Türkiye içinde bulunduğumuz dönemde birkaç fay hattında derin kutuplaşmalar yaşıyor. Bu tarz ortamlarda, bu fay hatlarını besleyen ve derinleştiren söylemleri yeniden üretmek yerine; fay hatlarının iki tarafına yığılan kitleleri yeniden düşündürecek, kartları yeniden karacak, tartışmaları bir üst perdeden kurarak, toplumsal uzlaşmanın ve beraber yaşamanın temel prensiplerine dair yeniden düşünmemizi sağlayacak bakış açıları geliştirmek önaçıcı olabilir. Bu amaçla sekülerizm, demokrasi ve vicdan özgürlüğü meselelerini de yeniden düşünmemiz gerekiyor.
Sekülerizm; demokrasi
Bu yazı boyunca “sekülerizm”i bir felsefe, bir ideoloji ya da bir hayat biçimi olarak değil; bir devletin yasalarının, mahkemelerinin, ortak kamu alanlarını düzenleyen kuralların o ülkede yaşayan her kişinin her türlü felsefesine, dinine, mezhebine, siyasi görüşüne eşit mesafede durması ve herkesin eşit derecede eşit özgürlükleriyle kapsanması olarak tanımlıyorum. Türkiye’de bu anlamda bir sekülerizm “hiçbir zaman” kurumsallaşamadı. Sonuç itibariyle Türkiye’de kullanılan bazı temel kavramların anlamları, dünyada kullanılan anlamlarından halen çok farklı, bazen düpedüz yanlış. Öyle olunca “Türk tipi” sistemlerden bahis açmak, bu tarz evrensel hak ve özgürlük standartlarına uymayan formüllerle yeni nesillerin de hayatını heba etmek daha kolaylaşıyor. Bu yazıda “demokrasi”yi “kim olduğundan, maddi durumundan, sosyal sınıfından, felsefi ve siyasi görüşünden, toplumsal cinsiyetinden, dininden, mezhebinden, ateistliğinden, cinsiyet kimliğinden, cinsel yöneliminden, etnik kökeninden, anadilinden, yaşından ve engellilik durumundan bağımsız şekilde, her bireyin eşit özgürlükleri çerçevesinde ayrımcılığa uğratılmadan ve eşit söz hakkı olan eşit yurttaşlar olarak kapsanması; ve eşit hakların icra edilebilmesi ve fiiliyata geçirilmesi için gerekli düzenlemelerin yapılması, yükümlülüklerin yerine getirilmesi” manasında kullanıyorum.
Demokrasi aynı zamanda bir haklar rejimi; bir hukuk devleti olmaksızın demokrasinin işlemesi mümkün değil. Bu yazının yanıtını arayacağı soru şu: Toplumun çoğulculuğunu merkezine alan bir demokrasi anlayışını bugünün Türkiye’sinde yaygınlaştırmak için, yani evrensel standartlarda eşit hak ve özgürlükler çerçevesinde herkesin kapsanması yönünde, herkesin rıza gösterebileceği, halk kitleleri arasında yaygınlaştırılabilir ve dolayısıyla çoğulcu demokrasinin tohumunu atacak adımlar neler olabilir?
Bu konuda söyleyeceklerimi tek cümleyle ifade edip bırakacak olsam “yapılması gereken genel kabul görmüş bazı ezberleri bozmaktır” derdim. Türkiye’de sürekli dile getirilen, genel kabul görmüş ancak düpedüz yanlış ezberler pek çok; daha kötüsü fay hattının iki yanında da bu tarz ezberlerin içselleşmiş olduğunu görüyoruz. Bu ezberlerin bir kısmı toplumun nasıl bir toplum olduğuna dair, bazısı inançlı kimselerin nasıl bir devlet isteyeceğine dair, bazıları insanlık tarihinin ortak kazanımı olan ve mücadeleler sonucu elde edilmiş bazı hakların dayandığı kavramların anlamının çarpıtılmasına dair. Sekülerizm Türkiye’de demokrasiden ayrı bir amaçmışçasına tartışılıyor çoğu zaman, oysa yukarıda tanımlanmış anlamıyla “seküler olmayan bir demokrasi yok ve olamaz”. Sekülerizm tarihsel doğuşu itibariyle demokrasiyi mümkün kılan en önemli araçlardan biri, aynen hukuk devleti gibi…demokrat kimselerin sekülerizmin hiç olmazsa bu anlamı üzerinde mutabık kalmaları ve ortaklaşmaları çok önemli.
Bozulması gereken ezberler
1. “% 99’u Müslüman bir ülkeyiz” ezberi: Fay hattının iki yanında da şevkle dile getiriliyor, hem seküler devlet isteyenler hem de istemeyenler bu yanlışı vurgulayıp duruyorlar. % 99’un içi de “aynı şiddette Sünni Hanefi olma” ve şimdilerde ayrıca bir de “Müslüman Kardeşler din ve devlet yorumunu benimseme” olarak dolduruluyor. Bu ezber “milli irade” söylemine de eklenerek derin ve kaygı uyandırıcı bir meşruiyet söylemine dönüşüyor. Oysa %99’u Müslüman bir ülke filan değiliz. Müslüman Kardeşler din doktrini ve devlet anlayışıyla yönetilmek istemeyen milyonlarca Sünni Hanefi kökenli olduğu gibi, bu ülkede milyonlarca Alevi, başka semavi dinlere mensup kesimler, Sünni Hanefilikle ilişkisi kültürel planda kalmış sayısını bilmediğimiz kitleler, agnostik ve ateist olanlar var! Demek bu ezberi bozarken altının çizilmesi gereken; dini, mezhepsel ve felsefi açıdan tektip değil. Aksine fevkalade çoğul kimlikli olduğumuz olgusunun işlenmesi; felsefi, dini ve mezhepsel açıdan bu toplumun çoğulculuğunun olgusal yani değişmez bir gerçeklik olduğu. Halkın iradesinin de bu çoğulcu kimliklerden, felsefi/dini/mezhepsel açıdan çoğulcu olan bu toplumun bütününden oluştuğunun altının çizilmesi şart.
2. Buna eklenmesi gereken tarihsel bir olgu: Özgür ve demokratik kurumlar altında yaşayan nüfuslarda bu çoğulculuk, azalmak yerine çeşitleniyor ve artıyor. Dolayısıyla şu anda da çoğul kimliklerden oluşmuş bir nüfusu olan Türkiye’de de demokratikleşme, eğer birgün gerçekleşirse, çoğulculuk olgusunun daha da artmasına sebep olacak.
3. Özgürlüğün demokrasinin olduğu bir yerde dini/mezhepsel/felsefi açıdan homojen toplumlar oluşamadığına göre, %99’luk homojen nüfus varsa, bunun ardında ancak bir toplumsal mühendislik tarihinin yatabileceği anlaşılmalı. Çünkü kimliklerin tek tipleşmesi ve çoğulcu halin yok olması, ancak baskının, farklılıkların veya farklı nüfusların yok edilmiş ya da hepten susturulmuş olmasının sonucu olabilir.
4. Fay hattının iki yanında da genel kabul görmüş başka bir ezber, vicdan ve adalet kavramlarının dinlerin tekelinde olduğu, dolayısıyla ancak inançlı kimselerin kimliklerine dair oldukları anlayışı. Oysa semavi dinler gelmeden çok önce de vicdana ve adalet anlayışına sahip olabilme yetisinin insan ırkının bir “potansiyeli” olduğu antik çağlardan beri ifade edildi. Bunların “evrensel bir potansiyel” olduğu, herhangi bir dinin mezhebin geleneğin kültürün özelliği olmadığı, her türlü dini ve din dışı ve hatta dini reddeden felsefi anlayışın da vicdan ve adalet kavramlarının bulunduğu gerçeğinin altını çizmek önemli. İnsanlığın böyle bir potansiyeli olması “herkes vicdanlıdır ve bir adalet anlayışı vardır” anlamına gelmiyor. Bu potansiyelin aktive olabilmesi için kişisel bir emek gerekiyor. Ne inançlı olmak vicdan sahibi ya da adil olmayı garantiliyor; ne de ateist olmak bunları garantiliyor. Düşünce tarihine damga vurmuş düşünürlere göre kişi kendiyle başbaşa, bunu ancak kendi emeğiyle dert edinip oluşturur ya da o potansiyel kendi içinde hiç yeşeremeden ölüp gidebilir de!
5. Adaletin bir doğa kanunu olmadığı, “doğal” olmadığı, ormanda/denizde/savanada bulunmadığı, adalet gibi bir fikri hayal edebilmiş bunun üstüne uygarlıklar kurabilmiş insanlığın toplumsal tarihine dair olduğu ve zamanla gelişmiş olduğu, herşeyi oluruna bırakırsak toplumların sürekli adaletsizlik üreteceği, tarihten devralınmış hiyerarşilerin yeniden üretileceği, bunun Sosyal Darwinizm denen “büyük balığın küçük balığı yemesinin” doğal karşılandığı hiyerarşik sistemler ürettiği, bunların düpedüz adaletsizlik olduğunun anlatılması gerekiyor. Adalet, siyasi çabayla mücadeleyle uzlaşmayla tesis edilmesi gereken ve kısaca “eşitlik” anlamına gelen hiyerarşik toplum anlayışlarına karşı zamanla gelişmiş bir kavram. Demokrasi minimal düzeyde hiç olmazsa “siyasal eşitlik” demek. Mücadeleler sonucu anlamı genişlemiş, siyasal eşitliğin yani yoksulla zengini, kadınla erkeği, tarihsel olarak ayrımcılığa uğramış kesimleri ayrıcalıklı olmuş kesimlerle fiiliyatta da eşitleştirmek anlamına gelen demokratik eşit yurttaşlık üzerinden hayata geçirilebilecek bir ideal, adalet. İçine doğduğumuz toplumların adaletsizliklerine, tam da içine doğduğumuz için kör kalıyoruz; farkındalığımız, görgümüz olur da artarsa bunları adaletsizlik olarak adlandırmaya başlıyoruz ve ancak o zaman sorun ediyoruz.
6. “Dindar olan tabii din devleti ister” zımni bir varsayım olarak kafalarda ve bu da fay hattının iki yanında genel kabul gören bir anlayış. Dolayısıyla seküler yani yasalarıyla, hizmetleriyle herkese eşit mesafede durmak için önlemler alan, kendini kurumsal olarak bu şekilde konumlandıran, yasalarını inanç/felsefe açısından nötr bir yerden kuran, dinsel ve mezhepsel referanslar kullanmayan bir devletin, dindarların çıkarlarına ters olduğu anlayışı fay hattının belirleyici unsurlarından. Oysa Türkiye’de dindarların seküler bir devlet isteyip istemeyeceklerini aslında bilmiyoruz. Halk sekülerizm nedir herkese eşit mesafede duran devlet ne demektir bilmiyor; demokratik olmayan ortamda yaşamaya alışkın. Deneyimlemediğini bilmemesi ile istememesi ayrı konular. Dindar olan bir kimsenin, kendi dinini ya da mezhebini aşağı gören, eşit görmeyen, saygı göstermeyen ya da bu inancı yoketmek, asimile etmek, başka inanca dönüştürmek isteyen bir devlet istemeyeceği açık. Devletin inançlı olanlara ve inançlarından aidiyetlerinden bağımsız herkese eşit mesafede durması gibi bir prensip hayata geçer kurumsallaşırsa; devlet bugün pek çok ülkede olmuş olduğu gibi, o zaman bu inançlıya da, farklı inançlara da, farklı mezheplere de ve inanmayanlara ve hatta fikir değiştirenlere de eşit mesafede duracak, herkesi her zaman kapsayacak. Dindarlara ve de dindar olmayanlara seküler devletin ne bir dini ya da mezhebi olabileceği ne de din düşmanı olabileceği açıkça anlatılmalı.
7. Çoğunluğu Müslümanlardan oluşan ülkelerde din ve devlet ilişkisini tek tipçi ve silah zoruyla din dayatan döngüye sokmakta en etkin ve en önemli mesele, yaşadığımız topraklarda en az anlaşılmış/tartışılmış/kavranmış meselenin “vicdan özgürlüğü” olması! Vicdan özgürlüğü, temel hakların ilk neslindeki medeni (civil) hakların da en eskisi ve en merkezinde duran çekirdeği. Belki vicdan özgürlüğü nedir ne değildir anlamadığımızdan, otoriterlik döngüsünden asla kurtulamıyor ve temel medeni hakları halen yasalarımızda kağıt üstünde dahi tanıyamıyoruz. Vicdan özgürlüğünün ne olduğunu maalesef fay hattının iki yanındaki kitlelerin ikisi de tam olarak kavramıyor gibi. Herkes ya inancın zorla dayatılmasını ya da inancın zorla ortadan kaldırılmasını doğal karşılar gibi duruyor.
Oysa birilerinin ‘kendine göre doğru’ bir dinin ‘doğru’ doktrininin ve ‘doğru’ ibadetinin tek tipleştirilip merkezileştirilip zorla öğretilip dayatıldığı bir rejim, sadece insan haklarını yok sayan bir totalitarizm değil. Aynı zamanda din devleti olmaya kalkan bir devletin, zorlama getirerek dini de, serbest iradeyle seçilmiş bir inancın oluşma olasılığını da ortadan kaldırdığı, inanan insanla inandığı “varlık” arasında, ancak vicdan özgürse oluşan ilişkinin oluşma olasılığını da ortadan kaldırdığı, “araya polis ve doğrultulmuş silah vesayeti koyduğu” ve bu yolla aslında din dayatacağını zannederken dinin ve inancın herhangi bir şekilde oluşma olasılığını tümüyle yok ettiği hemen hiç tartışılmıyor. Zira Türkiye’de, sanıldığının aksine; seküler devlet fikrini ilk kez 17. ve 18. yüzyıllarda savunmuş Aydınlanma Çağı’nın siyasi açıdan liberal en önemli filozofları John Locke ve Immanuel Kant, son derece, hatta metafiziğe dair kitaplar yazacak kadar, dindarlardı. Seküler devlet fikrinin inançlı insanlar açısından inançlarını kendi seçtikleri gibi yaşamalarını sağlama alacak tek devlet tipi olduğunu ilk ifade edenler de onlardı.
Ülkemize damgasını vuran seküler devlet tartışmaları, siyasi anlamda liberal olan ve kapsayıcı demokrasi anlayışının temelinde bulunan Anglo-Amerikan ve Kantçı gelenekten hiç beslenmedi. Gitgide daha çoğulculaşan küreselleşen bir dünyada eğer din savaşlarının önlenmesi, neo-Nazizmin yükselmesinin engellenmesi hedefleniyorsa; yaygınlaşması gereken, asli meselesi çoğulculuğun değişmez bir gerçek olduğunu merkeze alan ve bireyin evrensel standartta haklarını garanti altına alan Anglo-Amerikan gelenektir. Locke’un 1690’da basılan Second Treatise of Civil Government kitabı, kuvvetler birliğine dayalı Hobbes’çu mutlakiyetçi anlayışa karşı çıkmak için yazılmış; ilk kez devrim ve direnişi bir hak olarak tanımlamış; sadece her bireyin eşit yaşam hakkını, eşit özgürlüklerini ve kişisel mülkünü korumakla sınırlandırılmış bir devletin meşru olacağını, egemenliğin daima halkın bütününde bulunduğunu ve kuvvetler ayrılığını savunmuştur. İngiltere’nin kısıtlanmış kurala bağlanmış siyasi otorite fikriyle bir daha ayrılmayacak şekilde buluşmasını sağlamış Glorious Revolution’a (1688), Amerikan kolonilerinin İngiltere’den ayrılmasına ve ABD Anayasası’na (1787), Fransız Devrimi Anayasası’na (1789) ilham vermiştir. Türkiye’de de okunmasının vaktidir.
8. Üzerinde yeniden düşünülmesi gereken başka bir ezber kimliklerin siyasallaşmasına dairdir. Feodal dönemlerin o hiyerarşik toplum anlayışlarının tarihsel tortuları olan, bu tarihten miras alınmış ve doğalmışçasına halen yeniden üretilen toplumsal cinsiyet, etnik aidiyet, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim, ırk ve engellilik gibi farklılık düzlemlerinin ayrımcılık vesilesi edilmişliği ve hala edildiği gerçeği, ancak demokratik haklar kullanılıp siyasallaştırılarak sosyal pratiklerde ve mikro ilişkiler seviyesinde düzeltilebilir. Eşit hak ve özgürlük normdur; bu normu hayatın pratiklerine mikro düzeye geçirmek, ancak bunlar konusundaki farkındalığımızın artmasıyla olur. Bu farkındalığı nicedir demokrasisi oturmuş ülkelerde kağıt üzerinde eşit olmasına rağmen ayrımcılığa uğrayan kimliğin eşit özgürlüklerinin hayata geçmesini savunan sosyal hareketler sağlıyor.
Kimliğe dayalı sosyal hareketler siyahların, kadınların, LGBTİQ’nun, etnik, dini ve mezhepsel azınlıklar gibi grupların demokratik ülkelerde eşit hak ve özgürlük normunun hayata/fiiliyata geçmesi talebiyle sokaklara çıkmasından ibarettir ve zafer kazandıkları ülkelerde demokrasiyi daha kapsayıcı, daha fiiliyata geçmiş ve daha reel kılmışlardır. Demokratikleşme bitmeyen bir süreçtir. Elbette sosyal hareketlerin neo-Nazi tipi olanları, hiyerarşik toplum kurma hedefi güdenleri, demokrasi yerine mutlakiyetçi keyfi rejim kurma yanlısı türleri de mevcuttur. Özünde dinamik rejimler olan demokrasiler, eşitlik ve özgürlük normlarının kendine de uygulanmasını isteyen sosyal hareketlere kendini açmalı; bunların ortaya çıkmasını demokrasinin çoğulculaşması, kapsamanın artması için, normların hayata geçmesi için bir firsat olarak görmeli; ancak hiyerarşik toplum özlemi kuran ve demokrasiyi yok etmeyi planlayan sosyal hareketlere karşı da önlem almalıdırlar. Zira bir vesayet rejimi olmayan, onu koruyacak askeri ve/veya dini uleması olmayıp “demokrasi” adı verilen rejim; kendini uzun vadede koruyabilmek için eşitlik, özgürlük, dayanışma kavramlarını içselleştirmiş aktif yurttaşlar gerektirir…bu anlamda kırılgan; kurulduğu yerde üstüne titrenmesi gereken bir rejim tipidir.
Sonuç
Bugün Türkiye’de demokrasiyi evrensel standartlarda savunacak bir siyasi hareket: 1. Demokratik bir siyasetin amacının ne olup ne olamayacağını herkese anlatmalı, 2. Demokratik siyasette nelerin siyasallaşmasının olumlu ve ilerlemeci, nelerin siyasallaşmasının ise olumsuz antidemokratik ve hiyerarşiye yönlenmiş olduğunun ve engellenmesi gerektiğinin ayırdında olmalı, 3. Siyasetin amacının mutlak doğruların, inançların, geleneklerin oylanarak en iyi dinin, en iyi doktrinin, en kutsal kitabın kiminki olduğunu saptama meselesi olmadığını anlatmalıdır. Oy vererek “en doğru mutlak hakikat kiminkidir?” gibi bir konuda karar vermek mümkün değildir. Din, inanış, felsefe ve siyasi görüşler açısından asla herkesin anlaşamayacak olması çoğulculuğumuzun gerçekliğinin bir parçasıdır. Kafa sayısı bu sorulara yanıt verebilecek bir metod değildir. Herkesin çoğulculuk üzerinde düşünmesi ve bunu verili kabul ederek demokrasiyi savunması, kaybedilen vaktin bundan sonra kaybedilmemesi yönünde önemli bir adım olacaktır.
*Doç.Dr. Ayşen Candaş,
Boğaziçi Üniversitesi
aysen.candas@boun.edu.tr