Türkiye – AB ilişkilerinin geçmişini 52 yıllık bir hukuk manzumesi olarak tarif etmek mümkün. Ankara Anlaşması’nın imzalanmasından (12 Eylül 1963) bu yana 52 yıl, yürürlüğe girmesinden (1 Aralık 1964) bu yana ise 51 yıl geçmiş. O günden bu yana gerçekleştirilen bütün somut adımların dayanağını bu anlaşma oluşturuyor.
Ankara Anlaşması’nın öngördüğü yoldan gidilerek tam üyeliğe ulaşılması bugün için bir açmaz. O yüzden de, 1999 Helsinki Zirvesi’nde karara bağlanan ve 3 Ekim 2005’de başlayan tam üyelik müzakereleri ile nerede sonuçlanacağı tam olarak kestirilemeyen bir ikinci yolun varlığına da işaret etmek gerekiyor. Bu arada hemen belirtelim; bizler tam üyelik lafını kullanınca, “üyeliğin tamı, yarımı olmaz, üyelik üyeliktir!..” eleştirisini yapan arkadaşlarımıza da bir uyarıda bulunalım. Hemen yukarıda atıfta bulunulan Ankara Anlaşması, hukuki statü olarak Türkiye’yi o günün AET’sinin (bugünün AB’si ya da AB şemsiyesi altında yer alan AT’si) ortak üyesi yapmıştır. Dolayısı ile zaten bir tür yarım üyelik söz konusudur. Amacımız bu statünün tam üyelik hukuki statüsüne taşınmasıdır.
Neyse, bu girizgahı yapma amacımızı ve bu yazının başlığını neden seçtiğimizi bu noktada hemen açıklayalım.
Son günlerde AB ile Türkiye arasındaki ilişkileri hukukun ve bu hukukun karşılıklı kazanımları üstünden değil, savaş kurbanı olan Suriyeli mülteciler üstünden yapar hale gelmenin bendenizde yarattığı ruh halini o meşhur filmin adı ile ifade edebiliyorum. Bir insanlık dramının, Türkiye’ye önerilen bir dizi rüşvet çağrıştıran paket ile karşılanır olmasını, reel politiğin bir sonucu olarak değerlendirenler de olabilir. Tabii tercih sizin…
Etik tartışmasını bir tarafa bırakırsak, içine girilen bu yeni dönem ile ilgili olarak ne tür gelişmeler olacağından söz edebiliriz. Mümkün olduğunca spekülatif olmaktan kaçınıp Ekim ayındaki Erdoğan – Merkel buluşmasının, 29 Kasım 2015 günü gerçekleştirilecek Türkiye-AB Zirvesi’ne yansımaları temelinde, çok fazla spekülatif olmama gayreti içinde değerlendirelim. Hoş bu iki tarih arasında neler geçti neler diyerek bu satırların yazarını acımasızca eleştirebilir ve haklı olursunuz. Ama sonuçta bu, bir günlük köşe yazısı değil; dolayısı ile sınırlarımızı doğru belirlemek gerekiyor.
Schengen Vizesi kalkacak mı?
Bu satırları kaleme alırken AB Bakanı Volkan Bozkır, 2016 Ekim ayı içinde vizenin kaldırılması konusunda mutabakata varıldığını açıkladı. Doğal olarak Sayın Bakanın sözlerine güvenmek zorundayız. Ama hemen şu noktaların altını çizelim:
• Paris katliamının ardından Schengen alanının daraltılması, hatta iç sınır kontrollerinin yeniden tesisi AB’nin gündeminde. Daha doğru bir anlatımla, Schengen alanı bir özgürlükler alanı ifadesiyken, muhtemelen önümüzdeki günlerde güvenlik endişelerinin belirleyeceği bir sınırlamalar alanına dönüşecek; Schengen içinde yer alan pek çok ülke sistemin dışına itilecek. Dolayısı ile vizenin kalkmasının Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına büyük bir seyahat özgürlüğü getireceği beklentisine girmemek doğru olacaktır.
• Türkiye, AB için güvenli ülke statüsüne çıkartılacak. Yani kanunsuz göçmen olarak adlandırılan ve Türkiye üstünden kaçak yollarla AB ülkelerine giden bütün göçmenler Türkiye’ye iade edilecek. Esasen geri kabul anlaşmasının mantığı ile bir arada değerlendirildiğinde, Türkiye AB’nin göçmen tampon bölgesi olacak.
• Vizenin kalkması bir serbest dolaşım hakkı olarak düşünülmemelidir. Schengen vizesinin kaldırılması sadece turistik vizenin serbestleşmesi anlamına gelir. Yoksa tamamen farklı düzenlemelere tabi olan ve yerleşim serbestisini de beraberinde getiren serbest dolaşım hakkı ancak tam üyelik müzakerelerinin tamamlanması ile ortaya çıkabilir. Ayrıca, o noktada da farklı geçiş sürelerinin müzakere edilebileceğini unutmamak gerekir.
• Türk taşımacılarının en büyük dertlerinin bir tanesini oluşturan şoför vizelerinin dert olmaktan çıkacağı algısı da hatalıdır. Vizesiz dolaşım hakkı 180 gün içinde 90 günlük bir serbestiyi öngörür. 91. gün hala AB topraklarındaysanız (kesintisiz ya da kesintili) sınırdan çıkarken ciddi para cezalarına tabi olmaya devam edersiniz.
Yeni müzakere başlıkları açılacak mı? 3.5 milyar Euro verilecek mi?
Yine Sayın Bakan Bozkır’a atfen 17. başlığın 14/15 Aralık AB Zirvesi’nde açılacağını anlıyoruz. Ancak öncelikle hemen eleştirimizi yapalım. Başlıkların açılması önemli olmasına önemli; ama kapanması daha da önemli. Bugüne kadar açılan 14 başlığın sadece bir tanesi, o da içeriğinde AB müktesebatı olmadığı için kapatılabildi. Diğer ifadesi ile yeni bir başlığın açılmasının, işte artık tam üyelik yolunda ilerliyoruz diye toplumda bir heyecan yaratması mümkün gözükmüyor.
Bir diğer eleştiri de, Erdoğan-Merkel buluşmasında Türkiye 6 başlığın açılmasını talep etmişti, sadece 1 başlıkla sınırlanılması Suriyeli mülteciler üzerinden yapılan pazarlıkta bile, AB kanadının çok fazla cömert davranmayı kabul etmediği olarak algılanabilir.
Tabii, öte yandan Kıbrıs Rum kesiminin veto ettiği başlıkları da dikkate almak gerekiyor. Bu noktada Kıbrıs’ta bir çözüm hızlı bir şekilde gerçekleşebilir mi? Bu tür bir gelişme 6 başlığın ötesinde de başlıkların açılmasını gündeme getirebilir. Öte yandan, Kıbrıs Rum kesiminin, Merkel’den hem intikam almak için (kemer sıkma politikası nedeniyle Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetiminin çektikleri, dolayısıyla Türkiye’ye verdiği sözlerin arkasında duramaması), hem de Türkiye’ye verilecek tavizler karşılığında “Almanya’dan ne kopartabiliriz” mantığı doğrultusunda bu başlıklardaki veto ısrarını sürdürdüğünün de altını çizmek gerekir.
Ama yiğidi öldürüp hakkını da verelim. 17. başlık önemli bir başlıktır. Sarkozy döneminde Fransa’nın “bu başlığın açılması Türkiye’yi tam üyeliğe götürür” gerekçesi ile açılmasını veto ettiği “Ekonomik ve Parasal Birlik” başlığından söz ediyoruz. Geçtiğimiz yıl “Bölgesel Politika”, bu yılda “Ekonomik ve Parasal Birlik” başlıklarının açılması, Türkiye ile Fransa arasındaki buzların önemli oranda eridiğinin bir göstergesidir. Doğal olarak Suriye gelişmeleri, IŞİD ile savaş, terör kavramları bir araya getirildiğinde, Fransa ile Türkiye arasında sorun yaşanması, Hollande Fransa’sının en son isteyeceği gelişmedir.
Bu başlığın açılması Türkiye’yi Euro alanına mı taşır? Buna vereceğim tek cevap, bugünün verileri ile “asla!..” şeklindedir.
Herhalde pazarlığın bu noktasında sadece daha fazla alınamaz mıydı? Sorusu ile sınırlı kalmak gerekiyor. Kaldı ki bu para, Türkiye’ye kendi keyfine göre harcanması için verilen bir para değil. Suriyeli mültecilerin yaşam koşullarını düzeltmek, istihdam ve eğitim sorunlarını çözmek gibi, zaten olması gereken bir insani yardımdan söz ediyoruz. Yani AB bize, “alın şu parayı, Suriyeli mülteciler için yaşanabilir bir ortam yaratın ki, bizim başımıza dert açmasınlar; biz onların içinden işimize yarayanları alır, bu şekilde gül gibi geçinip gideriz” diyor. Sizce de teklif ahlaksız değil mi?
Şu zirve fotoğrafında gözükme meselesi; somut bir gelişme olacak mı?
Malum Türkiye, tam üyelik adaylığına kabul edildiği 10/11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nden başlayarak, sonraki bir dizi AB zirvesinde aile fotoğrafı içinde yer almıştı. Diğer ifadesi ile Türkiye’yi temsil eden başbakan ve dışişleri bakanı, AB ülkelerinin ve aday ülkelerin devlet ya da hükümet başkanları ile aynı fotoğraf karesi içinde poz vermişti.
Sonrasında, Türkiye ile bu kadar sıcak görüntü vermek istemeyen AB ülkelerinin girişimiyle, Türkiye zirvelere davet edilmez olmuştu. O fotoğrafta yer almanın herhangi bir somut getirisi var mı? sorusuna cevabımız hayır. Peki sembolik olarak önemlimidir, evet, ama işte o kadar…
Önümüzdeki dönemde en önemli somut gelişme, tam üyelik ilişkimiz çerçevesinde değil, yine Ankara Anlaşması çerçevesinde olacak. Türkiye’de bir dönem en önemli tartışma konusunu oluşturan gümrük birliği konusunu yeniden tartışır hale geleceğiz. Nasıl mı? Mevcut Gümrük Birliği’nin güncellenmesi; yani hizmet sektörünün bütününü, temel tarım ürünlerini ve kamu ihalelerini kapsayacak şekilde derinleştirilmesi müzakereleri başlamak üzere. İşte bu teknik ve ekonomiyi tamamen dönüştürme potansiyeli olan önemli konu tartışmaya açılacaktır.
*Dr. Can Baydarol,
İstanbul Kültür Üniversitesi,
canbaydarol@hotmail.com