Türkiye’de büyük sermayenin örgütü niteliğindeki TÜSİAD’ın Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan’ın “Liberal demokrasi, hukuk devleti ve piyasa ekonomisinin tüm dünyaya barış ve refah getireceği beklentisinin boş çıktığını itiraf etmek durumundayız” sözleri (18 Ocak) kamuoyunda epey ilgi çekti. Özilhan, son bir yıl içinde büyüme sağlamış ülkelerin pek azında liberal ekonominin hakim olduğunu ve Çin’in, devlet güdümündeki ekonomilerin bir gün mutlaka çökeceği inancını yerle bir ettiğini belirtti.
TÜSİAD’ın önemli isminin konuşmasında karşıt yönlere bakan iki unsur dikkat çekiyordu. Özilhan “Dünyanın ağırlık merkezi batıdan doğuya doğru kayıyor” ve “Değişime uyum sağlamak ve değişimin geniş kitleleri etkileyen sonuçlarıyla başa çıkmak için birçok ülkede, güçlü liderler dönemine girildiğini görüyoruz” diyerek Türkiye’deki mevcut rejimi ve o rejimin tezlerini adeta olumluyordu. Hatta devlet güdümündeki ekonomilerin hakkını teslim etmesini de, Türkiye’deki hukuk tanımaz ahbap-çavuş kapitalizmine dolaylı bir destek olarak yorumlamak mümkündü. Buna karşılık liberal değerlerden vazgeçecek kadar da ileri gitmiyordu: “Peki bu durum liberal değerleri anlamsızlaştırıyor mu? (…) Eğer uzun dönem eğilimleri açısından bakıyorsak (…) çoğulcu, özgürlükçü, demokratik rejimler dünyada refah ve barışı sağlamakta açık ara önde”.
24 Ocak Kararları’ndan beri kendi kurallarına göre işleyen bir piyasa düzeni için sürekli “reform”lar talep etmiş, özelleştirmeleri savunmuş, sosyal devletin tırpanlanmasını desteklemiş, kamu harcamalarının azaltılmasını istemiş, emeğin örgütsüzleşmesinden ve güvencesizleşmesinden yana olmuş TÜSİAD, denizin bittiği noktada liberal piyasa ekonomisini mahkum edebiliyor. Karları garanti edildiği sürece elbette bunu yapabilirler. İşadamı -yeni tabirle işinsanı- olmak bunu gerektirir. Koç Holding’in 2017’nin ikinci çeyreğindeki net karı 2016’dakine göre %54, üçüncü çeyreğindeki karı ise yine geçen yıla göre %32 artarak rekor kırarken, Tayyip Erdoğan da patronlara “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz” diyordu (12 Temmuz 2017).
Sağ ile aynılaşan sosyal demokrasi
Burada sol açısından çarpıcı olan, kendi kurallarına göre işleyen piyasa fikrine teslim olan sosyal demokrasinin, asıl sahipleri bile o fikirden vazgeçerken kendine hala bir çıkış yolu bulamamış olmasıdır. Avrupa’nın pek çok ülkesinde sosyal demokrasi büyük bir krizin içinde. Almanya, Fransa gibi pek çok ülkede geleneksel sosyal demokrat partiler girdikleri seçimlerden hezimetle çıkıyorlar ve tabanlarını sağ popülizme kaptırıyorlar.
Küreselleşmeyle uyumlu sosyal demokrasi anlayışı, 1990’lı yıllarda İngiltere, Almanya, Fransa ve bir dizi ülkede merkez sol partilerin iktidara gelmesini mümkün kıldı. Ancak bu durum, söz konusu partilerin geçmişlerine ve seçmenlerine ihanet etmeleri sonucunu doğurdu. Wolfgang Streeck’in ifadesiyle (New Left Review, 2017) “En geç 1980’lerin sonu itibariyle, neoliberalizm hem merkez solun hem de merkez sağın ‘yegane fikri’ haline geldi. Eski siyasal karşıtlıklar hükümsüz görülmeye başlandı. Dikkatler artık ulusal ‘rekabet gücünü’ arttırmak için ihtiyaç duyulan ‘reformlara’ odaklanmıştı ve bu reformlar her yerde aynıydı. Bunlar, daha esnek bir emek pazarını, -gelir dağılımının tepe noktası için pozitif, dip noktası için negatif olan- geliştirilmiş ‘teşvikleri’, mekan ve maliyet düşüşü için rekabette silah olarak kullanılmak üzere ve ahlaki dayanıklılık testi olarak özelleştirmeyi ve piyasalaştırmayı içeriyordu”.
Avrupa’da iktidar olanağı elde eden merkez sol partiler, militarist/emperyalist politikalar gütme konusunda da merkez sağ ile aynılaştı. Streeck yazısında, sosyal demokrat bir Alman savunma bakanının, ABD’nin talebiyle Afganistan’a gönderilen Alman askerleri hakkındaki “onlar Hindikuş Dağları’nda Almanya’nın güvenliği için bulunuyorlar” yorumunu hatırlatıyor. İngiltere’de Blair hükümetinin ABD’nin Irak işgaline iştahla katılması, Fransa’da Hollande hükümetinin kimi Afrika ülkeleri ve Suriye’ye yönelik müdahaleciliği gibi pek çok örnekte görüldüğü üzere sosyal demokrat iktidarlar, toplumsal sorunların çözümü için kullanılabilecek ulusal gelirin militarist politikalar yoluyla tekelci sermayeye aktarılması uygulamalarına imza attılar.
Solda umut veren liderler
Faşizmle akrabalık bağına sahip sağ popülizm, gelişmiş ülkelerde merkez sağı ve solu kemirerek yükselirken, olumlu anlamda sol popülist olarak tanımlanabilecek kimi liderler bu dalgaya karşı gerçek ve umut veren alternatifler olarak sivrildiler. Bulundukları ülkelerin koşullarına bağlı olarak elbette aralarında bir takım farklılıklar bulunsa da ABD’de Bernie Sanders, İngiltere’de Jeremy Corbyn ve Fransa’da Jean-Luc Mélenchon sosyalizan programlarıyla halktan rağbet gördüler. Sanders, finans kapitalin desteklediği Hillary Clinton’a karşı beklenmedik bir Demokrat alternatif olarak sivrilirken, İngiliz İşçi Partisi’nin sol kanadından Corbyn parti lideri seçilmeyi başarıp geçen yılki genel seçimde partisinin oyunu arttırdı. Merkez soldaki Sosyalist Parti’nin (PS) solunda yer alan Mélenchon ise cumhurbaşkanı seçiminde PS adayından çok daha fazla oy aldı ve ikinci tura kalabilmesi için gereken oranın yalnızca 1,7 puan gerisinde kaldı.
Yaşları itibariyle solun geleneksel değerlerini savunmaları hiç de şaşırtıcı olmayan ve bunları savunarak gençlerden yoğun destek alan üç lider pek çok konuda ortaklaşıyor. Ulusal gelirin yeniden-dağıtımı, zenginlerden daha çok vergi alınması, üniversite öğrencileri üzerindeki harç baskısının kaldırılması, eğitim ve sağlık gibi alanlarda kamu harcamalarının arttırılması gibi hususlarda her üçünün de siyasal programları örtüşüyor. Tabii Corbyn ve Mélenchon’un Sanders’dan daha solda olduğunu da not etmek gerekiyor. Her ikisi de ülkelerinin NATO’dan çıkmasından yana. Corbyn son seçim kampanyasında su dağıtım sistemi, demiryolları, posta idaresi ve ulusal gaz ve elektrik aktarım şebekesini kamulaştırmayı da vaat etti.
Çözüm, sağa değil sola kaymakta
Batı aleminde sosyal demokrat partilerin sosyalizmden uzaklaşmaları bir asır önce başladı ve çeşitli tarihsel/kritik dönemeçlerden geçerek ilerledi. Dünya sosyal demokrasisinde reformcu ve devrimci eğilimler uzun süre bir arada yürüdü. Ancak 1. Dünya Savaşı arefesinde -birkaçı hariç- sosyal demokrat partiler meclislerinde savaş bütçeleri lehine oy kullandı, hatta hükümetlere katıldı. 2. Enternasyonal’in dağılması ve Bolşevik Devrimi sonucu 3. Enternasyonal’in kurulmasıyla reformcu ve devrimci kanatlar kesin olarak birbirlerinden ayrıldılar. 2. Dünya Savaşı sonrasında, refah devleti kapitalizmi koşullarında sosyal demokrat partiler Marksist köklerinden tamamen uzaklaştılar, işçi sınıfı partisi olmaktan çıkıp herkesi yakalamaya çalışan partilere (“catch-all party”) dönüştüler. 1980’lerin sonundan itibaren ise, piyasa ile kamu yararı arasında denge kurmayı amaçlayan, sınıf uzlaşması prensibine dayanan çizgilerini de terk ederek bir kez daha sağa kaydılar.
Sosyal demokrasinin son yüz yıllık öyküsü her kritik dönemeçte sağa sapma ile şekillendi. Gelinen nokta ortada.
Öte yandan yaşadığımız dünya pek çok bakımdan 20. yüzyıl başlarını anımsatıyor. İngiltere, Fransa ve Almanya’da 1914 öncesinde özel servetlerin değerinin 6-7 yıllık milli gelire karşılık geldiğini anımsatan Fransız iktisatçı Thomas Piketty, “21. yüzyılın başına geldiğimizde özel servetler 1. Dünya Savaşı’ndaki tepe noktalarına geri dönmüş gibi görünüyorlar” diyor. Piketty’ye göre “Sermaye/gelir oranı 2000-2010 döneminde hem İngiltere’de hem de Fransa’da 5-6 yıllık milli gelire karşılık gelen bir seviyede”. Piketty’nin bulguları yalnızca adı geçen birkaç ülkedeki değil, ABD başta olmak üzere gelişmiş ülkelerin çoğundaki durumu betimliyor.
“Yükselen Pazarlar” ve azgelişmiş ülkelerdeki durum apayrı bir yazının konusu; ama, eğer gelişmiş ülkelerdeki adaletsizlik ve eşitsizlik 20. yüzyıl başındaki düzeydeyse, solun reçetesi de o zamanki solun reçetesine benzemelidir.
*Burak COP
Siyaset Bilimi, Doç. Dr.
burakcop@yahoo.co.uk