Son altı aydır Türkiye’de çok satan kitaplar listesinin zirvesinde çok eski ve ünlü bir roman yer alıyor: Fahrenheit 451. Düşüncenin ve dolayısıyla kitabın yasak olduğu bir ortamda, bulduğu kitapları kağıdın yanma ısısı olan fahrenheit 451 derecede yakmakla görevli itfaiye erinin ve kitapları ezberleyerek yaşatmaya çalışan direnişçilerin hikayesini anlatan bu roman her zaman türünün en önemli kitaplarından biri oldu. Ray Bradbury’nin 1951’de yazdığı kitap tabii ki daha önce Türkçede yayımlanmıştı. Ama son yıllarda başka distopyalarla birlikte tekrar gündeme geldi ve aşk, macera romanlarından bile çok okunmaya başladı. Tıpkı 1984 gibi.
George Orwell’in Stalin Rusyası ile Nazi Almanyasından aldığı ilhamla yarattığı baskıcı dünya fantezisi, aşkın bile yasak olduğu tüm kuralları herkesi her daim izleyen Büyük Birader’in koyduğu bir dünyada geçer. Bu roman da son birkaç yıldır Türkiye’nin en çok okunan kitapları arasında yer alıyor. 1948’de yazılan kitap, 1984 yılında tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de epey kendinden söz ettirmiş ve okunmuştu. Ama kitleselleşmesi için 2010’ları beklemesi gerekiyormuş. Tıpkı diğer distopyalar gibi.
Mesela Margaret Atwood’un ünlü romanı Damızlık Kızın Öyküsü. Kanadalı çevre ve kadın hakları aktivisti yazarın kaleme aldığı pek çok distopik metinden biri olan bu kitap da 90’larda Türkçede yayımlanmıştı. Ne var ki 2016 yılında tekrar yayımlandığında çok sevildi ve yeniden gündeme geldi. Tabii Damızlık Kızın Öyküsü (Handmaids’ Tail) romanının bu kadar gündeme gelmesinde Amerika’da aynı adlı bir televizyon dizisine uyarlanması da etkili oldu. Gelecekte bir tarihte, doğanın zehirlenmesi ve çıkan iç savaş neticesinde doğurgan kadınların yönetici elitin damızlık hizmetçilerine dönüştürüldüğü, baskıcı ve militarist bir Amerika fantezisini anlatan romanın bugünlerde ABD’de gündeme gelmesi de tesadüfi değildi. Donald Trump iktidarıyla birlikte bir ateş ve öfke yönetimine giren bu ülkenin okur yazar kitlesi bir şeylerin kötü gittiğinin farkına varıp gelecek için endişelenmeye başladığında distopyalara sığındı. Çünkü Türkler, Ruslar, bütün Avrupalılar, Çin, Japonya ve başka Uzakdoğu ülkeleri, Afrika ve Latin Amerika halkları gibi Amerikalılar da artık biliyor ki ‘daha kötü bir dünya mümkün’.
Distopyaların ardında…
İşin aslı distopya 20. Yüzyıla ait bir edebi tür. Yani edebiyatın diğer türlerine göre çok daha yeni sayılır. İnsanlığın korku ve endişe dolu zamanlarında popülerliği artan bir kötü hayal. İlk ürünleri 1900’lerin hemen başlarında verilen, İkinci Dünya Savaşı öncesi üretilen eser bakımından zirve yapan distopya, 1. Dünya Savaşı, Soğuk Savaş gibi dönemlerde hep yeniden yeniden canlanmış. Şu sıralarda da aslında adı daha ileride konulacak bir kötü zamanın habercisi gibi, her zamankinden çok daha fazla okunuyor ve yazılıyor.
Distopya her şeyin karanlık ve kötü olduğu hayali bir ülkeyi ya da dünyayı anlatan bir tür. Hikayeler çoğunlukla totaliter bir devlet ya da çevresel bir felaket etrafında kuruluyor. Adeta ütopyanın iyimserliğine karşı ortaya çıkmış bir kötümserlik literatürü gibi. Ütopya nasıl ki var olmak için fazla güzel bir yerse, distopya da var olmasını kesinlikle istemeyeceğimiz bir yer anlatı diyebiliriz. Tabii iyimserlik sanatın temel malzemelerinden biri değil. O nedenle türe adını veren ilk Ütopya Thomas Moore tarafından 500 sene evvel, 1516’da yazıldıysa da edebiyatın en etkili janrı olmadı. Ya da en azından bizim vahşi 20 ve 21. yüzyıllarımız için durum böyle. Nitekim ‘distopya’ kavramının ortaya atılması çok sonra gerçekleşiyor; yine bir başka İngiliz’e, John Stuart Mill’e atfedilen bir buluş. Mill, 1868’de parlamentoda yaptığı bir konuşmada ütopyaya karşı ‘distopya’ sözcüğünü kullanmış. Ama bunun bir edebiyata dönüşmesi için 20. yüzyılın büyük kaoslarının ve topyekun savaşların gelmesi gerekiyordu. 19. asrın bilime, insana ve gelişmeye olan inancı bir sonraki yüzyılda teknolojinin, devletlerin, siyasi görüşlerin aydınlık kadar karanlığı da içinde barındırdığını gösterdi. Ve sanatçılar devreye girdi… Jack London ‘Demir Ökçe’yi yazdığında yıl 1908. Türün ilham verici başyapıtı sayılan Zamyatin’in ‘Biz’ romanı 1921’de, HG Wells’in ünlü kitabı ‘Cesur Yeni Dünya’ 1939’da, Orwell’in ‘1984’ü ise 1948’de yazıldı. Geçen yüzyılın ilk yarısında insanlık iki büyük dünya savaşıyla milyonlarca türdeşini yok ederken, coğrafyalar savaş alanlarına, dehşet tarlalarına dönüştü. Kentler yerle bir oldu, nükleer silahlarla hava, su, toprak zehirlendi. Böylece distopyaların temel unsurları gerçek hayatın kendisi tarafından üretildi. Distopyalar her zaman neredeyse hepsi özgür düşüncenin ortadan kalktığı devletin korkutucu bir hal aldığı ve iktidarı gücünün kontrol edilemez olduğu bir dünyanın endişesini yansıttı.
İkinci dünya savaşı sonrası teknolojik atılımlar, ‘Fahrenheit 451’ ya da ‘Otomotik Portakal’ gibi karanlık gelecek tasavvurlarının ortaya çıkmasına neden oldu. 70’lerden itibaren feminizm gibi beden politikalarının ve bireysel özgürlük arayışlarının kendini göstermesi, 80’lerde çevre felaketlerinin ortaya çıkmasıyla ekolojik duyarlıkların artması bu yönde farklı distopyaların yolunu açtı. Kanadalı yazar Margaret Atwood mesela, bu atmosferde kendini gösterdi. Atwood’un kitabı ‘Damızlık Kızın Öyküsü’ 1985’te yayımlandı. Atwood sonraki yıllarda genetik gelişmeleri eleştiren müthiş güçlü başka distopyalar ‘Tufan Zamanı’ ile ‘Antilop ve Flurya’yı yazacaktı.
Jose Saramago’nun o muhteşem başyapıtı ‘Körlük’ de son bir yıldır Türkiye’de popülerliğini artıran bir roman. Nobelli yazarın o ünlü kara mizahının alttan alta kendini hissettirdiği roman, içinde yaşadığımız toplumların nasıl bir günde bir kabusa dönüşebileceği üstüne muhteşem bir metafor ve hiç tartışmasız distopyanın 90’larda yazılmış en güzel örneklerinden biri.
Popüler kültürde distopik tahayyüller
Edebiyatın merkezinde yer alan, klasikleşmiş büyük ustaların eserlerine bakarak tanımlıyoruz distopyayı ama aslında onların yeni bir okur yetiştirdiğini hesaba katıp günümüz gençlik kitaplarına da göz gezdirmek lazım. Distopyayı genç okuyucuya açan kitap olarak kabul edilen romansa Lois Lowry’nin iki yıl önce sinemaya da aktarılan 1994 tarihli kitabı Seçilmiş Kişi (Giver). Ama türün en ünlü kitabı Açlık Oyunları. Suzanne Collins’in sinemaya da uyarlanan ve geçtiğimiz beş yılda fırtına gibi esen serisi tastamam bir distopya. Üstelik ‘gençlik’ romanlarında bir janr yaratan, pek çok başka benzeri yazılan bir distopya. James Dashner’ın ‘Labirent Serisi’, Veronica Roth’un ‘Kuralsız’ı, Ernest Kine’ın ‘Başlat’ı (Ready Player One) hep sinema uyarlamalarıyla birlikte anılan ve milyonlarca okura ulaşan kitaplar.
Bu romanın ilhamını bilgisayar oyunlarından aldığını söyleyenler de doğru bir tespitte bulunuyor elbette. Bizim konumuz edebiyat, ama aslında daha kötü bir dünya tahayyülü uzunca bir zamandır gençliğin sahip olduğu dünyada önemli bir figür ve kendini pek çok popüler kültür ürününde gösteriyor. Apokaliptik bir ortamda, yani büyük bir felaketten sonra tüm kuralların yok olduğu ve insanların hayatta kalmaya çalıştığı bir hayali dünyada geçen pek çok bilgisayar oyunu var ve yıllardır epey popülerler.
‘Daha kötü bir dünya mümkün!’
Dünya hiç de sandığımız gibi gittikçe daha iyi bir yere dönüşmedi. Bütün toplumların sanıyorum ki ortak algısı bu. Ne Avrupa halinden memnun, ne de Afrika. Zaten hiçbirinin memnun olunacak bir hali yok. Toplumlar, geleceklerini yeniden inşa etmenin arayışı içindeyken, bireyler de bilinmezlikten kaynaklanan bir büyük kaygıyla birlikte yaşıyor. Siyasi, ekonomik, ekolojik değişimlerin nasıl sonuçlanacağı hakkında kimsenin bir fikri yok ve belirsizlik egemen durum halini almış vaziyette.
Son yıllarda dünyada yaygınlık kazanan yönetim biçimi, ‘seçilmiş otoriter rejimler’. Venezüella, Rusya, Türkiye ve en son demokrasisiyle övünen ABD bu kervana katıldı. Gücünü düzenli olarak yaptığı seçimlerden alan, bu seçimlerde elde ettiği sandık başarısını bir siyasi zafere dönüştürüp yönettiği toplum üstündeki baskı ve kontrolünü artıran liderler iktidarda. Çoğu kez akıl dışı kabul edilebilecek kararlara imza atan bu rejimler, yüzlerce yıllık siyasi gelişmelerin sonucu olan demokratik rejimlerin yerleşik kurallarını hiçe sayıyor. Seçilmiş otoriter rejimler tarafından yönetilen ülkelerin pek çoğunda toplumsal fay hatları genişliyor ve bölünmüşlüğe bağlı gerilim yükseliyor. Dolayısıyla bu ülkelerde yaşayanların bir kısmı ulusal sınırlar içinde bir istikrara ve ona bağlı güvenceye sahip olmadığını düşünüyor. Toplumsal mutabakatlar ortadan kalktığında toplumsal çatışmalar da kaçınılmaz görünüyor. Farklı sınıfları, etnik, dinsel grupları, siyasi görüşleri ve yaşam biçimlerini bir arada tutmanın bir yolu olarak geliştirilen parlamenter demokrasi işlevini yitirdikçe, bu rejime göre hayatını ve aklını kurgulamış kitleler de huzursuzlaşıyor. Bu huzursuzluk evrensel ve kalıcı bir ruh haline dönüştükçe de ‘aydınlık yarınlar’, ‘parlak bir gelecek’, ‘barış ve refah toplumu’ gibi her nevi inanç yerini başka karamsar yaklaşımlara bırakıyor.
‘Taht oyunları’, şiddet ve ekolojik felaketlerin eşiğinde endişe
Savaşlar hiç sona ermeden sürüyor. Asya ve Afrika’da bazı bölgeler geniş kitleler için yaşanılmaz alanlara dönüşüyor. Bunun bir sebebi, etnik ve dinsel çatışmaların yol açtığı kitlesel katliamlar ise diğer bir sebebi de iklim değişikliğine bağlı felaketler. IŞİD diye bir örgütün birden ortaya çıkıp Ortadoğu’da çok geniş bir coğrafyada orta çağ vahşetini egemen kıldığı birkaç yıl önceki gelişmeleri hatırlayın. Ancak kadim zamanlara dair tarihi televizyon dizilerinde, Taht Oyunları’nda Vikingler’de filan görülebilecek bir zavallı aklın ve insanlık dışı şiddetin yaşadığımız çağda tekrar egemen olabileceğini görmüş olduk. Benzer bir vahşet çok uzun yıllardır Afrika’da ve Uzakdoğu’da bazı ülkelerde yaşanıyor. Bu ülkelerin halkları için hayatın yaşanmaz bir hal alması İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana görülmemiş sınır ötesi göçleri gündeme getirdi. Türkiye, komşusu Suriye’nin yarısını mülteci olarak sınırları içine almak zorunda kaldı. Her yıl yüzbinlerce insan Avrupa’ya ulaşmak için ölüm yolculuklarına çıkıyor. Neredeyse yeni bir kavimler göçü gibi medeniyetlerin geleceğini belirleyecek bir kıvama gelen mülteci akını, Avrupa’daki tedirginlikleri korku ve dehşete dönüştürüyor. Günümüz dünyasının evrensel ilkelerinin, ‘insan hakları, demokrasi ve sosyalizm’ gibi güçlü düşüncelerin ortaya çıkıp yayılmasını sağlayan Batı toplumları her şeyi unutup korumacı bir yaklaşımla içe kapanmaya çalışıyor ve Avrupa ülkelerinde birbiri ardına aşırı sağ yönetimler iktidara yürüyor. Avrupa, birliğini korumakta zorlanırken, hem kendi yurttaşları hem de kendisinden medet uman bütün dünya halkları için yaşadığımız dünyanın geleceğine dair umutsuzluğu körükleyen bir tavır sergiliyor.
İklim değişikliği, insanlığın karşılaştığı en büyük ve hayati sorun olarak gelip çatmışken dünya siyaseti bunun adını koymak istemiyor. Küresel ısınmadan söz edilmeye başlanalı neredeyse otuz yıl olmasına rağmen insanlık yaşadığı dünyayı yok etmekten vaz geçmedi. Fosil yakıt kullanımından para kazanan küresel petrol şirketlerinin çıkarları bütün insanlığa galebe çaldı ve artık geri dönülmez bir noktadayız. İklim değişikliği şimdi bazı kaygılı entelektüellerin ve bilim adamlarının meselesi olmaktan çıktı. Türkiye’de ve dünyada sel felaketi ve kuraklık yaşamamış bir yer kalmadı desek çok abartmış olmayız. Yağmur ve güneş artık bizler için hayatın değil, felaketin ve ölümün habercisi olabiliyor. Tabiat ana, korkutucu yüzünü gösteriyor insanlara. Sel baskınları, kasırgalar, aşırı sıcaklar arttıkça siyasetçiler hiç sesini çıkartmasa bile insanlar bir şeylerin fena halde ters gittiğini fark ediyor. Belki de en büyük distopya gerçekleşmek, türümüz büyük bir varoluş mücadelesi vermek üzere. Genetik bilimindeki gelişmelerin nereye varacağı, hızla gelişen teknoloji ve yapay zeka çalışmalarının bize nasıl bir gelecek hazırladığı konuları ayrı bir mesele…
Siyaset küçük çıkarlardan ve büyük çatışmalardan beslenedursun, insanlar duymak istedikleri sağduyulu sesi sanat ve edebiyatta arıyor. Bilerek ya da bilmeyerek. Son yıllarda bizi kurtaracak hayali süper kahraman filmlerinin, edebiyatta distopyaların bu kadar yükselmesi insanların tüm bu bilinmezlikler arasında yaşadıkları endişenin bir dışavurumundan başka bir şey değil.
Umuyorum bütün o felaketler o distopyalarda kalır, gerçek dünya tekrar aklını başına takınır ve insanlığa hak ettiği güzel bir gelecek için çalışmaya koyulur.
*Cem ERCİYES
Doğan Kitap Yayın Direktörü
cerciyes@de.com.tr