politikalarını anlamak acısından uygun bir teorik çerçeve sunmaktadır. (Bkz: Şekil 1) Gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda istikrarlı hükümetlerin yokluğu, piyasa mekanizmasının eksiklikleri, devletin kurumsal kapasitesindeki zafiyetler, kapsayıcı kurumların -siyasal katılım, hukukun üstünlüğü, mülkiyet hakları vb.- zayıflığı gelişmiş ülkelerdekine benzer refah devleti modellerinin oluşmasını engellemekte ve enformel güvenlik ile güvensizlik rejimi gibi varyantların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Şekil 1: Küresel Refah Rejimlerinin Sınıflandırılması

Kaynak: Woodand ve Gough,2006:1706

Enformel refah rejimi bireylerin güvenlik ihtiyaçlarının karşılamak için ağırlıklı olarak topluluk ve aile ilişkilerine bel bağladığı kurumsal yapıları tanımlar. Bu güvenlik tedarik ilişkileri genellikle hiyerarşik ve asimetriktir. Sosyal güvenlik rejimi yurttaş hakkı temelli olarak tanımlanmadığı için güvenliğe erişim dinsel kimlik ve bağımlılık ilişkileri temelinde oluşur ve hizmet alan ile sunan arasındaki ilişki klientalist bir ilişkiye dönüşür.[11] Bu ilişki tarzı ise hizmet alanın hizmet verene bağımlılığın artmasına hizmet verinin ise alandan itaati talep etmesine neden olur. Güvensizlik rejiminde ise kurumsal zafiyetler bireyler için güvensizlik üretirken, bu güvensizliğin azalmasına olanak tanıyacak istikrarlı enformel ilişkilerin ortaya çıkmasına engel olur.

Savaşlar, sınırlı kaynaklar üzerinde devlet dışı aktörlerin ülke içinde çatışmaları -savaş lordları önderliğinde süren iç savaşlar gibi- öngörülemez bir toplumsal çevre yaratarak asgari bir güvenlik rejiminin oluşmasına önler. Refah rejimleri ile laiklik arasındaki ilişkinin anlaşılmasında ise Norris ve Inglehart’ın “varoluşsal güvenlik” kavramsallaştırması iyi bir çerçeve sağlar[12]. Norris ve Inglehart varoluşsal güvenliği,   insana yaşamının güvende olduğunu hissettiren bir duygu olarak ele alınmakta, fiziksel, toplumsal ve kişisel risklere karşı savunmasızlık duygusunun doğrudan dindarlığı yönlendiren kilit bir faktör olduğunu savunmaktadırlar.

Yazarlar, varoluşsal güvenliğin artmasının, dünya çapındaki pek çok post-endüstriyel toplumda din üzerindeki vurgunun azalmasına neden olduğunu öne sürerler. Bu nedenle de varoluşsal güvenlik, toplumların sekülerleşmesinde etkili olacaktır. Enformel refah rejimi ile varoluşsal güvenlik ilişkisinin ortaya koyduğu teorik çerçeve, Türkiye’de siyasal iktidarın takdire dayalı, şeffaflıktan uzak, iktidara bağımlılık ilişkisine dönüşen klientalist sosyal yardım mekanizması ile toplumsal alanın dinselleşmesi arasındaki bağlantıyı anlamamıza yardımcı olmaktadır.[13] Bu aynı zamanda da Türkiye’de katılımcı, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasinin kurulabilmesinin vazgeçilmezi olan ekonomik ve toplumsal eşitlik ile laiklik arasındaki ilişkinin tesis edilmesinde kalkınmacı refah devletinin ne denli önemli olduğunu da göstermektedir. 

Sonuç

2008 krizi sonrası dönemde Neoliberalizmin ekonomik ve toplumsal sonuçları toplumun farklı kesimleri tarafından tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor.2020 yılında küresel bir salgın haline gelen Covid 19,neoliberal ekonomik ve sosyal modelin krizini daha da derinleştirirken devlet-piyasa ilişkisi ile kamu kurumlarının ekonomideki rolü ne olmalıdır tartışmasını da hızlandırdı. Dünyanın kamu-özel sektör işbirliğine dayanan, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir ekonomik modele gereksinim duyduğu giderek daha fazla anlaşılıyor. Bunun da 1990’lardaki üçüncü yolculuktan arınmış bir sosyal demokrat ekonomi modeli ile mümkün olduğu açık.[14] Türkiye için ise durum biraz daha karmaşık. Türkiye sosyal demokrasisi ülke ekonomisini orta gelir tuzağından çıkaracak ve aynı zamanda kapsayıcı olacak büyüme modeli geliştirmek, katılımcı bir demokrasiyi oluşturmak, hukukun üstünlüğünü tesis etmek ve hızla dinselleşen kamusal alanda laikliği ödünsüz savunmak zorunda. Yani sadece neoliberal sistemin derinleştirdiği ekonomik krizinin değil AKP’nin yarattığı kurumsal, ekonomik ve toplumsal yıkımın da -özellikle hukukun üstünlüğü ve laiklik alanında- üstesinden gelmek zorunda.

Bunun için ülkemizin, geliri yeniden dağıtmanın yanında devletin değer yaratımındaki rolünü dikkate alan[15], devlet piyasa karşıtlığının ötesinde müştereklere önem veren, yurttaşlarının varoluşsal güvenliğini sağlayacak, dolayısıyla laikliği korumanın ekonomik altyapısını oluşturacak refah devletini inşa edecek katılımcı ve sürdürülebilirliği merkeze koyan bir sosyal demokrat kalkınma modeline ihtiyacı var. Böyle bir modelin olanaklılığı tüm demokratik sol çevrelerde tartışılmalıdır. Son söz olarak da şunu vurgulamak istiyorum; Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından hazırlanan 2019 İnsani Gelişme Raporu’nda yer alan 39 ülkeden toplanan veriye dayanan bir araştırmaya göre, 2000- 2010 arasında gelir eşitsizliğinin azaltılması gerektiğini düşünenlerin payı siyasal tercihinden bağımsız olarak artmıştır.  Bu, geleceğin eşitlikçi, katılımcı, özgürlükçü ve sosyal adalete dayanan bir demokrasi vaat eden sosyal demokraside olduğunu en önemli kanıtıdır.


[1] UNDP (2014) İnsani Gelişme Raporu,” insani kırılganlık” kavramını kişilerin yetkinliklerini ve seçeneklerini tüketen olasılıklar olarak tanımlamaktadır. Yoksullar, toplumdan dışlanmışlar, kayıt dışı çalışanlar, kadınlar, engelliler, azınlıklar, yaşlılar, göçmenler kırılgan toplumsal gruplardır.

[2] Ergin Yıldızoğlu, Yeni Faşizm, (Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2020)

[3]Inglehart R and P.Norris “Trump and the Populist Authoritarian Parties: The Silent Revolution in Reverse” Perspectives on Politics, June, 15(2),2017 s.444

[4]European Political Strategy Centre  “10 Trends Shaping Democracy In A Volatile World” 2019

[5]Stiglitz, J. “The End of Neoliberalism and the Rebirth of History” Project Syndicate, 4 Nov 2019

[6]Eser, U. “Neoliberal Popülist-Otoriterleşme, Demokrasi Krizi ve Türkiye Deneyimi Üzerine Kısa Notlar” İktisat ve Toplum, Ocak 2020 s:33

[7]Öniş Z ve E. Özçelik, “ Küreselleşme Servet Eşitsizliği Ve Demokrasi Üçgeni Üzerine”, Çalışma ve Toplum, 2019, s:261

[8]Amin, S. “The Political Economy of The Twentieth Century” Montly Review, 52(2)June,2000s.1.

[9]Esping-Andersen, G. The three worlds of welfare capitalism.(London: Polity. 1990)

[10]Wood, G.,Gough, I. (2006). “A comparative welfare regime approach to global social policy”. World Development, 34(10), 1696-1712.

[11] Başaran B “Sosyal Refah Ve Sekülerleşme: Sekülerleşme Kuramına Refah Rejimleri Perspektifinden Bir Bakış” Toplum ve Bilim S:149,2019 s:60

[12]Norris P.,Inglehart R. “Are High Levels of Existential Security Conducive to Secularization? A Response to Our Critics”. In: Brunn S. (eds) The Changing World Religion Map. (Springer, Dordrecht, 2015)

[13] AKP’nin sosyal politika modelini eşitsizlikler bağlamında analiz eden bir çalışma için Bkz. Buğra A. “Social Policy and Different Dimensions of Inequality in Turkey: A Historical Overview”, Journal of Balkan and Near Eastern Studies, 20(4), 318-331, 2018

[14] Sosyal demokrasinin krizinde üçüncü yolun rolünü ve günümüzde ABD’deki demokrat sol tartışmanın sosyal demokrasiye olası etkisini ele alan bir yazı için bkz. Mudde C. “Can the US Democratic party revive the left in Europe?”the Guardian.18Apr 2019

[15]Mazzucato M. Her Şeyin Değeri: Küresel Ekonomide Üretenler ve El Koyanlar (İstanbul KÜY,2020)