Bana sorarsanız 24 Haziran 2018 seçimlerinin en önemli özelliği, OHAL’e ve öncesindeki baskı ve şiddet ortamına rağmen, seçim tarihinin açıklanması ile birlikte, toplumun üzerindeki korku bulutunun hızla dağılmasını sağlamış olmasıdır. 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra, çatışmaların yeniden başlamasıyla Türkiye bir şiddet ve baskı sarmalına girdi. Ve bu baskı giderek dozunu artırdı. Öyle ki, 15 Temmuz 2016 ertesinde yaşananların da etkisiyle toplum büyük bir sessizliğe büründü. Çevrenizde çok sayıda insanın artık gündemi takip etmediğine, televizyonlarını açmadığına, gazete okumayı bıraktığına ve siyaset konuşmadığına tanıklık etmişsinizdir. Bu tutum ve davranışları sergileyenlerin bir kısmı devlet baskısına tepki niteliğindeyken, bir bölümü de kendisini koruma güdüsünün birer ürünüydü. İhbarcılığın teşvik edildiği, BİMER’e yapılan şikayetlerin sayısının misliyle artış gösterdiği, kolluk kuvvetlerinin yetkilerinin artırıldığı, KHK ile kamudan ihraçların yüz bini aştığı, keyfi gözaltıların, iddianameler yazılmadığı halde aylarca hapiste tutmaların yaygınlaştığı bir ortamda korku da şüphesiz insani bir duygu. Sosyolojik olarak şaşırtıcı ve ilginç olan bu korkudan çok, seçim tarihinin açıklanmasından sonra, aslında koşullarda pek de değişiklik olmamasına rağmen, korkunun yerini kısa sürede kitlesel ya da bireysel mobilizasyona bırakması.
Kolektif hareketler literatürü, bireylerin ve toplumsal grupların devlet baskı ve şiddeti karşısında nasıl tepki gösterdikleri ve baskıyı aşmak, bertaraf etmek için nasıl strateji ve taktikler geliştirdikleri meselesiyle özel olarak ilgilenir. Bu konuda, özellikle İran ve Latin Amerika ülkelerinden hareket eden gelişmiş bir literatür de mevcut. Bu açıdan bakıldığında 24 Haziran seçim kampanyaları da, kaynakların sınırlılığına -mali kaynaklar, medya ve hatta insan kaynağının- ve baskı ortamına rağmen bireysel ya da kolektif mobilizasyonun mümkün olabileceğini göstermesi bakımından çok kıymetli. Her köşede siyasetin yeniden konuşulabiliyor olmasını sağlaması bakımından da ayrı bir değeri var. Bu nedenle, elinizdeki yazıda size, seçimlere ve seçim kampanyalarına kitle seferberliği -mobilizasyon- ve daha özelde de “eylem repertuvarı[1]” kavramı çerçevesinde bakmayı öneriyorum. Zira seçimleri bu perspektiften analiz etmenin, sadece analiz bakımından değil, seçim kampanyalarını ilerleyen dönemlerde çeşitlendirmek ve yenilemek açısından da ufuk açıcı olabileceğini düşünüyorum.
Otoriter rejimlerde kampanya yapmak
Klasik seçim kampanyaları repertuvarı bilindiği üzere oldukça sınırlı araçlar içerir: Bildiri dağıtmak, miting yapmak, seçim büroları açmak, kapı kapı dolaşmak, giydirilmiş araçları kentlerde dolaştırmak, vs. Her ülkenin yasal mevzuatı bu repertuvarı genişletip daralttığı gibi, siyasi partinin maddi olanakları, toplumsal hareket partisi olup olmaması gibi faktörlere göre de repertuvar farklılaşabilir. Çok sayıda ülkede, geçtiğimiz yıllarda, olanaklar zorlanarak bu sınırlı repertuvarın dışına çıkma çabaları söz konusu.
Buradan da anlayacağınız üzere, siyasal rejimlerle eylem repertuvarı arasında sıkı bir ilişki mevcut. Bazı rejimler bazı eylem biçimlerinin kullanılmasına olanak tanımaz. Demokrasi geliştikçe, tolerans düzeyi ve makul görülen performanslar artar, dolayısıyla da repertuvar genişler. Baskı rejimlerinde ise, tolerans düzeyi düşüp marjlar kapandığından, insanlar karşı çıkmanın, muhalifliklerini ifade etmenin farklı yollarını bulmak durumunda kalır. Ancak, daha gizli, daha örtük[2] ve daha az örgütlü yollarla da olsa kendini ifade eder. Alay, mizah, kodlanmış dil oyunları gibi direniş biçimleri ön plana çıkabilir. Toplumsal hareketler için yaptığımız bu tespitler seçim kampanyaları için de geçerlidir.
Mizah, mitingler, sosyal medya kampanyaları
Otoriter sistemler karşısında bir direniş biçimi olarak seçim kampanyalarında mizah ve alayın ağırlıklı kullanımı söz konusu olabilir. Unutmayalım ki, mizah dünya tarihi boyunca baskıcı siyasal rejimler karşısında en önemli “silahlardan” biri olagelmiştir. 24 Haziran seçimleri öncesinde, yani seçim kampanyaları sırasında ülkede cesareti ve özgüveni artırmak önemliydi. Cumhurbaşkanı adaylarından Selahattin Demirtaş ve kısmen Muharrem İnce bu amaçla kampanyalarında mizaha ve alaya önemli bir yer ayırdılar. Ayrıca, parti olarak HDP’nin kampanyasında da mizahın önemli bir yeri vardı. Bu strateji Gezi eylemleri ile seçim kampanyası arasında sürekliliğin inşasını mümkün kıldığı gibi, genç seçmene hitap etmeyi de sağladı. Mizahın aynı zamanda seçmenler üzerinde cesareti artırıcı etkisi de var. Otoriter sistemler üzerine yapılan çok sayıda araştırma, gülmenin, kahkahanın korku hissini aşmayı mümkün kıldığını gösteriyor[3]. Mizah, kahkaha tehditkar iktidarlar karşısında adeta kalın bir maske işlevi görüyor[4]. Özellikle Selahattin Demirtaş’ın hapishanenin dört duvarı arasından bu yönde gösterdiği çaba ve seçmenlerin en azından bir bölümü üzerindeki etkisi son derece kayda değer.
24 Haziran seçimlerinde “görkemli mitingler” de kampanyalardaki eski güç ve önemine kavuşmuş görünüyor. Bu durum özellikle CHP mitingleri için geçerli, diğer partiler için aynı şeyi söylemek daha güç. Mitingleri birer “düşünceler ve duygular bütünü”[5] olarak ele aldığımızda, bu seçimlerde CHP seçmeninin duygu ve düşüncelerini daha ziyade mitinglerle ortaya koyduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu mitingler aslında, iktidarın –özellikle ceberut- gücüne karşı muhalefetin nicelikle gücünü ortaya koyma biçimidir. “Ben de varım, görünürüm ve meşruyum”u ilan etme biçimi[6]. Üç maymunu oynayan medyaya “beni yok sayamazsın” diye seslenme biçimi. Bu seçimde deneyimlediğimiz e-mitinler için de bu yazdıklarım geçerli, zira orada da izleyici sayısından hareketle –hatta rakam daha net biliniyor- niceliğin gücü ortaya konuyor. E-miting demişken, bu seçimlerde muhalefet açısından sosyal medyanın kullanımı oldukça önemliydi ve adaylar ve partileri sosyal medyayı etkili bir biçimde kullanmaya çalıştı. Öyle ki bazen sosyal medya adayların sesini duyurabilmesinin tek yolu oldu. Otoriter sistemlerde sosyal medya, alternatif medya ile birlikte, her ne kadar sınırlanmaya çalışılsalar da, muhalefetin sesini duyurmasının tek yolu olabiliyor. Türkiye de tartışmasız bir biçimde bunun en somut örneklerinden biri. Bu açıdan baktığımızda, söz konusu yolu da kapatmak ve gözdağı vermek adına “sosyal medya gözaltılarının” artması boşuna değil.
Seçim kampanyalarını daimileştirmek ve çoğullaştırmak
Gündelik hayatın sıradan pratikleriyle bireysel/kolektif kampanyalar mümkün olabilir mi? Her an seçim olacakmış gibi kampanya örgütlemek, gündelik yaşamı ilmek ilmek örerek kampanya yürütmekten söz ediyorum.
Meksika’da Temmuz 2018’de yapılan seçimler sol aday Obrador’un zaferiyle sonuçlandı. Meksika örneği bize seçim kazanmanın sadece birkaç aylık kampanya ile değil, uzun yıllara yayılan mücadele sonucunda mümkün olabileceğini gösterdi. Öyle ki, 1990’lı yıllarda seçim sandıklarını koruma eksenli yürütülen mücadelelerden[7], 2000’li yılların belediyecilik deneyimi sayesinde günlük yaşamı yeniden inşa etme ve siyasallaşma süreçlerine uzanan, eylem repertuvarının çok farklı araçlarını kullanılmasıyla mümkün olan bir seçim zaferi söz konusu.
Kampanyaları çoğullaştırmak açısından baktığımızda pek çok ülkede farklı farklı araçların ve taktiklerin deneyimlendiğine tanık oluyoruz. Fransa’da çalınmadık kapı bırakmama ve böylece her seçmene temas etme stratejisinden yola çıkarak kullanılan bilişim sistemi bu stratejilerden sadece biri[8]. Nikaragua’da Sandinist hegemonyayı sokakta görünür kılmak için döner kavşaklara yerleşme, sokakta niceliğin gücünü kullanma, fuşya pembeyi kente hakim kılma, görünür ve sesli kampanya düzenleme, bayram havası yaratma, kamusal alanı tiyatro sahnesine çevirme, duyguları mobilize etme[9], seçim kampanyalarının diğer strateji ve araçları olarak karşımıza çıkar[10].
Sonuç yerine
Yarım yüzyıldan fazla bir zamandır parlamenter demokrasinin krizi tartışma konusu. Ancak bana kalırsa bu tartışma Türkiye’de bu dönemde hiç olmadığı kadar fazla yapılacak. Özellikle de sandığa gitme istenci ve “bizim seçtiklerimiz bizi ne kadar temsil ediyor?” sorusu etrafında. 24 Haziran seçimlerinde oy sandıklarını koruma eksenli örgütlenme, her ne kadar yetersiz olsa da, başka bir mücadele ve örgütlenmenin mümkün olduğunu bize gösterdi. Bu eksenden ilerlemek son derece önemli. Zira önümüzdeki süreç bazı alanları açık tutma mücadelesi üzerinden biçimlenecek. Siyaset sadece siyasal iktidarı elde etme sanatı değildir; aynı zamanda gündelik yaşamı dönüştürme ve inşa etme sanatıdır. Biz ancak buradan yola çıktığımızda ve gündelik yaşamı sabırla, inatla ilmek ilmek yeniden inşa ettiğimizde yol alabileceğiz. Ve daha da önemlisi var olmayı sürdürebileceğiz. Artık gündelik yaşamın içinden mücadele biçimleri üzerine düşünmek, bunları geliştirip uygulamak zorundayız…
[1] Repertuvar kavramı, “paylaşılan ortak çıkarlar temelinde birlikte hareket etmek için kullanılan araçları” anlatmak için kullanılır. Bir grubun taleplerini dış dünyaya anlatmak için kullandığı anlamlar ve araçlar setidir. Repertuvar taleplere, aktörlere ve aktörlerin biriken deneyimlerine, otoritelerin stratejilerine ve kültürel kodlara göre farklılaşır. Kavramı seçim kampanyalarına uyarladığımızda, adayların ve siyasi partilerin kendilerini ve vaatlerini seçmenlere anlatmak için kullandığı anlamlar ve araçlar setinden söz etmiş oluruz.
[2] Bu örtüklük, iktidarın kutuplaştırma stratejisi ile de bağlantılı olarak, herkesin kendi “mahallesine” kapanma riskini de beraberinde getirir. Bence 24 Haziran seçimlerinde oluşan manzara tam da budur ve üzerine çokça düşünülmesi gerekir.
[3] Asef Bayat, Siyaset Olarak Hayat. Sıradan İnsanlar Ortadoğu’yu Nasıl Değiştirdi? (İstanbul: Metis Yayıncılık, 2016), 464 s.
[4] James Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları. Gizli Senaryolar (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2014 (2010), 314 s.
[5] Paula Cossart, “La communion militante: Les meetings de gauche durant les années trente”, Sociétés & Représentations, 12, Ekim 2001: 140.
[6] Bu konuda daha detaylı bir tartışma için bkz. Ayşen Uysal, “Siyasi partiler ve mitingler: 2007 cumhuriyet ve seçim mitingleri”, 10. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi Metinleri, Türkiye’de neoliberalizm, demokrasi ve ulus devlet (İstanbul: Yordam Yayınları, 2007), 32-51.
[7] Bu konuda özellikle bkz. Helene Combes, “Oy sandıklarını korumak. 1990’lı yıllarda seçim hilelerine karşı hareketler”, içinde F. Ergut ve A. Uysal, Tarihsel Sosyoloji. Stratejiler, Sorunsallar, Paradigmalar (Ankara: Dipnot Yayınları, 2012 (2007), 295-332.
[8] Rémi Lefebvre, “Réinvention et rationalisation du porte-à-porte aux élections municipales de 2014. Effets de croyances et résistences de la culture militante”, içinde L. Baamara & C. Floderer & M. Poirier, Faire cmağagne ici et ailleurs. Mobilisations électorales et pratiques politiques ordinaires (Paris: Karthala, 2016) 47-72.
[9] Meksika’da da seçim kampanyalarında kapı kapı dolaşmanın yanında seçmenin duygularını mobilize etme stratejisi sıklıkla kullanılır. Helene Combes, “Quand la campagne touche à sa fin. Significations militantes d’un meeting de fin de campagne au Mexique”, içinde L. Baamara & C. Floderer & M. Poirier, a.g.e., 73-95.
[10] Maya Collombon, “Le rose au front. Déployer l’hégémonie sandiniste dans la rue”, içinde L. Baamara & C. Floderer & M. Poirier, a.g.e., 25-45.
*Ayşen UYSAL
Siyaset Bilimi, Prof. Dr.
uysalaysen@yahoo.fr