Bilindiği üzere, 11 Ocak 2016 tarihinde Barış için Akademisyenler (BAK) inisiyatifinin ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ başlıklı bildiri metninin kamuoyu ile paylaşılmasının ardından imzacı akademisyenler, siyasal iktidar ve ona yakın medya organları tarafından adeta linç edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, metni imzalayan akademisyenleri, bir taraftan ‘terör destekçisi, vatan haini’ gibi siyasal düzen karşıtı sıfatlarla kriminalize ederek idari ve yargı erki üzerinde baskı kurarken, diğer taraftan kamuoyunda bu akademisyenleri ‘aydın müsveddeleri, kapkaranlık insanlar, zalim’ gibi hakaretamiz ifadelerle nitelendirerek itibarsızlaştırmaya çalışmıştır. Bu çerçevede hızla imzacı akademisyenler hakkında üniversiteler tarafından disiplin soruşturmaları açılmış; kimisi görevinden uzaklaştırılırken, bir kısmı ise çalıştıkları vakıf ve devlet üniversiteleri tarafından işten çıkarılmıştır. Üniversitelerde açılan idari soruşturmaların yanı sıra, Cumhuriyet Başsavcılıkları çeşitli illerde ceza soruşturmaları başlatmıştır. Olağanüstü Hal’in ilanın ardından ise çeşitli tarihlerde çıkarılan kararnamelerle BAK bildirisi imzacıları da dahil çok sayıda akademisyen ihraç edilmiştir. Bildiri metninin içeriğine yönelik tartışmalar bir yana, devamında yaşanan bu gelişmeler, Türkiye’de bilimsel özerkliğin ve akademik özgürlüğün sınırlarının yeniden nasıl çizildiğini ve siyasal iktidarın bu sınırları belirlemede takdir marjını ne kadar genişlettiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Bilimsel özerkliğin yani bilim özgürlüğünün tam olarak sağlanabilmesi kurumsal özerkliğin kabulü ile mümkündür. Özerklik, bir kurum olarak üniversitelerin, herhangi bir otoritenin etki ve baskısından muaf, kendi yönetimini ve denetimini sağlayabilmesidir. Türkiye’de bilimsel özerklik sınırlı da olsa anayasal düzenlemelerle koruma altına alınmıştır. 1982 Anayasası da bilimsel araştırma yapmak üzere bilimsel özerkliğe sahip üniversitelerin kanunla kurulacağını hüküm altına alarak (md. 130) her ne kadar sadece bilimsel özerkliği düzenlemişse de, AYM tarafından bilimsel özerklik kavramı, hem kurumsal özerkliği hem de akademik özgürlüğü içerecek şekilde geniş yorumlanmıştır. Örneğin, Mahkemenin 1990 tarihli bir kararında, üniversiteler Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan temel niteliklere sahip bir hukuk devletinin üniversitesine yakışır biçimde öğretim, araştırma ve yayın konularını belirlemek ve yürütmek ve ilgilerini bu doğrultuda çalışmaya yöneltmek serbestliğine sahip kılınmışken (E. 1990/2, K. 1990/10, T. 30.5.1990); 2010 tarihli bir kararında yine Mahkeme, üniversitelerin, Anayasa uyarınca bilimsel çalışmaların yapıldığı ve bilimin öğretildiği kurum olarak, bilimsel ve idari özerkliğe sahip olduğunu ve diğer kamu kurumlarından farklı değerlendirildiğini ve öğretim üyelerinin de kamu görevlisi olmakla birlikte genel sınıflandırma içinde ayrı bir yer verilerek kendilerine özgü önem ve değerde bir meslek sınıfı olduğunu belirtmiştir.” (E. 2010/29, K. 2010/90, T. 16.07.2010).
Akademik özgürlük bazı ülkelerde doğrudan ayrı bir hak biçiminde bazı ülkelerde ifade özgürlüğü kapsamında tanımlanmıştır. Türkiye gibi, birçok ülkenin anayasasında ya da temel haklara ilişkin uluslararası sözleşmelerde ise ayrı bir düzenlemeye yer verilmemiştir.[1] Bununla beraber, akademik özgürlük, Türkiye’nin de taraf olduğu UNESCO’nun 11 Kasım 1997’de kabul ettiği Yüksek Öğretim Akademik Personelinin Durumuna İlişkin Tavsiye Kararı’nda ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin 2006 tarihli Akademik İfade Özgürlüğü Hakkındaki 1762 sayılı tavsiye kararında düzenlenmiş ve koruma altına alınmıştır. Söz konusu kararların bağlayıcı vasfı bulunmamakla birlikte, akademik özgürlük ve meslek etiği kurallarının asgari ölçütlerinin belirlenmesinde temel referans özelliği bulunmaktadır. Bu kararlarda kabul edilen genel görüşe göre, akademik özgürlük, bir öğretinin buyruğu ile sınırlanmadan öğretme ve tartışma özgürlüğü, özgürce araştırma yapma ve bu araştırmanın sonuçlarını yayma ve basma özgürlüğünü, içinde çalıştıkları kurum ve sistemi eleştirme özgürlüğünü, kurumsal bir sansürden bağımsız olma hakkını, temsili ve mesleki akademik organlara katılma özgürlüğünü içerir[2].
AİHS’de akademik özgürlük doğrudan düzenlenmediği için, AİHM kararlarında akademik özgürlük fikir özgürlüğü ve bilim ve sanat özgürlüğü kapsamında değerlendirilmektedir. Örneğin Sorguç/Türkiye kararında, akademik özgürlük, akademisyenin içinde çalıştığı kurum ve sistem hakkında kendini özgürce ifade etme serbestisi ile herhangi bir sınırlama olmadan bilgi ve gerçeği yayma özgürlüğü olarak tanımlanmaktadır[3]. Mustafa Erdoğan/Türkiye kararında, AİHM, akademisyenlerin özgürlüklerinin yalnızca akademik ve bilimsel araştırmalarla sınırlı olmadığını, akademisyenlerin araştırma, mesleki uzmanlık ve yeterlilik alanlarındaki görüş ve fikirlerini, tartışmalı dahi olsa özgürce ifade edebilmesini belirtmiş ve bu özgürlüğün gerektiğinde kamusal kurumları inceleyip eleştirebilmesini kapsadığını da eklemiştir[4].
Bütün bu anayasal ve uluslararası düzenlemelere rağmen, Türkiye’de bilimsel özerklik ve akademik özgürlük hiçbir zaman tam olarak sağlanamamıştır. Şenatalar’ın ifade ettiği gibi, dönemden döneme değişse de her dönem en az bir sakıncalı görüş olmuştur. Örneğin 1915 Olayları, Kürt Sorunu gibi resmi görüşe aykırı düşünceler her daim ‘riskli’ görülmüştür. Gerçekten devletin baskısı ve siyasi iktidarın tahakkümü her zaman kendini göstermiştir. Bu bağlamda, konunun güncel önemi nedeni ile bu yazıda da hatırlatmak gerekirse, 1933 üniversite reformu adı altında gerçekleşen tasfiye, 1946 Muzaffer Şerif, Pertevnaili Boratav, Behice Boran, ve Niyazi Berkes’in uzaklaştırılmaları, 27 Mayıs askeri müdahalesinden sonra 147 öğretim elemanı üniversiteden çıkarılması, 12 Mart döneminde gerçekleşen görevden uzaklaştırmalar ve 12 Eylül döneminde 1402 sayılı yönetim kanununa dayanılarak yapılan görevden uzaklaştırmalar akademik özgürlüğün çiğnendiğinin en ağır örneklerini oluşturmaktadır[5]. Bugün, KHK’lar yoluyla yapılan tasfiyeler de tahakkümcü zihniyetin tarihsel süreçteki son halkasıdır.
Bir toplumsal düzenin insan onuruna saygılı ve adaletli olabilmesinin temel şartlarından biri düşünce ve vicdan özgürlüğü ile ifade özgürlüğüne sahip olabilmesidir. Türkiye hukuk sisteminde, bu özgürlüklerin genel korunması, hem iç hukukta hem de başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS md. 9 ve md. 10) olmak üzere birçok uluslararası sözleşmede düzenlenmiştir. Anayasanın 25. maddesi uyarınca herkesin düşünce ve kanaat hürriyetine sahip olduğu ve her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimsenin düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamayacağı ve suçlanamayacağı belirtilmiştir. Yine 26. maddede “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” AİHS’nin 10. maddesine paralel bir düzenlemeyle güvence altına alınmış; 27. maddede basın özgürlüğü, 28. maddede ise süreli ve süresiz yayın hakkı düzenlenmiştir.
Tüm bu anayasal değerlere rağmen, düşünce ve ifade özgürlüğü devletin varlığına ve bekasına yönelik tehdit kaygılarının sürekliliği nedeniyle Türkiye’de her zaman askıya alınan temel sorunlardan birisi olmuştur. Bu durumu, AİHM’in ifade özgürlüğünün ihlali yönünde verdiği kararların fazlalığı da doğrulamaktadır. AİHM’in ifade özgürlüğünün ihlaline yönelik aldığı kararların çok büyük bir kısmının esas nedeni, ifade özgürlüğünü kısıtlayan mülga Türk Ceza Kanunun (TCK) 312. maddesi ile 3713 sayılı TMK’nın mülga 8. maddesinin -bugün karşılığı olan hüküm TMK md. 7’de düzenlenmiştir- 1990’lı yıllarda etkin şekilde uygulanmasıdır. Günümüzde, mülga TCK md. 312’nin yerini alan TCK md. 216 ile ifade özgürlüğü Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde biraz genişletilmiş gibi görünse de, aslında 301 md. ile ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalara devam edilmektedir.[6] En önemlisi de “devlet güvenliği” merkezli bakış açısı korunarak, bayrak, milli marş ve devletin egemenliği gibi kutsallık atfedilen kavramlar hükümetler tarafından siyasal düzenin korunması adına temel hak ve özgürlükleri sınırlandırmanın bir aracı olarak kullanılmıştır.
Nitekim her kriz döneminde olduğu gibi, içinden geçtiğimiz bu olağanüstü dönemde de; devlet güvenliği veya kamu düzeni, ifade özgürlüğünün ve dolayısıyla akademik özgürlüğün sopası olarak devreye girmiştir. Çok sayıda gazeteci, insan hakları savunucusu veya akademisyen, görüşleri veya yaptıkları haber veyahut imzaladıkları bir bildiri nedeniyle gözaltına alınmakta; tutuklanmakta veya mesleğinden men edilmektedir. Bütün bu suçlamaların hukuki alt yapısının dayanağı ise terör ve terörle mücadeledir. Olağanüstü Hal Rejiminin ilanının ardından 1 Eylül 2016 tarihli KHK ile başlayan ve ilerleyen tarihlerde çıkarılan kararnamelerle, aralarında birçok BAK bildirisi imzacısının da bulunduğu çok sayıda akademisyen, ‘terör örgütlerine veya milli güvenlik kurulunca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisaki yahut bunlarla irtibatı olması’ gerekçesiyle kamu görevinden çıkarılmıştır. Kamu görevinden çıkartılan bu kişilere bazı üniversiteler tarafından açılan fakat hukuki mesnetten yoksun oldukları için sonuçlandırılamayan idari soruşturmalar dışında, somut bir suç isnad edilmediği gibi haklarında o dönemde bir ceza kovuşturması dahi açılmamıştır.
Terörle mücadele düzenlemelerinin ifade özgürlüğü üzerindeki etkisi
İfade özgürlüğü, Anayasa Mahkemesi’nin de ifade ettiği üzere, herkes için öngörülmüş bir anayasal hak olup, demokratik toplumun temelini oluşturan ana unsurlardan ve toplumun ilerlemesi ve bireyin gelişmesi için gerekli temel şartlardan birini oluşturmaktadır (E. 2016/25, K. 2016/186, T. 14.12.2016). AİHM, ifade özgürlüğünü oldukça geniş yorumlayarak, devlet ve toplumun bir kısmına aykırı gelen kural dışı, rencide edici, şok edici veya rahatsız edici düşünceler için de ifade özgürlüğünün gerekli olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla, AİHM’e göre bunlar “demokratik toplum” için şart olan çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin gerekleridir. Bu bakımdan AİHM, hakaret ve iftira hakkında özgürlüğü kısıtlayıcı cezayı orantısız bir ceza olarak kabul etmekte; Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı bünyesinde kurulan Basın Özgürlüğü Temsilciliği (Representative on Freedom of the Media) ise, taraf devletlere doğruluk ve onura ilişkin sözlü saldırıların ceza değil hukuk mahkemeleri tarafından incelenmesi gerektiğini önermektedir.
İfade özgürlüğü, eleştiri niteliğindeki düşünce açıklamalarını da kapsar. Esasen ifade özgürlüğünün nihai hedefi eleştiri özgürlüğünün güvence altına alınmasıdır. Dolayısıyla düşüncelerin açıklanması ve paylaşılması esnasında kullanılan ifadelerin sert olması doğal karşılanmalıdır. AİHM konumları gereği toplumun eleştirisine açık olan ve her türlü araçla kamuoyuna ulaşabilen siyasetçiler ile devlet makamlarının, kendilerine yönelen eleştirilerde, ifade özgürlüğünün kapsamını daha geniş yorumlamaktadır. Mahkemeye göre, ‘söz konusu Hükümet ise, eleştirinin sınırları bir vatandaş, hatta bir politikacıya tanınandan çok daha geniştir. Demokratik bir sistemde, Hükümetin yaptıkları veya ihmalleri, sadece yasama ve yargının değil, aynı zamanda basının ve kamuoyunun da yakın denetimine tâbi olmalıdır’ Dolayısıyla, Mahkeme, özellikle kamu yararını ilgilendiren siyasi konuşma ve tartışma alanında ifade özgürlüğüne kısıtlama getirilmesi hususunda Sözleşme’nin 10. maddesinin 2. fıkrasının dar bir uygulama alanı olduğunu vurgular.[8]
AİHM şiddet içermeyen ifadelerin, AİHS’nin 10. madde korumasından yararlandırılması gerektiğine defalarca karar vermesine rağmen, Türkiye, ifade özgürlüğüne yönelik katı tutumunu yumuşatmak yerine özellikle böylesi olağanüstü dönemlerde daha da sertleştirmektedir. Bu durum özellikle Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında görülen davalarda daha açık görülmektedir[9]. Belirtmek gerekir ki, terör veya terörizm taşıdığı siyasi karakter nedeniyle salt hukuki bir kavram olarak nitelendirilmemelidir. Bunun önemli sonucu ise, terör veya terörizmi belirlemenin sınırsız olamayacağı ve insan haklarını zarara uğratacak bir keyfiyet düzeyine ulaşılamayacağıdır.[10] Aslında terör niteliğindeki suçlarla mücadelenin ana sorunsalı, terör sorunu karşısında devletlerin öne sürdükleri çözüm tarzlarının demokratik toplum gerekleriyle uyuşmasının ve korunmak istenen hukuki yararla, insan haklarına getirilecek sınırlandırma arasında bir denge kurulmasının sağlanmasıdır.[11] AİHM, genel olarak, terörle mücadele ile bağlantılı sorunlarda, mücadelenin gereklerini ve zorluklarını göz önünde tutarak devletlerin takdir marjının bulunduğunu kabul etmekte ise de, bu yetkinin demokratik toplum gerekleri ile sınırlı olduğunu, dolayısıyla terörizmle mücadele amacıyla dahi olsa, her türlü tedbire başvurulamayacağını ifade etmektedir.
Nitekim AİHM, başvuranın kitabında Kürt sorununa ilişkin görüşleri nedeniyle, TMK uyarınca devletin bölünmez bütünlüğü aleyhinde propaganda yaptığı iddiasını içeren Başkaya ve Okçuoğlu/Türkiye davasının değerlendirmesinde; yerel makamların, başvuranın akademik özgürlük hakkını, Türkiye’nin güneydoğusundaki durumun farklı bir bakış açısıyla bildirilmesine ilişkin kamu haklarını dikkate almadığı gerekçesiyle ifade özgürlüğünün ihlali olarak görmüştür.[12] Mahkeme, ifade özgürlüğünün ihlali iddialarını içeren kararlarında, iktidarın kendisine yöneltilen eleştirilere karşı kendini savunabilecek araçlara sahip olduğu sürece, güvenlik tedbirlerine ya da cezai yaptırıma başvurmaması gerektiğini kabul etmektedir. Bu çerçevede, BAK bildirisinin de şiddeti teşvik etmeyip tam tersine ülkenin bir kısmında gerçekleşen şiddet ediminin bir an önce sonlandırılıp müzakerelere yeniden başlanması talebi içerdiğini belirtmek gerekir.
[1] Çiğdem Sever, Berke Özenç, Akademisyenlerin Özgürlükleri, Güncel Hukuk Dergisi, Mart 2016/3-147, s. 13-15.
[2] http://portal.unesco.org/en/ev.php-URL_ID=13144&URL_DO=DO_TOPIC&URL_SECTION=201.html.
[3] Sorguç v. Türkiye, 17089/03, 23.09.2009.
[4] Mustafa Erdoğan ve diğerleri v. Türkiye, 346/04 ve 39779/04, 27.05.2014, p. 40.
[5] Konuya ilişkin detaylı bilgi için bkz. Burhan Şenatalar, Akademik Özgürlük Çok Gerekli, Çok Eksik, Güncel Hukuk dergisi, Mart 2016, 3-147, s. 18-19.
[6] 5237 sayılı ve 26.9.2004 tarihli TCK (RG:12.10.2004/25611).
[7] Danıştay 15. Daire, E. 2016/9625, K. 2016/5810, T. 1.12.2016; Anayasa Mahkemesi Kararı, E. 2014/86, K. 2015/109, 25.11.2015.
[9] Terörle Mücadele Kanunun ifade özgürlüğü üzerindeki potansiyel etkisi hakkında bkz. Berivan Gökçenay, “The Issue of Basic Rights and Liberties In Turkey-EU Relations Century” (der.) Özden Zeynep Oktav, Turkey in the 21st Century: Quest for a New Foreign Policy, Aldershot, Burlington: Ashgate, 2011, s. 200-204.
[10] Çetin ÖZEK, “Terör ve Terörle Mücadele Kanunu”: 65 (1991) 4-5-6 İBD, s. 358.
[11] Hamide ZAFER, Ceza Hukukunda Terörizm, İstanbul 1999, s. 6.
[12] Başkaya ve Okçuoğlu v. Türkiye, 23536/94 ve 24408/94, 8.7.1999, p. 65.
[13] Esra ATALAY, Bilim Özgürlüğü, İÜHFM C. LXVIII, 2010. S.1-2, s. 19.
[14] Mustafa ERDOĞAN, İfade Özgürlüğü ve Sınırları, İfade Özgürlüğü – İlkeler ve Türkiye – İletişim Yay., İstanbul 2007, s. 20 ve 27.
*Berivan GÖKÇENAY
Uluslararası Hukuk, Dr.
berivangokcenay@yahoo.com