28 Haziran, derginin bu sayısında yayımlanacak yazıların teslim edileceği son tarihti. İstanbul ile ilgili hislerimi satırlara döktüğüm aşağıdaki metni bitirme telaşındayken, yaşadığım ve çalıştığım semtlerin dışında İstanbul’da en çok zaman geçirdiğim yer olan Atatürk Havalimanı’nda o patlama meydana geldi.
Her ay defalarca çıkış ve giriş yaptığım dış hatlar terminalinde, onlarca beden kurşunlarla tarandı, bombalarla parçalandı. Belki de yıllık iznime denk geldiği için, tatilde olduğum için bugün hayattayım. Ama ne acıdır ki, bir sonraki olası saldırıda piyangonun bana, aileme veya tanıdığım herhangi birine denk gelmeyeceğinin garantisi yok…
Ülkemizi 14 yıldır yöneten iktidarın bir zamanlar “öfkeli çocuklar” diye tanımlayarak hafife aldığı, basın yayın organlarında yayımlanan birçok belgeye ve iddiaya göre de “işine geldiği sürece” desteklediği İŞİD denilen bir küresel örgüt; 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın ana sponsorlarından biri olan, AKP’nin medar-ı iftiharı “Turkish Airlines”ın “Hub”ını, aktarma merkezini bombalarla yerle bir etti. O patlamanın göğe yükselen dumanı bu güzelim şehrin ırzına geçenlerin işlerini bitirdikten sonra yaktıkları sigaranın dumanıydı…
Son seçimde %50 oy almış iktidarın patlamaya ilişkin hislerini saldırıdan 36 saat sonra İzmit Körfezi üzerine inşa ettikleri köprünün açılış kutlamalarında gördük. Başbakan’ın “ramazan bayramı öncesinde bayram yaşıyoruz” diyerek taçlandırdığı konuşması esnasında patlatılan konfetiler havada uçuştu.
Dini bütün insanlar oldukları için tabii ki şampanya patlatmamış, uçuşan rengarenk kağıt parçalarının yağmuru altında bayramlarını kutlamışlardı. “Değerli” siyasilerimiz -ki bunlardan biri patlatılan havalimanının bulunduğu, ülkenin en büyük şehrinin belediye başkanı olur- çektikleri “selfi” fotoğraflarla mutluluklarını ve bakımlı dişlerini tekmil-i birden cümle aleme gösterme yarışındaydılar.
O esnada ise benim, sizin ve milyonlarca bizler gibi temiz, dürüst, ahlaklı insanın içi yanıyordu… Aynı Berkin ELVAN’ın cenazesinde, Ali İsmail KORKMAZ’ın gülümseyen yüzünü gördüğümüzde olduğu gibi içimiz yanıyordu…
Eşek arıları…
Ben 1968 yılının soğuk bir kış akşamında İstanbul’da doğdum.
Dünyanın; aşkın, özgürlüğün ve başkaldırının egemenliğine doğru yelken açtığı, Nazım’ın “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” diye tarif ettiği ütopyanın yaşanabileceğini gördüğümüz; Rönesans ile temelleri atılan, 1789 Fransız Devrimi ile kitleselleşen, Ekim Devrimi ile devam eden ve bu topraklarda 1923 yılında vücut bulan hümanist, yurtsever, laik ve toplumcu hareketlerin günümüz dünyasında sahne aldıkları yılda…
Binlerce yıllık tarihinde ev sahipliği yaptığı farklı kültürlerle, boğazıyla, neşesiyle, hüznüyle eşsiz, benzersiz bir şehirde…
Bu şehir, insanlık tarihinin her evresinde çekiciliğini muhafaza etmiş, ergenliğe adım atılan delikanlı yaşlardan hayatının son basamağına her erkeği baştan çıkartabilen olgun, tecrübeli ve büyüleyici bir kadın… Ben bu kadına sanırım doğduğum gün aşık oldum. Ondan ilk ayrıldığımda 7 yaşındaydım. 1975 yılında, anne ve babamın görevi nedeniyle, ilkokul ikinci sınıfa başladığım sene. Uzağa, Doğu Karadeniz’e gittim. O yıllarda kolay değildi ha deyince bir yerden bir yere seyahat etmek. Sonsuza kadar İstanbul’dan uzak kalacakmışım gibi hissediyordum. Oradaki evimizin penceresinin geniş pervazında oturur, kalın perdeyi üzerime çeker ve saatlerce İstanbul diye ağlardım. Çocukluğumun ilk evresinin geçtiği Çemberlitaş’ın sokakları, Mahmutpaşa’nın yokuşu, Eminönü-Sirkeci’nin deniz kokan kıyısı için ağlardım.
İlk sağlam dayağı da onun için yedim
Büyük şehirden küçücük kasabasına gelen öğrencisi ile “uğraşmaktan” keyif alan öğretmenim bana “köyü anlat” dediğinde kafam karışmış ve Doğu Karadeniz’de, ders kitaplarında resmi olanlara benzer bir köy görmediğimden sorusunu “hiç köy görmedim” diye yanıtlamıştım. Bana inanmadığını söylediğinde kendisine “sen hiç İstanbul’u gördün mü?” diye sormuştum. Cevap suratımda patlayan bir tokat olmuştu.
Şimdi şimdi anlıyorum ki, o şuh kadının yanına bile yaklaşamayacak olanların, ona aşık olanlara karşı nasıl bir hınç ve kin duyabileceklerini, ellerine geçen her fırsatta ona tecavüz edeceklerini ilk o gün hissetmişim.Bu şehir binlerce yıldır her kültürden göç aldı. Olgunluğunun tüm çekiciliğini, cilvesini ve tecrübesini de bu farklılıkları kendi koynunda kaynaştırmasına borçlu.
İstanbul, bütün sevecenliği ile her geleni buyur eden misafirperverliğinin karşılığını, göçtükten sonra kendi köyünden, kasabasından bir türlü kopamayanlardan gördü. Şehrin bütün nimetlerinden faydalanırken bir yandan da “memleket hasreti” diye iç çekmekten geri durmayan kitle, kıymet bilmezlikleri ve hoyratlıklarıyla İstanbul’u İstanbul olmaktan çıkarmak için elinden geleni ardına koymamakta bir hayli becerikli çıktı.
Üstelik siyasi görüşleri birbirinden farklı olsa da konu rant olunca, konu İstanbul’un bir taraflarını mıncıklamak, morartmak olunca hepsi aynı hayvani içgüdülerle hareket etti. Onlarca yıldır demokratik yollarla elde edilmiş tasarruf yetkisini kullananlar da, bu zihniyete çanak tutanlar da işte bu cenah… Kasaba ahlakı, güzel şehrimin rengarenk, şehvetli, yaşam dolu ruhunun içini boşaltıyor!
Bugün beni hala bu yıpratılmış, hırpalanmış kadına bağlı kılan, aşkıma sarılmam için motive eden bir şey varsa o da bu dinci-faşizan dönemin sonrasında “eğer görebilirsek” bu topraklarda entelektüel ve kültürel bir patlamanın yaşanacağına dair olan öngörüm ve inancım. Aynen 1923 sonrasında bu topraklarda olduğu gibi… Aynen İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa ve ABD’de olduğu gibi… Aynen İspanya’da Franco, Portekiz’de Salazar faşizmi ortadan kalktıktan sonra olduğu gibi… (Bu başlı başına ayrı bir yazının konusu)
Bu inancımı biraz da Gezi Parkı Direnişi’ne borçluyum…
Bize hediye ettiği birçok güzelliğin yanısıra, bu şehri sevenleri, bu kadının renkli hayatına aşık olanları ortaya çıkarttığı için. Kraliçe arının doğurganlığı sürsün diye hala kendisini feda edebilen, hala eşek arılarına karşı savaşabilen işçi arıların varlığını gösterdiği için… Türkiye’de “siyasal slam” kurduğu saadet zinciri çöktüğü gün -ki o güne kadar dayanışmayı becerip ayakta kalmayı başarabilirsek- o şehirli gençler, Gezi Direnişi’nin harika çocukları bu ülkede bilinç alanında bir devrim yapacaklar.
İstanbul sağ kalmalı. Benim olduğu gibi iki çocuğumun da, yeni doğacak çocukların da sevgilisi olmalı…
Onları kucaklayacak hali kalmalı…
İstanbul kurtulursa tüm memleket kurtulur…
Eşek arılarının saltanatına karşı omuz omuza…
Babür ATİLA
SODEV Kurucu Üyesi
batila@superonline.com