1_K1MUefS-DdmV7_bbiBw7-Q

Ayşe ÖZTÜRK – “Yılın En Marjinal Öğretmeni” Seçilmek

Pedagoji, Eski Yunanca paidagogeo (παιδαγωγέω) teriminden türemiş bir sözcüktür. En yalın haliyle bir çocuğa göz kulak olma veya bir çocuğu yetiştirme, eğitim ve öğretim sürecinden geçirme işi anlamlarına gelir. Bu işi yapan kimselere ise paidagōgós denmektedir. Antik Yunan’da, bir çocuğa okula gidip gelirken eşlik eden köle de aynı zamanda bir paidagōgós’tur.[1] Burada çocuğun eğitiminden ziyade gözetimi söz konusudur. Paidagōgós’un eğitim ile ilişkilenmesi erken Roma dönemine denk düşer. Çocuğun eğitimini, sosyalleşmesini, kültürlenmesini, bilinçlenmesini ve bilgilenmesini içermesi ise daha çok bu dönemde görülür. On dokuzuncu yüzyıl ile birlikte psikoloji bilimi ile ilişkili ele alınan terim, bugün bir meslek adı olarak karşımıza çıkar. Paidagogeo ise bu meslek sahipleri başta olmak üzere, öğretmen veya eğitmenlerin sahip olması gereken bir nitelik ve hatta bir eğitim programı işlevi görür. Nitekim, kavram o denli değişip dönüştü ki; yirminci yüzyıl ile birlikte artık eleştirel bir pedagojiden dahi söz eder olduk. Dar anlamıyla eleştirel pedagojiyi ortaya çıkaran koşullar, mevcut pedagojik uygulamaların, bu uygulamaların toplumsal etiklerinin ve ideolojik yansımalarının insanları birer sömürü nesnesi haline getirmesinin bir sonucudur. Burada uzun uzun eleştirel pedagojiyi anlatmaya girişmeyeceğim. Bu konuda yapılmış çalışmalara veya araştırmalara erişmek mümkün.[2] Burada beni heyecanlandıran kavram eleştiri kavramının kendisidir.

Immanuel Kant, Eleştirel Kuram ve Michel Foucault’dan günümüze eleştiri

Kant 1784’te Aufklärung’u, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmama halinden kurtulması olarak tanımlar. Ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür ve bunun nedenini de aklın kendisinde değil, başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kendi aklını kullanma kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. “Sapare Aude!” der Kant, “Aklını kullanma cesaretini göster!”[3] Kant’ın bu metninde çok önemli bir kavram yer almaktadır, o da eleştiri. Bundan yaklaşık iki yüzyıl sonra hem Eleştirel Kuram veya Frankfurt Okulu temsilcileri hem de Michel Foucault tarafından bu kavram yeniden gündeme getirilir. Felsefi anlamda eleştiri, hakikat ile bir çatışma halinde olmak, onu olumsuzlamak anlamına gelir. Felsefe, hakikate direnir; bu direniş ise felsefeye içkin olan eleştiri özelliğinden kaynaklanır. “Eleştirel düşünme ‘eylem’dir. Eylem salt bir uğraş değil ayrıca düşünmenin kendisidir.”[4] Bu bağlamda eleştiri kavramı, “theoria” ile “praxis” arasındaki ilişkinin yeniden ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Foucault, bu metni ve merkezindeki eleştiri kavramını yeniden gündeme getirdiğinde, odağında “şimdinin” veya “güncelin ontolojisi” vardır. “Eleştiri, hakikat ile iktidarın birleşik etkilerinin bütünü olarak anlaşılan insanların yönetimini tartışma konusu yapma tavrıdır, bunu da bireysel bir karardan hareketle bütünün kurtuluşunu amaç edinerek kavga biçiminde yapar.”[5] Foucaultcu anlamda eleştiri ilk olarak kutsal kitabı ve kiliseyi, ikinci olarak yasaları veya hukuki yapıları ve üçüncü olarak otoriteyi karşısına alır. Eleştirinin odağı ise iktidar, hakikat ve özne arasındaki ilişkiler demetidir. Burada Foucault’nun kilise dediği yere diyaneti koyduğumuzda, kendi güncelimiz ve gündemimizde bu eleştiriyi kullanmak hiç de eğreti durmaz.

Educare ve educere’nin kesişimden doğan bir eğitim

“Educare”, talim ve terbiye etmek, eğitmek veya üretmek anlamına gelir. Burada genellikle fiziksel bir beceri söz konusudur. Adı da üstünde talim gerektiren beceriler ön plandadır. Educare’yi merkeze alan yaklaşım özel bir iş ya da meslekle bağlantılıdır.[6] Buna, günümüz meslek eğitimine denk düşen bir yaklaşım demekte bir sakınca yoktur. Bu eğitimde bir beceriyi ön plana çıkarmak veya çıkarmamak toplumun veya devletin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarına göre belirlenir. Bu noktada Kant’ın üniversitenin sınıflara ve fakültelere ayrılarak düzenlenmesine ilişkin yazdığı yazıyı akıllara getirebiliriz.[7] Kant böylesi bir sınıflandırmanın bütünüyle rastlantı eseri olmadığını söyler. Aksine yönetim, halkı belirli dersler yoluyla etki altına alma amaçlı bunu yapmaktadır. Yönetim, her bir bireyin ebedi mutluluğunu ilahiyat fakülteleri; toplumun bir üyesi olması dolayısıyla yurttaş olarak mutluluğunu hukuk faakülteleri ve fiziksel mutluluğunu ise tıp fakülteleri vasıtasıyla yerine getirmeye çalışır. Bütün bu üç yüksek fakülte, yönetimin kendilerine emanet ettiği derslere dayanır. Kant açısından öğretim yoluyla yönetilen bir insan topluluğu için bunun böyle olması zorunludur. Doğrudan doğruya akıldan çıkmayan bir otoritenin tercih ettiği fiilden türeyen dersler, yönetimin onayladığı bir şeydir. Bu fakültelerden biri, kendi öğretisini akıldan türetilen şeylerle karıştırmaya cüret ettiği anda hem bu öğretiler aracılığıyla emirlerini buyuran yönetimin otoritesine aykırı davranmış olur hem de yönetim tarafından korunan öğretiyi ışıltılı tüylerinden soyarak bunu da eşitlik ve özgürlük temelinde ele alan felsefe fakültesinin alanına girmiş olur. Dolayısıyla o gün de bugün de felsefe fakültelerine önemli bir görev düşmektedir: Öğrencilere eleştirel düşünme olanağı sağlama ve bu olanağı çevrelerine yayma. Kant’ın yüksek fakülte dediği fakülteler daha çok eğitimde educare yaklaşımını benimsemektedir. Oysa aşağı fakülte olarak işaret edilen felsefe fakültesi ise “educere” yaklaşımını taşır görünür. Educere sözcüğünün birden çok anlamı vardır. Çekip çıkarmak, yükseltmek, inşa etmek, yetiştirmek veya eğitmek bunlardan sadece birkaçıdır. Burada bir tür yetkinleştirme, kişinin hem dünyayı hem de kendisini keşfetmesine izin verme, fikirler ve beceri geliştirmesine olanak tanıma söz konusudur.[8] Bu yaklaşımı benimsemiş öğretmenin rolü pedagogdan ziyade, bilginin keşif sürecindeki teşvikçi, rehber veya kolaylaştırıcıdır. Bu Antik Yunan’dan, özellikle de Sokrates’ten beri felsefenin veya filozofun hayata geçirdiği bir roldür. Modern anlamda özerkliğin veya otonominin işaretidir.

Felsefe yapabilmek için cidden kölelerimiz mi olması gerekiyordu?

Türkiye’de hem felsefe okumak hem de lisansüstü eğitim yapabilmek aile tarafından finanse edilme ayrıcalığına sahip olmayı gerektiriyor. Lisansüstü eğitimim boyunca ailemin de desteğiyle yarı zamanlı işlerle bir şekilde kendimi finanse edebilmiştim. 2018 yılında küçük bir esnaf olan babamın yaşadığı ekonomik kriz ve sonrası iflas ile birlikte ciddi iş arayışlarım başlamıştı. Bu sırada Türkiye’nin büyük şehirlerinde evleri ve güneyinde yazlıkları olan öğrencilerin bile KYK bursu aldığını öğrenince, kesin alırım umuduyla başvurularım ne yazık ki istenen kriterleri sağlayamadığım için geri çevrildi. 2019 yılında doktora tezimi yazma aşamasındaydım ve aile olarak yaşadığımız ekonomik zorluklar da git gide artmaktaydı. Dolayısıyla çeviri ve deşifre işi dışında ek olarak ücretli öğretmenlik başvurusunda bulunmuştum. Türkiye geneli düşünülünce başvuruma ilişkin dönüşler ya meslek liseleri ya da imam hatip okullarından geliyordu. Üstelik branşım da olmayan alanlardan dönüşler yapılıyordu. Meslek liselerinden Matematik öğretmenliği için imam hatip liselerinden ise ağırlıklı olarak İngilizce öğretmenliği için aranıyordum. Matematik öğretmenliği için kendimi yeterli görmediğimi ilettiğim bir okul müdürü ısrarla kabul etmemi söylerken oldukça şaşkındım. Doktora öğrencisi olmam matematik eğitimi verebileceğim anlamına gelmemeliydi. Fakat mesele eğitimin niteliği değil, boşluğu doldurmaktı belki de. Ekonomik sıkıntılara karşın etik tutumumu halen koruyordum ve matematik öğretemeyeceğimi bilerek birkaç okulu böylelikle reddettim. Sonunda bu yarı döneme kadar çalışmakta olduğum imam hatip lisesinin ortaokul kısmında İngilizce öğretmenliği yapmaya başladım. Okulda kız ve oğlan çocukları ayrı sınıflarda eğitim görmekteydi. Tenefüslerde ve yemekhanede ise yan yana olan çocuklardı bunlar. Bir felsefecinin mantık formuna ve eleştirel düşünme becerisine uymayan bu durum bu ülkede neredeyse kanıksanmıştı. Nitekim Kant’ın “özel” ve “kamusal” aklını veya Platon’un “at sineği” tutumunu hayata geçirmenin heyecanıyla baştaki bütün korkularımla da yüzleşmiştim. Minör iktidar ağlarının işlediği alanlarda bir değişim veya dönüşüm yaratmak mümkündü. Ben burada, toplumda muhafazakarlığın ve eğitimde dinselleşmenin, neoliberalizmle birlikte okunması gerektiğini vurgulayarak “dindar nesiller yetiştirme” söyleminin ötesine geçmenin ve bu söylemin ötesindeki iktidar ağlarını görmenin altını çizmekle yetineceğim. Bu konuda Ece Öztan’ın 25 Aralık 2017’de yayınlanan “Dindar Nesiller Söyleminin Ötesi…” başlıklı yazısının oldukça aydınlatıcı ve açık olduğunu ifade edebilirim.[9] Yalnızca Ece’nin son cümlesini kısmen değiştirip tekrar ederek AKP’nin “dindarlığı” ön plana çıkararak üstünü örtmeye çalıştığı “piyasacı” eğilimlerle birlikte gelişen sınıfsallığı ve özcü bir toplumsal cinsiyet kavrayışı temelinde şekillenen otoriter bir yurttaşlık tertibini gözden kaçırmamak gerektiğini vurgulayarak kendi deneyimim üzerinden “ne” ve “nasıl” yapmalıya ilişkin “praxis” alanı sunmaya çalışacağım.

Marjinallik, bir tür eleştiridir

Bir dönem İngilizce, yaklaşık üç dönemdir de Felsefe Grubu Öğretmenliği yaptığım imam hatip lisesi üzerinden bir anekdotumla devam edeceğim. Öğrenciler tarafından düzenlenen “yılın en… öğretmeni” yarışmasında, “yılın en marjinal öğretmeni” seçilmiştim. Bu benim için büyük bir onurdu. Zira amacımı yerine getirdiğimin bir göstergesiydi. Sarı saçlarıyla rengarenk giyisileriyle “kadın”, “bilim insanı”, “kız ve oğlan çocuğu”; “inançlarımızı parantez içine alıyoruz” ifadesiyle, erkekler de ağlayabilir, kadın parfümü kullanabilir söylemiyle; “akran şiddeti”, “kadın sünneti” –kadın genital mutilasyonu KGM– adı altında müslüman ülkelerde kız çocuklarını sakatlayıcı uygulamaya, “cinsiyet kimliği” ve “cinsel yönelim” başta olmak üzere ilk defa duyulan konulara alan açmasıyla marjinal öğretmen seçilmem hiç de şaşırtıcı değildi. Müfredatın konu başlıklarını takip ederek ancak kesinlikle sığ ve daraltıcı okul kitaplarına bağlı kalmaksızın yaptığımız derslerimde, öğrenciler benim yol arkadaşlarım oluyordu. Önce yargı ve önyargılarımızı kaldırmayı, eleştirel ve refleksif düşünmeyi, diyalektik ve diyalojik yöntemi kullanmayı deneyimliyorduk. İlginç bir şekilde korktuğum başıma gelmiyordu. Herhangi bir şikayet veya duvarla karşılaşmıyordum. Bilakis yaptıklarımın zamanla taklit edildiğini gördüğüm de oldu. UNESCO’nun 2002 yılından beri düzenlediği Dünya Felsefe Günü ve 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü dolayısıyla bir etkinlik düzenleme kararı aldığımda, kısa sürede ve gönüllülük esasına dayalı olarak Antigone Tragedyası’nı sahnelemeyi başardık. Bu çalışma için sadece kız öğrencileri seçmiştim. Amacım halihazırda zaten onların atanmış cinsiyetleri üzerinden yapılagelen politikalara karşı durmak ve bu politikalarda olası bir gedik açmaktı. Felsefe tarihinin neredeyse en önemli ve en çok atıfta bulunulan eseri olması sebebiyle Sofokles tarafından yaklaşık M.Ö. 440’larda yazılmış tek perdelik Antigone tragedyasını seçmiştim. Bu kızlar hayatlarında ilk defa sahneye çıkacaklar ve bir tragedyayı okuyup sahneleyeceklerdi. Karşımda oyunculuk deneyimi olmayan bir grup kız çocuğu olduğunu da kabul ederek onlara doğaçlama ve özgürce bir sahne sağlamaya çalıştım. Belli ki bu onlarda olumlu bir etki bırakmıştı. Bir veli toplantısında kızlardan birinin babası, oyundan bahsedince, eyvah dedim şimdi geliyor “değerler” dersi. Ancak yanılmıştım, baba kızının böyle bir oyunda Kral Kreon olacağını bilseymiş kostüm de alabileceğinden söz ediyordu. Öğrenciler evlerinde yaşadıkları heyecanı ve kazandıkları özgüveni anlatmış olmalılar ki; ne velilerden ne de okul idaresinden herhangi bir olumsuz dönüş yapılmadı. Hatta bir kaç hafta sonra yapılan Arapça günü dolayısıyla benzer bir etkinlik düzenlenmeye bile çalışılmıştı. Benim amatör oyuncularım bu defa zorunlu olarak sahnedeydiler! Bu zorunluluğu daha sonra kendilerinden öğrendim. Pandemi dolayısıyla istediğim birçok etkinliği gerçekleştirememiş olsam da bu öğrencilerle eleştirel düşünme ve refleksiyon geliştirme üzerine çalışmaya devam ettik. Bir dönem sonra bırakır giderim diye başladığım imam hatip öğretmenliği sürecimde adeta bir Çalıkuşu misyonu yüklendim sanılmasın. Hatta öğretmenlere veya öğretmen adaylarına bir Çalıkuşu olmayı önerecek de değilim. Bilakis politikalarda köklü değişimlerin gerçekleşmesi için mücadele etmeye devam etmeliyiz. Ancak bu mücadele devam ederken de öğretmenliğin ne ve nasıl olması gerektiğini de yeniden düşünmemiz gerekiyor. Biliyoruz ki hayatamıza değen öğretmenler vasıtasıyla ya otonomi kazanıyor ya da boyun eğen birer kişi oluyoruz. Köy Enstitüleri’ni ve o tarihi düşündükçe bunun bir kez daha gerekli olduğunu düşünüyorum.

Dindar nesil yetiştirmek konusunda işler pek de düşündükleri gibi gitmeyecek…

Bir öğrencim Freud üzerine yaptığı bir ödevin sonunda, Freudcu anlamda babanın ölümü, babanın aşılması üzerinden, “yalnızca babanın değil hiçbir insanın gölegesi altına girmemek gerektiğini söylüyor. Aksi halde bu durumun, gölgesinde yaşadığımız insana bizi bağımlı kılacağını, bakış açımızı daraltıp objektif düşünce yetimizi yavaş yavaş yitirmememize neden olacağını” iddia ediyor. Dolayısıyla AKP’nin eğitim sisteminin kendisinin sorunlu ve ivedikle değişmesi gerektiği yanı sıra ben en çok öğretmenlerin kökleşmiş düşünceleriyle yüzleşmenin zorluğunu yaşadım. Dindar nesil yetiştirme konusunda, işlerin pek de düşündükleri gibi gitmeyeceği kanaatindeyim. Seçme hakları olmadan geldikleri imam hatip okullarında eleştirel düşünme yeteneğine alan açıldığı taktirde öğrencilerin bu sınırları aşacaklarını gördüm. Bildiğim yabancı dilleri soran öğrencilerime, anadilim olmasına karşın Türkiye’nin asimile ettiği Kürt asıllı bir yurttaş olarak Kürtçe’yi de eklediğimde öğrencilerimin önyargısızca kabul etmelerini, özellikle Kürt olduğunu bildiğim veya düşündüğüm öğrencilerin dikleştiğini gördüm. Ancak öğretmenler odasında çocuğuna verdiği ismin, “ismi lazım değil ırkın ismi olmasından çok korktuğunu ve bu yüzden de çok araştırma yaptığını” söyleyen sözde seküler görünümlü öğretmenleri de şaşkınlıkla izledim. Eğitimde bir reform, özellikle de eğitim fakültelerinde ciddi bir reform gerektiği benim açımdan kaçınılmaz durmakta. Öğrencilerin, özellikle de kız öğrencilerin –bir tercih hakkımız varsa bu hakkımı pozitif ayrımcılık yaparak kız çocuklarından yana kullanıyorum- kendi başlarına düşünmeye, yapıp etmelerini özerk bir biçimde yürütmeye, zihinlerinde bir ışık yakan veya hayal güçlerini zorlayan şeylere teşvik edilmeye ihtiyaçları var. Çünkü geleneksel ve muhafazakar ailelerin ve hükümetlerin en çok yaptırımda bulunduğu bedenler, zihinler ve yaşam alanları ne yazık ki kız çocukları oluyor. Yetişkin birer kadın olduklarında seçimleri de yine bu iktidar ağlarınca belirleniyor, kısıtlanıyor veya sınırlanıyor. Ama eleştirel düşünen bir kız çocuğunun henüz o yaşlarda neler yaptığını ve yetişkin bir kadın olduğunda neler yapabileceğini gördüm. Bunun için marjinal kimseler olmaya, eleştirel tutuma devam…

*Ayşe ÖZTÜRK
Dr, Felsefe
ayseozturk.iu@gmail.com


[1] H. G. Liddell and R. Scott, An Intermediate Greek-English Lexicon (Oxford: Clarendon Press, 1889); H. G. Liddell and R. Scott, A Greek-English Lexicon (Oxford: Clarendon Press, 1940)

[2] H. A. Giroux, On Critical Pedagogy (London:Bloomsbury Publishing, 2020)

[3] I. Kant, Was ist Aufklärung? (Utopie kreativ, H. 159 Januar 2004), 5-10; I. Kant, Political Writings (Cambridge: Cambridge University Press, 1991)

[4] K. Gülenç, Frankfurt Okulu Eleştiri Toplum ve Bilim (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015), 17

[5] M. Foucault, Eleştiri Nedir? Kendilik Kültürü, Çev. M. Erşen (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2020), 39

[6] R. Billingion, Felsefeyi Yaşamak Ahlak Düşüncesine Giriş, Çev. A. Yılmaz (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011)

[7] I. Kant, Fakültelerin Birbirleriyle İlişkisi Üzerine, Çev. E. D. Oralgül (ViraVerita E-dergi, Sayı 2, 2015), 89-104

[8] Billingion, Felsefeyi Yaşamak

[9] https://www.sosyaldemokratdergi.org/ece-oztan-dindar-nesiller-soyleminin-otesi/