Can Büyükbay – Savaş Durumundan Toplumsal Barışa Geçişin Gerekliliği: CHP Yönetiminin Taktiksel Yönelimlerinin Eleştirisi

can b++y++kbay (4) Thomas Hobbes (1588-1679), İngiltere’de kanlı iç savaşların yaşandığı dönemi gözlemleyerek yazdığı, devlet felsefesinin temelini oluşturan ‘Leviathan’ adlı ünlü eserinde, savaş durumunda (doğa durumu) en zayıfın dahi aynı tehlike altında olan başkalarıyla birleşerek, en güçlüyü öldürmeye yetecek kadar güçlü olduğunu belirtir. Hobbes’un ifadesiyle doğa durumunda; insan hayatı kaba, vahşi ve kısadır; kültür, sanat, bilim, gelişme ve adalet gibi kavramlardan söz edilemez.

Barış mı, savaş mı?

Hobbes, doğa durumundan ve insanlarda en temel güdü olarak nitelendirdiği ölüm korkusundan hareketle, barış arayışının önemini vurgulayan birinci doğa yasasını vurgular: Herkes, barış elde etme umudu oldukça, onu sağlamaya ve korumaya çalışmalıdır. Bu temel doğa yasasından, insanların barışı sağlamak için birbirleriyle anlaşmaları gerektiğini vurgulayan ikinci doğa yasası ortaya çıkar. Bu demek oluyor ki, her ne olursa olsun barışı aramalı ve onu korumaya çalışmalıyız. Aslında, en ağır savaşların sonucunda bile, insanlık tarihinde hep bu sonuca ulaşılmıştır. Türkiye bağlamında da günümüzde geçerli olan iki temel önerme vardır:

1.Temel Önerme: Kürt sorununu askeri yöntemlerle bitirmek olanaksızdır.

2.Temel Önerme: Barış elde etme umudu olduğu sürece, birinci öncelik barışı sağlamak ve onu korumak olmalıdır.

Türkiye’de şiddeti giderek artan bir doğa durumunu yaşamaktayız. Bu durum, bir iç savaş durumudur. Üç farklı kültürün mevcut şartlarda barış içinde yaşaması giderek olanaksız hala geliyor ve bu yönde bir çaba da gözlemlenmiyor. Var olan kimya, bir iç savaş kimyasıdır. Tüm siyasi partiler, barışı sağlayacak bir toplumsal sözleşme yaratmanın olanaklarını reddetmekteler. İktidar, “sonuna kadar gidileceğini” vurguluyor. MHP, buna destek veriyor. Doğu’da birçok şehirde olağanüstü koşullar mevcut. Kadri Gürsel “Rejimin Kürt Çıkmazı” başlıklı yazısında sonuna kadar gidildiğinde oluşacak doğa durumunu oldukça gerçekçi biçimde betimliyor:

Sadece Sur, Cizre, Silopi ve Şırnak değil, Kürt çoğunluklu daha birçok il ve ilçe Suriye’yi andırır biçimde harabeye dönecek. Yerinden yurdundan edilmiş sivillerin sayısı milyonu geçecek, Suriye’nin yanısıra bu kez Türkiye’den de Avrupa’ya doğru mülteci akını başlayacak. Bütün bulguların fail olarak PKK’yı gösterdiği 13 Mart Ankara katliamına benzer terör saldırıları diğer şehirlerde de meydana gelecek. Artan gerilimin sonucunda ülkenin batısında bir Türk-Kürt çatışması muhtemelen patlak verecek. Turizm neredeyse tamamen bitecek, Türkiye’den dışarıya doğru sermaye ve kalifiye insan kaçışı görülmemiş boyutlara ulaşacak. Yoksullaşacağız. Rejim savaşa her türlü itirazı ve muhalefeti susturmak için ağır baskı yöntemlerine başvuracak. Sivil toplum ezilecek; aydınlar ve gazeteciler hapse tıkılacak. Karada savaş, Suriye ve Irak’a sıçrayacak ve Türkiye bu nedenle büyük güçlerle karşı karşıya gelecek. Tüm bunların sonucunda ülkemiz uluslararası camiada büyük itibar ve meşruiyet kaybına uğrayacak. Türkiye bir “serseri devlet” (rogue state) olarak görülecek. Bir adım ötesi de “başarısız devlet” (failed state) olmaktır. (http://www.diken.com.tr/kadri-gursel/)

CHP’nin hatalı tutumu

Türkiye’de, yukarıda betimlenen durumun gerçekleşme ihtimalinin her geçen gün arttığı göz önüne alındığında; CHP yönetiminin birinci temel politikası, barışı sağlamak ve ne olursa olsun barış masasına dönülmesini sağlamak olmalıdır. CHP, 17 Mart’ta yayımlanan Parti Meclisi Bildirgesi’nde, Kürt sorununun parlamento zemininde çözülmesi gerektiğini ifade etse de, son zamanlarda Kemal Kılıçdaroğlu’nun söylemleri tehlikeli boyutlar içermektedir. CHP yönetiminin hamleleri, Erdoğan’ın Kürt hareketini sistem dışına atmasına yardımcı olma potansiyeli taşımaktadır. Bu durum, kanımca, MHP’nin saldırgan milliyetçiliğinin, “hukuka uygun uygar görüntülü” milliyetçi halidir. Ne yazık ki, Erdoğan’a muhalefeti çözüm sürecine karşıtlık üzerinden tarif ederek CHP; Cemaat ile MHP’yle benzer konumlarda yerini almıştır.

CHP yönetimi, Erdoğan’la karşı karşıya gelmelerinin en büyük nedeni çözüm sürecini desteklemeleri olan Arınç-Gül eğilimiyle buluşma imkanını bu durumda elinin tersiyle itmiş oluyor. Oysa özellikle üzerinde düşünülmesi gereken taktiksel hamlelerden en önemlisi, AKP içindeki bu eğilimle temasa geçip -doğal olarak MHP’den vazgeçerek- çözüm sürecini yeniden başlatma yönünde mesajlar göndermek, Erdoğan’a muhalefeti bu düzlemden geliştirmekti. Kürt hareketi bu mesajı alabilir, şiddeti gündemden düşürebilirdi. Böylece sistem içi kanallar açık kalabilirdi. AKP muhalefetiyle bu buluşma, “parlamento ve hukuk” içinde başkanlık sistemi dayatmasına karşı koymanın -satrançtan ödünç alacağım bir kavramsallaştırmayla- son kombinezonlarından en önemlisiydi. Ancak CHP yönetimi, suç duyurusuyla ters bir hamle yaparak, Kürt hareketinin sistem içi bir kanalla işbirliği kapısını kapatmış oldu ve kutuplaşmanın kesin olarak kaosa götüreceği yolu seçme eğilimine girdi. Bu noktadan sonra, Saray çevresinin şiddetin dozajını artıracağı, Kürt hareketinin de sert yanıtlara odaklanacağı açıktır. Sertleşen siyasi iklimde her tür “geri adım” başarısızlık anlamına geleceği için iktidar da her türden muhalefeti sindirmeyi görev bilip, tam yol diktatörlüğe yönelecektir. Sistem içi sonuç alıcı muhalefet şansı kapandığı için, CHP muhalefetinin de ağır baskıyla karşılaşacağı görülebilir.

CHP yönetiminin, özellikle de yargının, bu haliyle düz hukukçuluktan kaçınması gerekirdi. Çözüm süreci karşıtlığını bırakıp çözüm sürecinden yana olan Gül-Arınç eğilimiyle işbirliğini sağlayabilmesi, doğrudan Erdoğan’ın başkanlık dayatmasını hedef alabilecek, Kürt hareketinin de sert silahlı misillemelerini askıya almasına yol açabilecek bir hamleydi; dolayısıyla “ılımlı bir mücadeleye” kapı açabilirdi. Batı’dan da bu yönde tam destek geleceği açıktı. Ancak CHP yönetimi HDP’yi de ‘terörist’ olarak gördüğü anlamına gelen suç duyurusunda bulunarak tam tersi bir hamle yaptı. Krizi, radikal Türk milliyetçiliği ile eşgüdüm halinde aşmaya çalışarak tehlikeli bir yola girdi. CHP liderliği, Gezi Hareketi sonrasında Gezi mirasını reddeden ve Gezi’yi şiddetle eleştiren MHP ile paralel politikalar izledi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ekmeleddin İhsanoğlu ortak adaylığı yoluyla tabanını MHP ile ittifaka zorladı ve başarısız oldu. Bütün bunlar sonrasında yeterli ders alınmadı. Oysa CHP liderliğinin Kürt sorunu konusunda ipleri eline alması tarihsel bir sorumluluktur.

Kürt hareketini sistem dışına iterek, AKP’nin yenilmesi mümkün görünmüyor. Üzerinde önemle durulması gereken ayrıntı, önerilen taktiksel yönelimin, HDP ile seçim ittifakı anlamına gelmediğidir. CHP yönetiminin, AKP’deki Erdoğan muhaliflerini cesaretlendirecek tutum almaması, sonuçları vahim bir hatadır. PKK, şehirlerdeki milislerine, kırsaldan yoğun destek vermeye başlayınca Gül-Arınç eğilimi de etkisizleşecektir. Bu durumda, CHP yönetimi de Erdoğan’a “teröre yataklıktan” saldırma politikasına hız verecek gibi görünüyor. CHP yönetimi radikal Türk milliyetçiliği ile işbirliği odaklı siyaset izlerken, AKP liderliği ise böyle bir muhalefetin kendisine tehdit olmasını önlemek için son derece “sert ve baskıcı” İslamcılık-devletçilik uygulamalarına yönelecektir. Böyle bir tablo bu topraklarda çok kutuplu bir iç savaş riskini artırır.

Türkiye’yi Suriyeleştirmek…

Bütün bunlar, Türkiye’ye özgü Suriyeleşme ve üç kutuplu iç savaş riskini artırıyor. Bazı hamlelerin geri dönüşü -satrançtaki gibi- siyasette de yoktur. Örneğin 1930-1933 tarihleri arasında Almanya’da Komünist Parti’nin Nazilere karşı sosyal demokratlarla işbirliğine gitmeme kararı buna bir örnektir. CHP yönetimi, AKP’deki “ılımlı çözüm süreci yanlısı” Arınç-Gül muhalefetiyle işbirliği yerine MHP yönetimiyle potansiyel işbirliği ısrarını sürdürdü. Bu yüzden son “barışçı” yönelimlerden en önemlisini değerlendiremedi.

Hobbes’un ifadeleriyle, savaş halinde olma iradesinin taraflar arasında kabul edilmesi dahi nesnel savaşın yolunu açar. Bu bağlamda, CHP yönetimi, açıklamalarının merkezine çözüm süreci karşıtlığını almamalıdır. “Cumhuriyetin kurucu ayarları” kavramı bu noktada ortalığı karıştırmaktan ve savaş halinin dozunu arttırmaktan başka bir yönelime yol açamaz. CHP liderliğinin, analizlerini daha sağlam gerçekleştirmesi gerekmektedir. Bu topraklar “kritik tarihin” eşiğindedir. Türünün en yıkıcı üç kutuplu iç savaşlarından biri gerçekleşebilir; bu, potansiyel olarak Suriye’yi dahi aşabilecek kapasitededir. Bütün bu senaryoların ciddi olarak tartışılması ve analizi gereklidir. Suriyeleşme tüneline girildi ve yapılacak her türlü taktiksel hamle bu durumun şiddetini belirleyecek bir değişkene dönüştü.

Doğuda devam eden şiddetin, eninde sonunda ülkenin batısına da yansıyacağı çok açık olarak görülüyordu. Acı tek yönlü ve doğrusal değildir; çok yönlüdür ve dalga dalga yayılır. Kanser nasıl evrenselse acı da evrenseldir. Barış ortamının nasıl kurulacağını gösterecek kurallar “doğru aklın” eseridir. Aydınlanmacı düşünür Montesquieu’nun en kötü yönetim biçiminin “Doğulu despotizm” olduğunu ve bunun en iyi örneğinin Osmanlı İmparatorluğu olduğunu iddia etmesinin ve Hobbes’un Leviathan’ı yazmasının üzerinden üç yüz yıl geçti. Ancak hem Hobbes’un hem Montesquieu’nun önermeleri günümüz Türkiyesi’nde geçerliliğini korumaya devam ediyor.

*Yrd.Doç. Can BÜYÜKBAY
Türk-Alman Üniversitesi
canbuyukbay2002@yahoo.com