İ ngiltere’de (daha doğru ifadeyle İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’dan oluşan Birleşik Krallık’ta) 7 Mayıs Perşembe günü yapılan genel seçimler sürprizle sonuçlandı. Anketlerin büyük çoğunluğu, seçimde iki ana parti arasındaki yarışın başabaş geçmesini öngörüyordu. Birçok ankete göre, Muhafazakar Parti ile İşçi Partisi için aynı oran ( % 34 ) bekleniyordu. Dolayısıyla sonuçta Cameron’ın ve Miliband’ın yeni başbakan olma olasılıklarının çok yakın olduğu, ancak tek parti iktidarı yerine koalisyon olasılığının daha yüksek olduğu öngörülüyordu. Seçim sonuçlandığında, Muhafazakarlar’ın oy oranı % 36.9, buna karşılık İşçi Partisi’nin oy oranı da % 30.4 olarak kesinleşti. Başabaş sonuçlanması beklenen bir yarışta 6 puandan fazla bir fark doğmuştu.
Partiler arası oy dağılımı
İngiltere seçim sisteminin (tek turlu, dar bölge sistemi) doğal sonucu olarak, parlamentodaki sandalye sayıları arasındaki fark daha da şiddetli oldu. Muhafazakar Parti (MP) 331 sandalye alırken İşçi Partisi’nin (İP) sandalye sayısı 232’de kalmıştı. MP, parlamentodaki sandalyelerin % 51’ini alırken; İP yaklaşık % 36 ile yetinmek durumunda kalmıştı. İP 2010 seçimine göre oylarını yarım milyondan fazla, oy oranını da yaklaşık 1.5 puan kadar artırmış olmakla birlikte, 26 milletvekilliğini kaybetmişti. Üstelik 2010 seçiminde tek başına iktidar olamayan MP bu kez tek başına iktidar olma olanağına kavuşmuştu. Miliband, seçimden sonra kendi bölgesinde yaptığı ilk konuşmada sonucun ağır bir yenilgi olduğunu açıkça ifade etti.
Seçimlerden yenilgiyle çıkan ve İP’den de daha büyük hüsrana uğrayan parti Liberal Parti (LP) oldu. 2010-2015 arasında koalisyonun küçük ortağı olan LP gerek oy düzeyi ve oy oranı, gerek milletvekili sayısı açısından hezimete uğradı. Birçok koalisyonda görüldüğü gibi bu örnekte de, koalisyondan büyük ortak daha çok yararlanmıştı. LP bu seçimde 47 sandalye kaybetti ve şimdi sadece 8 milletvekili ile temsil edilecek. Doğal olarak başkan Nick Clegg de istifa etti.
Seçimlerde oy oranını ciddi olarak yükseltmesine rağmen parlamentoya sadece bir temsilci sokabilen parti de Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKİP) oldu. %12.6 gibi görece yüksek bir oy oranına ulaşan bu partinin lideri Nigel Farage kendi bölgesinde seçimi yitirdi ve istifa etti. %12.6 ile tek milletvekili sonucunu üreten sistemin (tek turlu, dar bölge) temsilde adaletten hayli uzak sonuç verebildiği de çok açık.
Seçimlerde MP’den de daha çarpıcı bir başarıya ulaşan parti ise İskoçya Ulusal Partisi oldu. Bu parti, İskoçya’dan seçilen toplam 59 milletvekilinin 56’sını kazandı, böylece daha önce 6 olan miletvekili sayısını da 50 artırmış oldu. (Aynı süreçte İP’nin İskoçya’daki sandalye sayısı da 41’den 40’a düştü) Kuşkusuz bu sonuç İskoçya’nın Londra ile olan ilişkisini yeni bir düzeye taşıyacak. Geçen yıl olumsuz sonuçlanan bağımsızlık halk oylamasının bir süre sonra tekrar gündeme gelmesi şaşırtıcı olmaz. Şunu da hatırlatalım, İskoçya’nın dört yılda bir seçilen ve 129 milletvekili bulunan ayrı bir parlamentosu da –belirli konularda yetkili olarak- görev yapıyor.
Anketlerin yanılgısı ve İP’nin yazgısı
Anketlerin sonuçları öngörmede neden bu ölçüde başarısız olduğu konusu da bir süre daha tartışılacak. Seçimlerde anketlerin tahminine göre İP daha düşük, MP ise daha yüksek oy almış oldu. Benzer bir durumun 1992 seçimlerinde de söz konusu olduğu ve o seçimde İP’nin kazanmasının tahmin edildiği biliniyor. Bu durumu açıklamak amacıyla ileri sürülen görüşlerden biri, muhafazakar seçmenin tercihini anket aşamasında çok net olarak ifade etmediği, bir anlamda sakladığı biçiminde. Japonya’da da yine muhafazakar seçmenin böyle bir eğilim taşıdığı belirtiliyor.
Özet olarak, “7 Mayıs seçimleri İngiltere siyasetinde bir deprem yarattı” dersek çok yanlış olmaz. Özellikle İP’nin izleyeceği yol ve yaşayacağı tartışmalar yakından izlenmeye değer. Şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz: İP’den kopmalar olması ve örneğin Almanya’daki Die Linke vb. gibi bir partinin ortaya çıkması söz konusu değil.
Seçim öncesinde anketler her iki partiye eşit şans tanırken, iki liderin başbakan olma şanslarını da birbirine çok yakın olarak gösteriyordu. Sonuçlar kesinleşince, gerek İP gerek Miliband açısından çok olumsuz bir tablo doğmuştu. Cameron beklenenden daha yüksek oy alıp tek parti iktidarına kavuşurken, Miliband oy artışına rağmen beklentilerin oldukça gerisinde kalmıştı. Miliband hiç beklemeden istifasını açıkladı. 2010’da aldığı başkanlığı ilk seçimde bırakmak zorunda kalmıştı. Başkanlığı alışı da aslında çok ilginçti. 2010’da parti başkanlığı seçiminde öz kardeşi David Miliband ile yarışmış ve dördüncü turda kılpayı kazanmıştı. David dört yaş daha büyüktü ve Gordon Brown’ın kabinesinde dışişleri bakanlığı yapmıştı, Ed ise enerji bakanlığı görevini üstlenmişti. İkisi de Oxford’daki “politika, felsefe, ekonomi” programı mezunu idi. Ed’in başkanlığı kazanmasında özellikle sendikaların desteği etkili olmuştu. Kırk yaşında , İşçi Partisi’nin 2. Dünya Savaşı sonrası en genç başkanı olarak göreve başladı.
İki kardeşin politikayla bu kadar yoğun ilgilenmesi tesadüf sayılamaz. Çünkü babaları bir siyaset bilimi profesörü, anneleri de bir insan hakları aktivisti idi. İkisi de Polonyalı Yahudi olup İngiltere’ye göç etmişlerdi. Baba Ralph Miliband 1969’da yayınladığı “The State in Capitalist Society” (Kapitalist Toplumda Devlet) adlı eseriyle, başta İngiltere olmak üzere birçok ülkede ilgi uyandırmıştı ve Türkiye’de de konuyla ilgili akademik çevrelerde bilinen önemli bir isimdi. Başkanlık seçimini kaybeden David bir süre sonra aktif siyasetten çekildi ve New York’taki Uluslararası Kurtarma Komitesi’nin başına geçti. Son seçimlerdeki yenilginin ardından attığı tweet’le hem İP’lilerin, hem kardeşinin üzüntüsünü paylaştı, hem de şimdi “ilerici politikaları yeniden inşa etmek için derin ve dürüst bir düşünme sürecine ihtiyaç olduğunu” iletti.
İP’nin , seçim yenilgisinden ve Miliband’ın istifasından sonra ne yapması gerektiği gündemin önemli konularından biri oldu. Hemen bazı aday isimleri öne sürülmeye başlandı. İP’de önemli yeri olan bazı kişiler de yeni lider arayışından önce kapsamlı bir değerlendirmenin ve tartışmanın gerekli olduğunu vurguladılar. Örneğin Blair’in çok yakınında yer almış olan isimlerden Lord Mandelson “bir güzellik yarışması” gibi alelacele bir seçimin yanlış olacağını ve partinin 1980’lerdeki kadar sorunlu bir durumda olduğunu, 2010’dan itibaren çok ciddi stratejik hatalar yapıldığını ve partinin geleceği hakkında çok kapsamlı tartışmalara girişilmesi gerektiğini açıkladı. Bu arada İP’nin başkan yardımcısı ve halen başkanlık görevini fiilen yürüten Harriet Harman da, partinin ülkenin değişik yörelerindeki seçim performansı hakkında kapsamlı bir inceleme başlattığını belirterek, tartışmaların bir günah keçisi arama ve suçlama niteliği almaması yönünde uyarıda bulundu.
İP’de lider arayışı ve lider seçme yönelimi
Başkan seçimi ile ilgili takvim hemen açıklandı. Seçimde başkan yanında başkan yardımcısı da ayrıca seçilecek. Başkan adaylığı başvuruları 15 Haziran’da sona erdi. Seçimden kısa süre sonra belirli isimler ortaya çıktı, hatta bazı internet sitelerinde oylamalar başladı. Başkan ve başkan yardımcısı seçimlerinde postayla veya internet üzerinden oy kullanılacak. ve tüm üyelerin ve kayıtlı destekleyicilerin oy kullanması söz konusu. Kazananlar 12 Eylül’de açıklanacak, 27 Eylül’de de kongre toplanacak. Adaylar bu süre içinde programlarını ve İP’ni nasıl ve nereye doğru yönetmek istediklerini açıklayacaklar. Kuşkusuz partinin geleceği ile ilgili tartışmanın başkan seçiminden sonra da uzun bir süre devam etmesi beklenmelidir.
1979 yenilgisinden (MP’nin kazanması ve M. Thatcher’ın başbakan olması) sonra da tartışmalar ve değişim süreci yıllarca sürmüştü. Bu arada birkaç kez başkan değişikliği de yaşanmıştı. 1980-1983 döneminde sol kanattan Michael Foot’un başkanlığından sonra 1983-1992 arasında Neil Kinnock başkanlık yapmış ve 1987 ve 1992 seçim yenilgilerinden sonra istifa etmiş, yerine geçen John Smith ise 1994’te ölünce Tony Blair başkan olmuştu. Tony Blair ile İP arka arkaya üç seçim (1997,2001,2005) kazandı. Ancak bu başarının temelleri önemli ölçüde Kinnock döneminde atılmıştı. Blair’in, görevi Gordon Brown’a devretmesinden sonra 2010 seçimini kaybeden İP, Ed Miliband’i başkanlığa getirdi. Miliband’ın istifası yeni bir başkan seçimini gündeme getirdi.
Sırası gelmişken, başkan seçimi yöntemine değinmek de yararlı olacak. İP 2014 yılında başkan seçimi yöntemini değiştirdi ve yeni bir yöntem benimsedi. Bu yeni yöntemle “bir kişi bir oy” ilkesi geçerli olacak. Önceki yöntem daha karmaşıktı. Önceki yöntemde üç farklı kanaldan gelen oylar üçte bir oranında ağırlık taşıyordu. Söz konusu üç kanal şunlardı: a) İP üyeleri, b) Avam Kamarası’ndaki İP milletvekilleri ile Avrupa Parlamentosu’ndaki İP milletvekilleri, c) İP ile bağlantılı (affiliated) sendikalardan gelen oylar. Görüldüğü gibi, milletvekillerinin sayısı az olmakla birlikte, sonucu üçte bir oranında etkilemeleri söz konusuydu. Yeni yöntemde bu ağırlıklar kalkmış bulunuyor. Oy kullanan kişilerin tümünün oyları eşit. Oy kullanma hakkına sahip seçmen kitlesi üç kümeden oluşuyor: a) İP üyeleri, b) Bağlantılı sendikalarda üye olan İP destekçileri, c) Bireysel olarak İP destekçileri (bunların da oy kullanabilmek için 12 Ağustos’a kadar başvurmaları ve 3 sterlin ödeme yapmaları gerekiyor). Dolayısıyla oy kullanacak kişi sayısı üye sayısının oldukça üzerinde olabilir. 12 Ağustos’ta oy kullanma hakkına sahip kişiler kesinleşmiş olacak ve 14 Ağustos’ta oy pusulaları kendilerine gönderilecek. Oy verme süresi 10 Eylül’de son bulacak ve sonuçlar 12 Eylül’de özel kongrede açıklanacak.
Başkanlık seçiminde nasıl aday olunacağı da net biçimde düzenlenmiş durumda: Bir kişinin başkanlığa aday gösterilmesi için, İP’nin parlamentodaki üye sayısının en az %15’i kadar milletvekilinin imzasıyla önerilmesi (desteklenmesi) gerekiyor. Bu da aritmetik olarak aday sayısının en çok altı olabileceği anlamını taşır. Bugünkü milletvekili sayısına göre %15 oranının karşılığı 35 olduğu için, aday olabilmek için en az 35 milletvekilinin desteğinin alınması gerekiyor. Başkan adaylarına destek verilmesi süresi 9-15 Haziran arasındaydı ve bu süre sonunda dört milletvekilinin yeterli desteği aldığı kesinleşti: Andy Burnham (68 milletvekili desteğiyle), Yvette Cooper (59), Liz Kendall (41), Jeremy Corbyn (36). Bu isimlerden Corbyn en solda, Kendall en sağda demek yanlış olmaz. Yarışın esas olarak Burnham ile Cooper arasında geçmesi bekleniyor. Cooper kazanırsa, İP’nin ilk kadın başkanı olacak.
Seçimde oyların sayımında ve değerlendirilmesinde uygulanacak yöntemi de açıklamakta yarar var: Oy kullanacak olan partililer oy pusulasına tek isim yazmak yerine, adaylar arasında birinci tercih, ikinci tercih gibi bir sıralama yazıyorlar; Oylar sayılırken, önce birinci tercihler sayılıyor ve %50’yi geçen varsa, kazanıyor. %50’yi geçen yoksa, en az oy almış olan aday eleniyor ve ona oy verenlerin ikinci tercih olarak yazdıkları oylar ilgili isimlere ekleniyor. Bu işlemle %50’yi geçen varsa, o seçilmiş oluyor. Eğer yoksa, bu kez sonuncu sırada yer almış olan kişi eleniyor ve onun ikinci tercihleri ilgili isimlere dağıtılıyor. Şunu da belirtelim, bu yöntem oy verme ile ilgili literatürde bilinen ve desteklenen bir yöntem. Bir anlamda iki turlu yöntemin benzeri, yani ikiden fazla adayın katıldığı seçimlerde seçmen çoğunluğunun istemediği, fakat ilk turda birinci sırayı alan kişinin seçilmesi olasılığını önlüyor.
Seçim sürecinin önemli özelliklerinden biri de, dört adayın birlikte katıldıkları çok sayıda münazaranın gerçekleştirilmesi. Bunların çoğu yerel organizasyonlar oluyor, bazıları televizyonda yayınlanıyor. Ayrıca tabii kısa kayıtlarını internette bulmak da mümkün. Tüm adaylar 2020’de İP’nin iktidar olması hedefinden hareket ederek oy kullanacak seçmenleri kazanmaya çalışıyor.
Sonuç olarak, İP’nin yeni liderinin kim olacağı İngiltere için olduğu kadar, diğer ülkelerdeki sosyal demokratlar için de önem taşıyor.
*Prof.Dr. Burhan Şenatalar,
Bilgi Üniversitesi,
bsenatalar@gmail.com