Bu yazıya bu başlığı seçmemin bir nedeni var: Politikasızlık. Geçtiğimiz yaz aylarını siyasette ve toplumsal yaşamda yoğun bir göçmen ve mülteci karşıtlığı ile geçirdik. Kastım sadece sosyal medyada paylaşılanlar veya siyasilerin söylemleri ve eylemleri değil. Amacım ırkçı boyutlardaki bu söylemleri ve saldırıları analiz etmek de değil. Ya da ırkçı bir linç girişimi sonrası o mahallede yaşayanlara ne olduğunu sizlere anlatmak da…Tüm bu yaşananlar bu toprakların hiç de yabancısı olmadığı ve samimi bir toplumsal yüzleşme girişiminde bulunmadığı tarihsel geçmişinden ayırt edilemeyecek sayfalardan biri. Son on yılda adı konulmamış yeni bir sayfa ile daha karşı karşıyayız ve artık adını koymamız gerekiyor. Bu yazıda siyasi partiler düzeyinde güncel siyasette yapılan hatalara odaklanmayacağım. Öyle sanıyorum ki, Türkiye’de göç gündem olduğunda ve sonrasında hemen hızlıca tüketildiğinde hiç konuşulmayan konular politikasızlık, uygulanmayan kurallar ve sürekli hale gelen mülteci/insan hakları ihlalleri oluyor. Geçmişten bugüne onların neler olduğunu sizlere aktarmaya çalışacağım.
Geçmişe bir yolculuk: Türkiye’nin ilk iltica kanunu
Türkiye ilk iltica kanununu Avrupa Birliği (AB) adaylık sürecinin bir parçası olarak 2013 yılında kabul etti. Öncesinde 2008 – 2010 yılları arasında devam eden bir kanun hazırlık süreci ile sivil toplum ve akademi ile paylaşılan iki tasarı taslağı vardı. Paylaşılan tasarı taslakları ‘Yabancılar Kanunu’ ve ‘İltica Kanunu’ başlıklarını taşıyordu. Taslaklar oldukça özensiz hazırlanmış ve yabancılar ile ilgili olan sadece madde başlıkları içeriyor olsa da, şimdi yürürlükte olan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunun (YUKK) içeriği hakkında bize o zaman için bir fikir veriyordu.[1] AB müktesebatı iltica konusunun ayrı bir kanun ile düzenlenmesini öngörürken ve doğrusunun da bu olması gerekirken, iki ayrı alan – uluslararası koruma/mülteci hukuku ve yabancılar hukuku – sürecin sonunda tek bir kanun taslağında birleştirildi. Bunun nedeni AB’nin, göç ve iltica alanının düzenlenmesine ilişkin süreçte yapılması gerekenler arasında öne sürdüğü, Türkiye’nin 1951 Mülteci Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi sınırlamayı kaldırması şartının gerçekleşmemesidir. Sözleşme’yi dar kapsamda, sadece Avrupa bazlı uygulayan bir ülke olarak Türkiye’nin iltica konusunu ayrı bir kanunla düzenlemesine de böylelikle gerek kalmamış oldu.
2013 öncesi iltica başvurusu yapanların kaydını almak ve her türlü işlemini yapmaktan illerdeki şubeleri ile Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı Yabancılar Hudut İltica Daire Başkanlığı sorumluydu. 2009 yılında Ankara’da Genel Müdürlük’te görevli polislerle doktora tezim[2] için yaptığım görüşmelerde en çok duyduğum coğrafi sınırlama kaldırılırsa Türkiye’nin ‘stratejik konumu’ nedeniyle yoğun bir göçe maruz kalacağı ve ülkenin bu yükü kaldıramayacağı idi. Türkiye 2015 yılında Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından dünyada en çok mülteci barındıran ülke ilan edildi ve bu gerçek altı yıldır da değişmedi. Türkiye, ortak sınır paylaşan komşu bir ülke olarak Suriyelilerin zorunlu göçü için ‘açık kapı politikası’ izledi. Görüştüğüm polislerin ve bürokratların iddialarının aksine bireysel iltica başvurusu sonucu değil, güvenlikleri için ülkelerini aniden terk etmek zorunda olan, önce on binlerce, sonrasında ise yüz binlerce Suriyelinin ülkeye kabulü sonucu Türkiye dünyada en çok mültecinin yaşadığı ülke haline geldi. Coğrafi sınırlamanın bugün neden hale kaldırılmadığını anlamak bu tartışmalar ışığında imkansız. Akla yatkın tek açıklama bunun siyasi bir tercih olduğu ve coğrafi sınırlama nedeniyle mülteci statüsü alamayan Suriyeli ve diğer ülkelerden gelen sığınmacıların çalışma izni olmadan piyasada sömürüsünün iktidarın ve sermayenin işine geliyor oluşu. Haklara sahip mülteciler yerine, istenildiğinde sınırdışı tehdidi ile yönetilebilir bir nüfus üzerinde hakimiyet kurmak AKP açısından çok daha işlevsel.
Bir göç ve iltica politikası olarak politikasızlık
YUKK öncesi dönemde Türkiye’de iltica konusu geçici çözümler ile yönetildi. 2013’te Kanun çıkmadan önce 1994 yılında hazırlanmış bir Yönetmelik ve daha sonra ona dayanılarak AB adaylık sürecinde hazırlanan bir Genelge vardı. Tüm iltica başvuruları yıllarca sadece 1994 Yönetmeliği’ne dayanılarak insan hakları ve mülteci hukuku bilmeyen polisler tarafından işleme konuldu. Ülkesinden zulme uğrama korkusu ile kaçan bir sığınmacının ilk karşılaştığı kişi sivil bir memur değil, polisti. 1951 Mülteci Sözleşmesi’ne ilk taraf olan ülkelerden biri olan Türkiye, coğrafi sınırlamayı politik bir araç olarak kullanarak, ülkeye gelen sığınmacı sayısı az diye bir iltica politikası belirlemedi, tartışmadı bile. Geriye dönüp bakacak olursak 1923’ten günümüze ülkenin bir iltica politikası olmadığını görürüz. Bunun sebeplerinden biri uluslararası insan hakları ve mülteci hukukuna karşı ülkenin ağır basan milliyetçi çıkarlarıdır.[3] Tezimde ulaştığım sonuç da bu oldu. Coğrafi sınırlama bürokrasinin bu kaygısı ile kaldırılmadı. Bu argümanı diğer tüm insan hakları sözleşmeleri ve denetim mekanizmaları için de pekala ileri sürebiliriz. Özellikle uygulanmayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin son dönemde aldığı Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala kararlarını düşünecek olursak…Aslında ülkede devlet çıkarları insan haklarına hep üstün gelmiştir demek yanlış olmayacaktır.
2013’te bir kanun çıkmasını sağlayan AB’ye tam üyelik sürecidir. Ancak sonrasındaki gelişmelere bakacak olursak, politikasızlığın politika olarak devamını görürüz. 2011 yılında Suriyeli mülteciler için o günkü politik çıkarlar gereği AKP ‘açık kapı politikası’ izlemiş ama sonrasında yine politik çıkarlar gereği Türkiye’den Batı Avrupa’ya zorunlu göçü durdurmak için para karşılığı AB ile uluslararası hukuka aykırı 2016 Mutabakatı’nı yapmıştır. Bugün Cumhurbaşkanı tarafından Afganistan’da Taliban’ın ülke yönetimini ele geçirmesi sonrası gerçekleşmesi olası zorunlu göç için sınırların kapalı tutulacağı açıklaması yapılmaktadır. Sınırları mülteciler için açmak veya kapalı tutmak devletin egemenlik yetkisinin bir parçasıdır. Uluslararası mülteci hukukunda sığınma arama hakkı vardır ama bu hakkı tanımak ve zulümden kaçanı sınırlarından içeri almak tamamen devletin yetkisindedir. Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesi sonrası kimi azınlık gruplarının, politik grupların ve kadınlar ile kız çocuklarının karşılaşabileceği – ve halihazırda gördüğü zulüm – 1951 Mülteci Sözleşmesi kapsamında mülteci olarak tanınmalarını gerektirecek türdendir. AKP Suriye için izlediği mülteci politikasından tamamen farklı bir Afganistan politikası inşası içerisindedir. Bu söylem değişikliği tabii ki politik çıkarlar gereğidir. Peki ya muhalefet partileri? Onlar neden politika haline gelmiş bu politikasızlığa karşı uluslararası insan hakları ve mülteci hukuku üzerine kurulu bir iltica politikasından söz etmemektedir? Ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi, ‘Sınır namustur’ kampanyası ile sözünü ettiğim insan haklarına karşı devlet çıkarlarını önceleyen siyasi geleneği ispat çalışmasına girişmiştir.
Olması gereken
YUKK’un yürürlüğe girmesi ile göç alanında ilk kez sivil idari bir yapı kurulmuştur: Göç İdaresi Genel Müdürlüğü (GİGM). Zorunlu göç alanında GİGM, Türkiye’nin taraf olduğu tüm uluslararası insan hakları sözleşmelerinin vatandaş olmayanları kapsayan ve içerisinde ‘herkes’ ifadesi geçen hükümlerini göçmen ve sığınmacı konumunda olanlara uygulamak zorundadır. Coğrafi sınırlamanın varlığı, ülkedeki sığınmacı ve göçmenlerin insan haklarını kullanmalarının önüne set çekemez. GİGM kamuyu yanıltıcı, yanlış haber ve söylemlere karşı düzenli ve güncel uluslararası koruma başvurusu sayılarını, koruma talebi ret alan dosya sayılarını, sınırdışı edilen göçmen sayılarını ve sınırdışı sebeplerini web sitesinde paylaşmalıdır. Her yıl yayınlanması gereken ‘Yıllık Göç Raporları’ 2016 yılından beri yayınlanmamaktadır. Ülkede bilgisizliğin veya göç konusundaki önemli bilgilerin sadece iktidarın elinde olmasının önüne geçecek bir muhalefet yürütmek hem biz akademisyenler hem de siyasi partilerin önceliği olmak zorundadır. Alternatif medya kanalları doğru bilgi ve güncel verilere dayalı habercilik yapmalıdır. Çünkü başta bahsettiğim adını koymak zorunda olduğumuz o yeni sayfa, mültecilere yönelik açık ırkçılığın her an, her yerde yaşanabildiği/yaşanabileceği bir döneme girdiğimizi bize işaret ediyor.
Afganistan’dan Taliban rejiminin kadınlara yönelik zulmü ve şiddeti nedeniyle kaçmak zorunda olan kadınların ve kız çocuklarının sınırlarımıza geleceği günler yakın. Tarihte insan hareketlerini duvarlar, teller, çitler ve modern sınır koruma tekniklerini kullanarak durdurmak mümkün olmadı. 2013 ile 2020 yılları arasında güvenli göç yollarının var olmaması sebebi ile sadece Akdeniz’de en az 17,000 kişi öldü veya kayboldu. Bu dönemde özellikle İran sınırından düzensiz yollardan ülkeye giriş yapmaya çalışan kadın ve kız çocuklarının korumaya alınması ve YUKK kapsamında uluslararası koruma başvurusunda bulunabilmesi tüm siyasi partiler için savunulması gereken bir politika önceliği olmalı. Taraf olduğumuz Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri ve 1951 Mülteci Sözleşmesi’nin cinsiyeti mültecilik için zulüm sebebi sayan açıklayıcı El Kitapçıkları acilen sığınmacıların anlayacağı dillere çevrilmeli ve tüm uluslararası koruma başvuru sürecinde uygulanır hale gelmeli. İlk yapılması gerekenlerden biri de bu konuda ve mülteci hukuku konusunda yeterli ve gerekli eğitimi hiç bir zaman almayan GİGM personeline acilen eğitimler verilmesi.
*Cavidan SOYKAN
Konuk Araştırmacı,
The University of Osnabrück, IMIS
cavidan.soykan@gmail.com
[1] Bakınız: Kapatılan AÜ SBF İnsan Hakları Merkezi için tarafımdan hazırlanan Değerlendirme Raporu, son erişim 13 Eylül 2021, http://www.madde14.org/images/e/ea/Ausbhihm.pdf.
[2] C. Soykan, Refuge or Limbo? The Sociological Analysis of the Turkish Asylum System, (Doktora tezi, Essex Üniversitesi, 2015).
[3] N. Ö. Öztürk, “Reflections of the past, expectations for the future: a legal analysis on the development of asylum law in Turkey”, Research and Policy on Turkey, 2, 2 (2017): 193.