624f1d37dbbf703a139865e97c933e98

Cem Erciyes – 1915’te Neler Oldu?

fft64_mf1166378

 

 

 

 

 

 

24 Nisan’da, tüm dünyada, bizim ‘tehcir’ Ermenilerin ‘soykırım’ dediği felaketin 100. yılı anılacak. Tehcir kararının çıktığı günlerde Van ve Zeytun isyanları çıkmıştı, Ruslar Doğu Anadolu’da ilerliyordu. Bu doğru. Ama İttihat ve Terakki’nin 1 milyondan fazla Ermeni’yi göçe zorlamasının esas nedeni Türkçülük fikri ve bir ulus devlet inşa etmekti.

100. yılını geride bıraktığımız Birinci Dünya Savaşı’nın açık yaralarından biri de Ermeni meselesi. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu en kalabalık milletlerinden biri ağırlıklı olarak Anadolu’da yaşıyordu. Ne fena ki o zaman sayıları bir kaç milyon olup da bugün 70 bin civarında kalan Ermenilerin nereye gittiğini Türkiye, dünya kamuoyu bu konuyla ilgilenmeye başlayınca tartışmaya koyuldu. Bu nedenle devlet görevlisi ya da sıradan vatandaş, hepimiz kendimizi hep saldırı altında hissettik ve durumu hafifletecek hatta haklı çıkartacak sebepler üzerine odaklandık. Oysa 1915 yılında yaşananlar Osmanlı Devleti’nin kendi vatandaşlarına karşı işlediği bir suçtu. Bu suçun ne kadarının bize miras kaldığı, kendimizi ne kadar Osmanlı’nın devamı saydığımızla, o dönemki devlet yöneticilerini ne kadar tasvip ettiğimizle ve dedelerimizin o yıllarda neler yaptığıyla epeyce alakalı.
Ermeniler, 24 Nisan 2015’de ‘Soykırım’ın 100. yıl anma törenlerini düzenleyecekler. Bu yıl boyunca neredeyse bütün uluslararası ortamlarda, festivallerden kongre ve konferanslara her yerde karşımıza ‘Ermeni soykırımı’ çıkacak. Bu iddia nereden kaynaklanıyor? Önce geriye gidip buna bir bakalım.

Osmanlı’nın iyi vatandaşları ayaklanıyor

Doğu Anadolu ve civarında MÖ 5. yüzyıldan bu yana yaşadıkları kabul edilen Ermeniler, 19. yüzyıla kadar Osmanlı’nın iyi vatandaşlarıydı. Nüfusları Osmanlı kaynaklarına göre 1.2 milyon, Patrikhane’ye göre 3 milyon civarındaydı. İmparatorluğun tüm milletleri gibi, Ermeniler’de de ulusal kimlik 19. yüzyılda oluşmaya başladı. Büyük güçler de bu Hıristiyan azınlığın haklarıyla ilgiliydi. Ermeniler’in durumunun iyileştirilmesi için bir madde Berlin Anlaşması’na konmuştu mesela. 1800’lerin sonlarında huzursuzluklar arttı. Hınçak ve Taşnaksutyun gibi partiler, çeşitli dernekler kuruldu. Doğu’da Osmanlı ve Kürt Beyler arasında ezilen, Hamidiye Alayları’nın faliyetlerinden zarar gören Ermeniler için artık huzursuzluk başkaldırıya dönüşüyordu. Tehcire giden süreçte arka arkaya sivillerin de karıştığı ayaklanmalar, çatışmalar ve katliamlar yaşandı. İlk ayaklanma 1894’de Batman’a bağlı Sasun’da gerçekleştirildi. Sonuçta binlerce Ermeni öldürüldü. 1895’de Sasun olaylarını kınamak üzere Hınçaklar İstanbul’da bir gösteri düzenledi. Askerlerle yürüyüşçüler arasında çıkan çatışma sonucu 50 kişi öldü. Olaylar daha sonra da durulmadı. Aynı yılın Ekim ayında Trabzon’da bulunan Van Valisi Bahri Paşa’ya yönelik süikast girişimiyle başlayan olaylar yüzlerce evin yakılması ve yüzlerce Ermeni, onlarca Müslüman’ın ölmesiyle sonuçlandı. Maraş’a bağlı Zeytun’da ise binlerce Ermeni ayaklandı. Tabii ki ordu bu isyanı da bastıracak, yine çatışmalar sivillere de yayılacaktı. Ertesi yıl, 1896’da bu kez Taşnaksutyun militanları ortaya çıktı ve ünlü Osmanlı Bankası baskını gerçekleşti. İki güvenlik görevlisini öldürüp çalışanları rehin alan teröristlerle yapılan pazarlık sonucu olay bitti. Ama bir kez daha gerilim sivillere sirayet etmişti, İstanbul’da bir kaç gün süren olaylar sırasında yüzlercesi Ermeni, pek çok sivil hayatını kaybedecekti.

20. yüzyıla böyle gerilimli giren Osmanlı Ermeni toplumu için İkinci Meşrutiyet’in ilanı bir umut oldu. Ermeni aydınları ve Taşnaksutyun Partisi Osmanlı kimliğine, İmparatorluk içinde bir çözüm ve varoluşa yakın duruyordu. O dönem İttihat ve Terakki’nin en büyük destekçisi ve işbirliği içinde olduğu siyasi örgüt Taşnaksutyun’du. Fakat gerilim hiç bitmedi. Daha 1909’da Adana’da yaşanan olaylar, iki toplum arasındaki soğukluğu ve gerilimi bir kez daha teyid etti. Ayaklanma katliamlara dönüştü; yirmi bin Ermeni’nin ve pek çok Müslüman öldü; kentin bir kısmı yakılıp yıkıldı. Artık Ermeniler İttihat ve Terakki’ye çok daha şüpheyle bakar olmuştu. Nitekim çok değil üç yıl sonra herşey değişti. 1912’deki Balkan Savaşları’ndan sonra kesinlikle ‘Türkçü’ bir politikaya yönelen İttihatçılar da artık Ermenilerle birlikte yaşamanın mümkün olmadığını düşünüyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, bu ‘birlikte yaşama’ imkanı tamamen ortadan kalktı.

Savaş, sonun başlangıcı oldu

Kasım’da Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş ilan ettiği Rusya, saldırmakta gecikmedi. İçinde Sarıkamış faciasını da barındıran Doğu Cephesi savaşları Osmanlı için pek parlak sonuçlar vermeyecekti. Bu arada Ermeni ulusçular Ruslarla işbirliği içindeydi. Asker kaçağı bir grup Ermeni tam da bu gergin zamanda 25 Mart’da Zeytun’da ayaklandı. Maraş yakınlarındaki Zeytun’da bir manastırda toplanan 20 civarında asker kaçağının sayısı kısa sürede 300’ü buldu. Hemen müdahale eden Osmanlı ordusuyla çatışmaya girdiler. Daha sonra ayaklananlar teslim olup dağıldı ve ardından isyana sebep olduğu söylenen bazı Osmanlı yöneticileri cezalandırıldıysa da, Zeytun Ermenileri’nin bir kısmının Konya’ya sürülmesine karar verildi. Bu, ilk sürgün kararlarından biriydi. Tam da o sıralarda Rus ordusunun kapısına dayandığı Van’da gerilim iyice artmıştı. 20 Nisan’da Van’da Türkler ve Ermeniler arasında çatışmalar başladı. İşte bizim tarihimizde ‘tehcir’, Ermenilerin tarihinde ‘soykırım’ olarak geçen facia bu gelişmelerin de etkisiyle uygulamaya kondu.

Bugün Ermeniler’in ‘başlangıç’ kabul ettiği 24 Nisan günü, İstanbul’da geniş bir tutuklama yaşandı. Orduya gönderilen emirde Hınçak ve Taşnaksutyun yöneticilerinin tutuklanması söyleniyordu. Kimi kaynaklara göre 235 kimilerine göre 180 aydın ve siyasetçi bir gecede toplanıp Ayaş ve Çankırı’ya gönderildi. İçlerinde Halide Edip, Ziya Gökalp gibi isimlerin yakın arkadaşı ünlü müzisyen Gomidas Vartabed de vardı. Gomidas, sürgünden sağ ama çıldırmış vaziyette dönebilecekti. Gidenlerin çoğu öldürüldü. Hatta bu sürgünlere engel olmak için Talat Paşa’yla, Sadrazam Said Halim Paşa’yla görüşmeler yapan hatırlı mebus Krikor Zohrab bile bir kaç ay sonra tutuklanıp sürgüne yollanacak ve vahşice öldürülecekti.

Artık Ermeni tehciri için düğmeye basılmıştı. 9 Mayıs’ta, Bitlis ve Van valiliklerine sürgün emrini ileten bir telgraf çekildiği biliniyor. 18 Mayıs’ta Ermeniler’in kontrolündeki Van’a Rus birlikleri girdi ve müslümanlara yönelik katliam başladı. 26 Mayıs’ta ise sürgün kararı resmiyet kazandı. Dahiliye Nezareti’nden Sadarete gönderilen tezkerede sürgün kararının gerekçesi şöyle anlatılıyordu: “Savaş yörelerine yakın bölgelerde oturan Ermenilerin bir kısmı ordunun harekatını zorlaştırır davranışlarda bulunmakta, halka saldırmakta ve isyancılara yataklık etmektedir. Bu yüzden Van, Bitlis, Erzurum vilayetleriyle, Adana, Mersin, Osmaniye ve Kozan kazaları, Maraş’ın merkezi dışında Maraş mutasarrıflığında, Halep vilayetinde, İskenderun, Antakya kazalarında oturan Ermenilerin yerleri değiştirilecektir. Bunlar Musul ve Zor mutasaraffılıklarının Van vilayetiyle bitişik kuzey kısımlarına, Halep vilayetinin doğu ve güneydoğusuna ve Suriye vilayetinin doğusuna nakledileceklerdir.” (Ayşe Hür, Öteki Tarih 1, Profil Yayınları) Bu tezkereden bir gün sonra bir de kanun çıkartıldı: “Tehcir Kanunu”.

Ölümcül bir yolculuk

Tezkerede belirtilmeyen Antalya, Biga, Eskişehir, Urfa hatta Çatalca gibi kentlerden de yani Anadolu’nun ve ülkenin her yerinden pek çok Ermeni sürgüne gönderildi. Bu uzun sürgün yolculuğu sırasında açlık ve hastalıklara, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütlenen çetelerin ve hatta bazı kaynaklara göre bizzat askerlerin cinayetlerine maruz kalan Ermeniler hayatlarını kaybetti. Suriye’ye ulaşabilenlerin hali o kadar perişandı ki, dehşete kapılan Halide Edip’in Ermeni yetimler için giriştiği çaba Falih Rıfkı’nın ‘Zeytindağı’ (Remzi Kitabevi) kitabının yakıcı sayfaları arasındadır.

Ermeni tarihçi Gerard Dedeyan’a göre “Bu bir kopma fasılasıdır: bir yüzyıldan fazla zamandır korkulan ve arzulanan fırtınalar patlak verir, imparatorluklar adalet ve özgürlük düşkünü halklardan kopar ve kurtulur.” Dedeyan ‘Ermeni Halkının Tarihi’ (Ayrıntı Yayınları) kitabında Ermeniler’in kendileri için çekişen Emperyalist güçler, Bolşevikler, Türk ulusalcıları arasında kaldığını anlatır. Ermeniler, ‘oyun esnasında yerleri değiştirilen ve ihtiyaç duyulduğunda ortadan kaldırılan piyonlardır’; sonuçta imparatorluğun pek çok halkının tersine kendi kaderlerini tayin edemez büyük bir katliama maruz kalırlar.

Ermeniler’in ‘soykırım’ iddialarını dile getirmeye başladığı 1960’lardan itibaren kaç kişinin sürgüne gönderilip kaç kişinin öldüğü çok tartışıldı. Bu sürede çok sayıda kaynak ortaya çıktı. Ama bence en önemlisi, İttihat ve Terakki Partisi’nin lideri Talat Paşa’nın 2008’de Murat Bardakçı tarafından yayımlanan defteri (Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi, Everest Yayınları). Defter bize Talat Paşa’nın gizli notlarında bile sürgün edilenlerin sayının 924 bin olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda Talat Paşa’nın demografik yoğunluklarla ne kadar ilgili olduğunu da bu defterden öğrenip, demografi mühendisliğine kalkışıldığını anlıyoruz. Ölenlerin sayısı farklı kaynaklarda 500 bin ile 2.5 milyon arasında değişiyor. Ama işin aslı, gerçek rakamın ne olduğunun hiçbir önemi yok.

Yukarıda özetledim; Ermeni ayaklanmalarının yeri ve sayısı belli. Her ne kadar siviller de birbirine girmiş olsa bile, bütün Anadolu’yu kaplayan bir düşmanlık yok. Nitekim, tehcir sırasında pek çok Ermeni’nin saklanıp kurtulmasını sivil Müslümanlar sağlayacaktı. Nitekim sivillerin yanı sıra emirlere uymayan askerler, hatta yöneticiler de vardı. Çünkü milyonlarca insandan oluşan bir etnik, dinsel grubu bütünüyle hain ilan edip sürgüne ve ölüme göndermekte, insanlığa da devlet ahlakına da uymayan bir şeyler vardı mutlaka. Osmanlı Devleti, hain ve terörist ilan ettiği hareketleri önleyemiyor; daha sonra da bu hareketlere destek verdiği, sempati duyduğu ya da ileride destek verebileceğini düşündüğü vatandaşlarının canına ve malına kastediyordu. Böyle bir politika o zaman da kabul edilebilir değildi, bugün de değil.

Türkiyeli araştırmacıların hazırladığı ‘Türkiye’de Ermeniler, Cemaat-Birey-Yurttaş’ (Bilgi Üniversitesi) adlı kitapta “Ermeni devrimci örgütlerin savaş sırasında Rusya ile birlikte hareket etmelerinin ciddi bir tehdit oluşturduğu gözardı edilemezse de tehcirin uygulanma biçimi tehdidin Ermeni nüfusun geneline atfedildiğini göstermektedir” deniyor. Hakikaten İttihatçıların esas hedeflediği şey homojen bir nüfus yaratmak, Türk ve müslüman bir ülke kurmaktı. Tıpkı bugünkü Türkiye gibi!

Cumhuriyet’in ‘Ermeni’ sorunu olmadı. Rumlar da mübadeleyle gittiler ve biz bize kaldık. Yani İttihatçılar da milliyetçilik akımlarına kapılmış ve bir ulus devlet hayali kurmaya başlamışlardı. Dolayısıyla, Birinci Dünya Savaşı’nı kazanmak kadar Anadolu’da Hıristiyanların oranını da olabildiğince azaltmak hedefleniyordu. Yaşanan şeye o zaman teknik olarak ‘tehcir’ denildi. 1948’de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ‘soykırım’ terimini Ermeniler benimsedi. 1990’larda dünya Bosna Hersek’te ‘etnik temizlik’le tanıştı ki; sanırım 1915’de Ermeniler’in maruz kaldığı uygulamayı adlandırmak için en uygun terim de bu. Bir etnik ya da dinsel grubu, belli bir bölgede daha homojen bir nüfus yaratma niyetiyle, zorla göç ettirmeye ‘etnik temizlik’ deniyor. Elbette bu hiç hafif birşey değil; uluslararası hukuk açısından bir insanlık suçu. Bosna Hersek’te bu suçu işleyen siyasetçiler yargılandılar…
Ermeni kimliği soykırıma kilitlenmiş

1915’de Ermeni tehciri kararını alan siyasetçilerin tabii ki hiçbirini artık bizzat yargılayamayız. Ama zaten mesele de onları yargılayarak çözülemeyecek bir aşamada. Ermenistan ve bütün dünyaya yayılmış Ermeni diyasporası için ‘soykırım’, kimliklerinin en önemli ögesi. Bugün Türkiye ile Ermenistan arasında sağlıklı bir diyalog kurulamıyor. Çünkü Ermenistan anayasası Türkiye ile doğu sınırını kabul etmiyor. Üstelik bu ülke, bizim bölgedeki ‘doğal müttefikimiz’ Azarbeycan ile 20 senedir savaş halinde. Türkiye de, Ermenistan sınırını kapalı tutup bu küçük ülkeyi kendi coğrafyasına hapsederek cezalandırıyor. Ermenistan, bu koşullarda gerçek bir demokrasiyi sürekli öteleyip Rusyaya ve kendi diyasporasına bağımlı bir ülke olarak kalmayı kabulleniyor. Diyaspora ise göçmen kimliğinin önemli bir parçası olarak ‘soykırım’ı yaşıyor, yaşatıyor. Soykırımın tanınması aynı zamanda diyaspora Ermenileri için her şeyden daha önemli. Hrant Dink’in de sağlığında işaret ettiği, çözüme engel olan takıntılı durumlardan biri buydu.

Türkiye, tarihin acılarını geride bırakıp yeni bir sayfa açmaya hazır. 2014 yılında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 23 Nisan’da Ermeniler’e taziyelerini iletmesi heyecanla karşılanmıştı. Ama Türkiye daha sonra bir başka adım atmadı. Atsa bile ilerleme sağlamak kolay gözükmüyor. Çünkü ister Ermenistan’da ister diyasporada olsun Ermeni tarafının tarihi tarihçilere bırakmaya niyeti yok. Evet belki zamanla onlar da soykırım, tazminat, toprak talebi gibi çeşitlilik gösteren taleplerini hafifleteceklerdir.

Ama bu arada Türkiye’nin, gerek güçlü bir ülke, gerek Osmanlı’nın mirasçısı olarak, gerekse bugün ‘barış süreçleri’ işleten barışa ve dostluğa gerçekten inanan bir ülke olarak, daha fazla adım atması gerekiyor.

*Cem Erciyes,
Yazar-Gazeteci,
cem.erciyes@radikal.com.tr