Türkischer Premierminister Davutoglu in Berlin 2015

Can Baydarol – 7 Haziran’ın Ardından Türkiye-AB İlişkileri

can-baydarol 7 Haziran 2015 seçiminin ardından her alanda olduğu gibi Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği konusunda da tam bir kafa karışıklığı hakim. Eğer 7 Haziran seçimini Türkiye’nin normalleşmesi yolunda bir adım olarak değerlendireceksek, bu durumda normalleşmesi gerekenlerin başında Türkiye-AB ilişkilerinin de bulunduğuna hiç kuşku yok.

Peki, bu iş kolay mı? Dilerseniz bu yazıda önce bir durum saptaması yapıp, ardından sorunun cevaplarını okuyucuya bırakalım.

AB 13 yıl önce bıraktığımız AB mi?

AB özellikle son 5 yıldır Yunanistan krizi ile çalkalanıyor. Yunanistan’ı atalım mı? Yunanistan’ı Euro alanından çıkartalım mı? Yunanistan’ı borçlarını ödemeden affedelim mi? Her üç sorunun yanıtı da: hayır!..

Yunanistan’ı AB’den ya da Euro alanından çıkartmanın maliyeti hesaplanabilir gibi değil. Böyle bir işlem Euro alanındaki güven erozyonunun yanısıra bütün AB bankacılık sisteminin domino etkisiyle çökmesini beraberinde taşıyabilir endişesi, her şeye rağmen Yunanistan’ı içerde tutma eğilimini güçlendiriyor. Bu satırlar kaleme alınırken Çipras ile Yunanistan’ın kreditörleri (IMF, Avrupa Merkez Bankası, Avrupa Komisyonu) arasında sürmekte olan Rus ruletine benzeyen müzakereler sorunun daha da netleşmesine yol açıyordu. Yunanistan’ı borçlarını ödemeden affetmek ise, AB’nin diğer borçlularına kötü örnek oluşturacağından hiç mi hiç kabul edilebilir değil. Peki çözüm ne? Bu çözümü bilen kimse yok. Ama küçük bir tüyo verelim, sorun aslında ekonomik de değil. Sorun siyasi. Sistem federalleştirilmeden federalleştirilen para biriminin yansımaları. Sistem şimdi federalleştirilmek istenirse, o zaman da AB’nin A’sı Avrupa’dan çok Almanya’yı işaret etmeyecek mi?

AB bu kıarmaşık sorulara cevap getirmeden Türkiye dosyasına bakabilir mi? Çok zor! Kimine göre de imkansız! Zira Türkiye’nin tam üyeliği için stratejik bir vizyona gereksinim var. Şu andaki veriler ışığında stratejik vizyonu bir yana bırakın, sabah kalkıldığında öğleden sonrasını öngörebilecek bir AB mevcut değil.

Türkiye-AB ilişkilerinin 10 yıl önceden bugüne izlediği çizgi

Tam üyelik müzakereleri 3 Ekim 2005’te başlamıştı. Dolayısıyla Türkiye-AB ilişkilerinin değerlendirmesini 2005-2015 periyodu için yapmak daha doğru olacaktır.
AKP Hükümeti’nin özellikle Türkiye’nin liberal çevrelerinden önemli destek görmesinin arka planında AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlatılması yatmaktadır. Her ne kadar müzakerelere başlanabilmesi için temel hukuk reformları DSP-MHP-ANAP koalisyonu tarafından 3 Ağustos’u 4 Ağustos’a bağlayan 2004 gecesi TBMM çatısı altında gerçekleştirilmiş olsa da, bu işin mirası AKP’ye devrolacaktı ve olumlu not bu partinin aktifine düşülecekti.

Kopenhag siyasi kriterlerine uyum adı altında AKP’de süreci devam ettirince, AKP Hükümeti’nin ilk yıllarında AB ile oldukça iyi sayılabilecek bir dönem yaşandı. Ama ilk 5-6 yılın ardından süreç tersine işlemeye başladı. Özellikle 2013 Haziran ayındaki Gezi olaylarının ardından, hükümetin Kopenhag kriterleri ile pek de ilgisinin olmadığı, bunun yerine uluslararası komplo teorilerine dayalı bir hukuk ve demokrasi mantığının yeğlendiği AB tarafından tespit edilir hale geldi. Sonuçta Erdoğan–Merkel çekişmelerinin simgelediği bu dönem, Türkiye–AB ilişkilerinin siyasi olarak durma noktasına geldiği ve Türkiye’nin dış politika önceliklerini farklı yönlere çevirdiği bir sürece yol açtı. Türkiye ekonomisinde de ayrıca tartışılması gereken pek çok olumsuzluğu beraberinde getiren bu dış politika öncelikleri, günümüzün bir an önce halledilmesi gereken sorunlarından bir tanesi olarak gözüküyor.

Türkiye-AB ilişkilerinde farklı bir müzakere alanı: Gümrük Birliği’nin derinleştirilmesi

Yukarıda özetlenen siyasi açmazlar, sonuçta Türkiye-AB ilişkilerinin hiç kimse tarafından benimsenmeyen bilançosunu ortaya çıkardı. Tam üyelik müzakeresi teknik olarak 35 müzakere başlığının açılıp kapanmasını ve hepsinin birlikte onaylanmasını gerektiriyor. Bizim durumumuzda 35 başlığın 14’ü açılmış, 1 tanesi, o da içi boş olduğu için kapatılabilmiş. Dolayısıyla müzakereler fiili olarak durmuş vaziyette.

Bu durgunluk; -güncel bakış açısı ile her iki tarafın siyasi anlayışı gereği arzulanır olsa da- uzun vadeli karşılıklı stratejik çıkarlar açısından kabul edilebilir bir durumu yansıtmıyor. Hep tekrarladığımız bir düşünceyi yeniden işleyelim. Ne AB’siz bir Türkiye kendi iç dinamikleriyle normalleşebilir, ne de Türkiyesiz bir AB’nin gelecekte ayakta kalma şansı vardır.

Bu durumda AB kanadı ile Türkiye, ilerlenebilecek tek meşru zemin olan 1963 Ortaklık Anlaşması temelinde mevcut Gümrük Birliği’nin derinleştirilmesi yönünde geçtiğimiz yılın Nisan’ında yayınlanan Dünya Bankası raporu ile yeni bir müzakere sürecinin ön düşünce egzersizlerini yaptılar. Büyük bir olasılıkla Eylül ayı itibariyle yeni bir müzakere süreci, Gümrük Birliği’nin hizmet sektörüne ve temel tarım ürünler kapsamına genişletilmesini içerecek. Doğal olarak örneğin şu sıralarda muhalif cephenin çokça üstünde durduğu kamu ihalelerinin şeffaflaştırılması gibi bir alan da bu bağlamda yeniden gündeme taşınacak. Bu satırların yazarının yıllardır anlatmaya çalışıp da pek beceremediği bir diğer husus da yine müzakerelerin kalbinde yer alacak: Türkiye-AB karar alma sisteminin, hukuki yapısının bir düzene sokulması. Umutlu muyum? Pek sayılmaz… Nedenleri bu satırlara sığmayacak kadar fazla… En azından tam üyelik müzakereleri çerçevesinde Gümrük Birliği müzakere başlığının Kıbrıs sorunu nedeniyle askıya alınmış başlıklardan bir tanesi olduğunu belirtmekle yetinip işin teknik tartışmasına hiç girmeyelim. Doğal olarak Türkiye-AB ilişkilerinin normalleşme süreci içinde Kıbrıs sorununun çözümünü de kısaca not olarak düşelim.

Nasıl bir gelecek?

Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız görüntü altında Türkiye için neden AB? AB için neden Türkiye? Bu iki uluslararası hukuk öznesi birbirlerinden vazgeçebilir mi?

Öncelikle Türkiye AB’den vazgeçebilir mi?

Türk ekonomisinin son 15 yılını değerlendirirken yapılan temel saptama, Türkiye ekonomisinin bittiği, Türk ekonomisinin geçerli olduğu bir dünya koşulunun sürüp gitmekte olduğudur. Türkiye ihracata dayalı bir ekonomik büyümeye dayanmak zorundadır, yoksa sadece inşaat sektörü ile hızla bir duvara toslamaya doğru gider. Bugün Türkiye’nin ihracatının neredeyse yarısı, Türkiye’de yerleşik 15.000 yabancı yatırımcının üzerinden gerçekleşmektedir. Banka/sigorta sektörünün %60-65’i, İstanbul Borsası’nın da yaklaşık %70’den fazlası yabancı yatırımcıların elindedir. Dolayısıyla Türk sermayesine dayalı bir ekonomi yaklaşımı gerçekçi değildir ve sistemin sağlıklı şekilde işleyerek, dış sermaye ile AR&GE üretimine geçmek, bu yeni yapıya bağlı olarak eğitim sistemini A’dan Z’ye reforma tabi tutmak, ancak AB tam üyelik hedefini ayakta tutmakla mümkündür. Bu sistemin çalışabilmesi için söylemdeki demokrasi ve hukukun üstünlüğü kavramını içerik olarak da Batı normlarıyla örtüştürmek olmazsa olmazdır. Ne yazık ki, “Kopenhag olmazsa Ankara kriterleriyle yola devam ederiz” söylemi, Batı normlarından Ortadoğu normlarına kayan bir içeriği dikte ettirdiği ölçüde Türkiye’nin çağdaş yaşam kalitesine ulaşması gerçekçi olmamaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin dış dinamiklerle bağımlı hale gelmesi, temeldeki ekonomik yapısı ile bire bir örtüşmektedir.

İkinci olarak Türk dış politikasının edilgenlikten kurtulup etken hale gelmesinin tek çıkış yolu AB tam üyeliği ile ilişkilidir. Türkiye’nin özellikle Gümrük Birliği ilişkisinde ve günümüz ekonomik ilişkilerinde karşılaştığı gerçeklik, karar alma masasına oturmaksızın alınan kararların muhatabı haline gelmek olduğudur. Dolayısıyla AB tam üyeliği, Türkiye’nin pek çok çevrenin iddiasının aksine egemenlik kaybına uğramasına değil, egemenliğini pekiştirmesine hizmet edecektir. 19. yüzyılın egemenlik tanımı ile 21. yüzyılın egemenlik tanımının radikal bir biçimde farklılaştığı ve ulusal egemenliğin ülkenin müzakere gücüyle ilişkili olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bu anlamda Türkiye egemenliğini pekiştirmek için AB tam üyeliğinin peşini bir an olsun bırakmamalı, ideolojik saplantılardan kurtulup, özellikle dış politika konularına realist gözlükle bakmalıdır.

AB açısından yaklaşıldığında ise, evet mevcut koşullar altında AB’nin Türkiye büyüklüğünde bir ülke ile yeni bir genişleme atılımına girmeden önce masasının üstünü süpürme zorunluluğu vardır. Aksi takdirde AB üyeliği Türkiye için de çok cazip görülmeyebilir. Ama orta ve uzun vadede düşünüldüğünde ekonomik açıdan dünyanın merkezi giderek doğuya kaymaktadır ve Türkiye’siz bir AB’nin ekonomik açıdan kayıpları Yunanistan’ın Euro alanında ya da AB’den çıkartılmasından çok daha fazla hesaplanamaz hale gelecektir. Siyasi açıdan bakıldığında da AB’nin 21. Yüzyılda bir cazibe merkezi olarak kalması, AB’nin sadece Hıristiyan kültürünün bir temsilcisi olmakla sınırlı kalmamasına bağlıdır. Eğer AB’nin demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel hak ve hürriyetler anlayışı evrensel değerler olarak kabul edilecek ise; o zaman çağdaş, seküler ve Müslüman kimlikli bir Türkiye bu evrenselliğin bütün dünyaya tercümesi için elzemdir.

*Dr. Can Baydarol,
İstanbul Kültür Üniversitesi,
canbaydarol@hotmail.com