Devlet ve bireyin çıkarları, tarih sahnesinde durmaksızın çarpışmaktadır. Bu yüzden, söz konusu ikili sürekli birbirini sınırlandırma eğilimindedir. Bu noktada, yazının girişini, sonda söyleneceği başta söyleyerek oluşturmak isterim: Sol ve sosyal demokrasinin varlığı, birey ile devlet çatışmasını yaratıcı bir savaşıma dönüştürmektedir. Sosyal demokrasinin mevcut olmadığı yerde bu çatışma, toplumsal yaşamı ne halk ne de idare lehine ilerletecek bir mahiyette dönüştürebilmektedir.
Devlet ve vergi
Devlet olarak teşkilatlanmanın temelinde vergi vardır: Verginin temelinde ise cebren aksiyon; yani zorlayıcı eylem. Bu durum, devlet ile birey çekişmesinde çubuğu devletten yana bükmek demektir. Diğer tarafta birey, mutlak edilgen olarak konum almaktadır. Ancak, tarih böyle durağan ve lineer bir doğrultuda ilerlemiyor elbette. Uygarlık tarihine sirayet etmiş en önemli eşiklerin vergi sebebi ile oluştuğunu söylemek gerekir. Bireyin idareye karşı vergi hususundaki edilgenliğini mutlak mertebesinden kurtarmak için yaptığı mücadele, halk lehine büyük kazanımların elde edilmesine yol açmıştır. Magna Carta (1215) ve Haklar Bildirgesi (1689), mutlaklığından sual olunmaz otoritelerin vergi tarh etmekteki yetkilerine getirilen sınırlamaları içermektedir. Amerikan Devrimi, anavatan İngiltere’nin uyguladığı vergi rejimine ve Fransız Devrimi de yine kralın keyfi ve sınırsız vergi gücüne karşı geliştirilen direniş ve mücadelelerdir. Sonuçları ve gelişimi bakımından denk olmasa da, bizim topraklarımız için de 1804 tarihli Sened-i İttifak’ı bu minvalde örnek olarak verebiliriz.
Demokrasi, “devlet” dediğimiz ve kişilerden bağımsız, devasa teşkilatın ve onun işleyişinin, günümüzde ulaştığı merhalenin halkın lehine olması için oluşturuldu. Demokrasinin işlemesi için de temeline hukuk harcı atıldı. İnsanlık ve yarattığı uygarlık, kurallardan ve kurumlardan azade bir yaşamın mümkün olabileceği kademeleri çoktan aştı ve tüketti. Bugün, örgütlenmemiş herhangi bir oluşumun varlığını koruyabilmesi ya da devam ettirebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla en büyük örgütümüz devlet; biz olmadan, bizim refahımızı gözetmeden ve bize rağmen hareket edemez. Vergi ihdas etmek de devletin alelade bir örgüt olmadığının en büyük ve önemli ayırt edici özelliğidir. Vergi, uygarca yaşamak için ihtiyacımız olan düzenlemeler karşılığında ödediğimiz bedeldir. Bu fedakarlığımızın sınırları ise hukuk ile belirlenir. Devletin elinde vergi kılıcı varsa bizim de hukuk kalkanımız vardır. Kılıcın kalkanda şakırdamadığı bir düzen bizce hülyadır. Bizim derdimizi oluşturan şey, kalkanlı tarafın diz çökmesini önlemektir.
Hukuk ve vergi
Öyleyse gelelim istediğimiz vergi rejiminin hangi unsurları içermesi gerektiğine. Hukuk; medeniyet kurmaya mahkûm kalmış insanlığın toplumsal yaşamı dizayn edip sürdürülebilirliğini sağlayan en önemli kurumu, deyim yerindeyse “Aşil Topuğu”dur. Bugün geldiğimiz eşikte, onlarca toplumsal yaşam formlarını aşarak modern devletler oluşturan insan uygarlığının insana yaraşır, onurlu bir hayata sahip bireylerden oluşmasını sağlayan ve sağlaması mümkün olan yegâne unsuru, yine hukuktur. Hukuk, vergi salımına karşı en büyük şerhimiz ve en temel koşulumuzdur.
İşte bu nokta, karşımıza verginin yasallığı ilkesi olarak çıkıyor. Kanunsuz vergi, hiç kuşkusuz ki, olmaz. Zira bir devlet, meşruluğunu hukuki olmasına borçlu olduğuna göre, varlığını tesis edeceği vergiyi salmasını da, onun tahsilini de kanun yolu ile gerçekleştirmek zorundadır. Ayrıca bu kanunlar öyle fazla ve zorlu nitelikler taşımalıdır ki vergilendirme işlemi gerçekleşebilsin. Şöyle ki; konusu vergi olan kanun, yoruma fırsat vermeyecek ölçüde netlik taşımak zorundadır. Son tahlilde yapılacak işlem bir cebri icradır ve verginin muhatabı olan yurttaş -yani mükellef- edilgen pozisyondadır. Belirliliği tartışma yaratacak vergi yasasının uygulanması, devlete olan güveni sarsacak ve murat edilenin kamu yararı olduğuna dair ciddi şüpheler uyandırabilecektir. Ayrıca vergi yasasının, okunduğu zaman açıklığı şüphe götürmemesi gerekir ki, aynı duruma benzer başka bir kanun hükmü ile kıyas yapılamasın ve mükellef tabii ki başka yasaların çok daha ağır müeyyideleri ile karşı karşıya kalmasın.
Yeni çıkarılan bir vergi yasası, geçmişte bir kişinin yaptığı bir eylemi, vergiyi doğuran olay olarak tanımlayabilir ve -eğer yasaların geçmişe yürütülemeyeceği ilkesi hayata geçirilmemişse- kişi kendisini bir anda o verginin mükellefi olarak bulabilir, hatta cezalı tarhiyata muhatap olabilir. Kimse hayatın olağan akışı içerisinde yaptığı eylemleri, ileride vergiyi doğuran bir işleme sebep olabileceği ön koşulu ile yapmaz veya bu sebeple yapmaktan da imtina edemez.
Vergide ölçülülük
Konusu vergi olan her olayda kamuya borçlanacağımız her tutar, muhakkak ki hayatımızı tümden altüst etmemelidir. Yazı genelinde hâkim olan görüş uyarınca, hem idarenin hem mükellefin birbirlerine sımsıkı bağlı olduğunu düşündüğümüz refah düzeyleri makul mertebeye ermiş gelecekleri için vergi tutarları ölçülü olmalı, -demokrasinin temeline dinamit döşemedikçe- hiçbir vergi ihlali kişiyi hürriyetinden alıkoyucu yaptırımlar ile cezalandırılmamalıdır. Ölçülü olmayan her vergi, tahsilatı imkânsız hale getirip devletin bindiği dalı kesmesine yol açar. Ölçülülük ilkesi, uygulanması en zor ilkedir diyebiliriz. Zira hem vergiye uyumu gönüllü biçimde sağlamak için makul vergilendirme politikaları izlemek, hem de bu hassas uygulamaların vergi kaybı yaratmasını ve kaçakçılığı teşvik etmesini engellemek ve elbette bunları eşzamanlı yapmak oldukça zor bir süreç gerektirir.
Vergilendirmede ölçülülük ilkesinde istikrar ve denge sağlanamazsa, bu durum bizleri en temel anayasal haklarımız olan mülkiyet ve miras haklarımızın iğdiş edilmesine kadar götürür. Çünkü denge bozulduğunda, tarih sahnesinde çatışması hiç bitmeyen iki taraf kendince varlığını borçlu olduğu unsurun ortadan kalkacağını öngörerek yaşamak için hukuk sınırlarını aşan tepki verecektir. Devlet, vergi tarh ve tahsilini keyfiyete döktüğünde karşılığını suç olarak bulacaktır. Bunun anlamı, tutar biçiminde kayıp ve hukuksal zeminde suçun getireceği aidiyet zedelenmesidir. Birey için de benzeri durum söz konusudur. Vergi olgusunu esastan reddeden birey, sahip olduğunu düşündüğü tüm hakların özgürce kullanımını sağlayan düzlemi ayağının altından kendi iradesiyle çekip atıyor demektir. Bunun da karşılığını haklarını hür biçimde kullanamamak olarak bulacaktır.
Vergi ve sınıflar
Buraya kadar getirdiğimiz vergi meselesinin tarihsel gelişimi ve vergisel uygulama ilkelerinin genel aktarımı akabinde projeksiyonu günümüze tutmak gerekir. Solun ve sosyal demokrasinin tarif ettiği toplumsal yaşam formasyonu, uygarlığın seyrinden azade değildir; olamaz da. Koşulsuz hukuk düzeni savunusu, müthiş spesifik bir ideolojik ilke değil, uygarlık aşamasının ta kendisidir. Devletçilik ya da kamuculuk olarak addettiğimiz olguyu da, -iddia edildiği üzere- bireyi ıskat etmeyi değil bireyin tarihten ve dolayısıyla anayasadan gelen ne kadar hakkı varsa muhafazası ve tabii ki yeni haklar kazanmasının bireysel insaf düzeyinden kurtarılmasını amaçlayan güç olarak anlamalıyız.
Kamu otoritesi ve şahsi hürriyetin savaşımı olarak durmaksızın tezahür eden şey, muhakkak ki sınıf mücadelesidir. Ülkemizde solun ve sosyal demokrasi uygulamalarının izleri uzun süredir hatırı sayılır düzeyde kalmamıştır. Bu sürede vergi arenasında gerçekleşenler, sermaye sınıfına imtiyazların en büyüklerini, emekçi ve işçi sınıfının sırtına ise hep yüklerin en ağırını bindirdi. İki yıla kalmadan birbiri ardına çıkarılan yapılandırma kanunları, istisna ve muafiyetlerin tercihleri, çalışan bireye yönelik ücret politikaları ve bağımsız çalışma seçeneğine yönelenlere, emeklilere, öğrencilere ve işsizlere yüklenen ve asla kaçamayacakları dolaylı vergilerin tümü şunu işaret etmektedir: Konu vergi olduğunda herhangi bir hukuk devletinde uygulanacak hiçbir anayasal ilke burada uygulanmamaktadır. Liberal ideolojinin mutlak doğru olarak aktarıp meşru kılınmasını istediği devletçi uygulamaların tasfiyesine yönelik savunular gücünü tarihten almaktadır. Buna karşın şu anda fiilen içinde bulunduğumuz tutukluk da inkâr edilemez. Hatta ne yazık ki, güya halktan kopuk olmamak için, liberal tezlere haklılık payesi vererek bir hat örülmesi gerektiği fikri savunulmaktadır. Sol ve sosyal demokrasi; devlet ve bireyin, emek ve sermayenin nasıl tarif edileceğini vergi başlığında yeniden düşünebilir. Düşünmelidir de!