AKP’nin, 17 Aralık 2013 Yolsuzluk Operasyonu ile birlikte, iktidarını konsolide etmek, diğer bir deyişle sürdürebilmek için yeniden Avrupa Birliği çıpasına sarılmaya çalıştığı görülmektedir. Bu çıpa, hatırlanacağı üzere, 2005 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen “Leyla Şahin türban kararı”nın ardından bırakılmıştı. O tarihten itibaren AKP’nin giderek AB’ye şüpheyle yaklaştığı görülmüştür. AKP’nin, 2002 yılında iktidara gelirken gücünü, özellikle farklı uluslararası ve ulusal nitelikteki bir takım oluşumlarla ittifak yapmak şeklinde inşa ettiğini biliyoruz. Özellikle askeri vesayetten kurtulma söylemi çerçevesinde bir yandan AB, öte yandan Türkiye’de liberal çevreler ve Gülen Cemaati gibi bir takım muhafazakar gruplarla geniş bir ittifak kurmak suretiyle iktidarı alan AKP, zaman içerisinde oy oranını artırmanın verdiği güvenle bu ittifakları yük olarak görmeye başlamış ve yeri ve zamanı geldiğinde bu yüklerden kurtulmanın yollarını aramıştır. Önce AB, daha sonra 2007 seçimlerinin ardından liberal aydınlar ve son olarak da 2011 seçimlerinin ardından Gülen cemaati gibi bir takım gruplarla ilişkilerini kesme eğilimi göstermiştir. Bu süreçte, demokrasilerde yer alan güçler ayrılığı ilkesinin giderek aşındırıldığını ve yürütmenin yargı ve yasama üzerinde tahakküm kurduğunu gözlemledik. Ancak, öyle görünüyor ki, Gezi Hareketi ile doruğa çıkan toplumsal muhalefet ve akabinde 17 Aralık Yolsuzluk Operasyonu, iktidarın toplumsal anlamda meşruiyetinin sorgulanmasına neden olmuştur. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki, iktidarın, sırtını dayadığı “milletin” de artık bazı şeyleri sorgulamaya başladığı ve bu denli otoriterleşen, mutlaklaşan ve anti-demokratik bir hal alan doğasının sorgulandığı görülmektedir. Ve yine öyle görünüyor ki, içerde yanlızlaşmaya başlayan iktidar, dışarda da içine düştüğü bölgesel krizler nedeniyle AB ve ABD gibi güçler tarafından da yanlızlığa doğru sürüklenmektedir.
İktidar açısından bakıldığında sorun, bu hasarın nasıl giderileceği sorunudur. Gerek Başbakan, gerek Cumhurbaşkanı ve gerekse farklı bakanlar tarafından yeniden AB ile uyum için reform sürecine hız verilmesi yönünde bir takım söylemlerin öne çıktığını görüyoruz. 17 Aralık Yolsuzluk Operasyonu’nun ardından yaşadığı sorunlar sonrasında AKP’nin ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın AB’yi yeniden bir çıpa olarak kullanma eğilimine girdikleri görülmektedir. 2002 yılından bu yana AKP tarafından araçsallaştırılan AB’nin yine araçsallaştırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bir yandan, Başbakan’ın 7 Ocak 2014 günü Japonya ziyaretinde “küresel veya bölgesel güç olma hırsımız yoktur” şeklindeki söylemi; öte yandan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın, Türkiye ekonomisinin orta ve uzun vade için karşı karşıya olduğu en önemli konunun hukukun üstünlüğü olduğunu ve burada Türkiye’nin en önemli referansının Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği normları olduğunu vurgulaması; Cumhurbaşkanı Gül’ün, Türkiye’nin AB ile müzakere sürecinin tekrar canlandırılması gerektiğini belirtmesi; ve son olarak Başbakan’ın Ocak ayında gerçekleştireceği Brüksel ziyaretiyle yeniden vurgulanmaya çalışılan AB uyum süreci acaba bugüne değin sahip olunan “oyun kurucu ülke olma” vizyonundan uzaklaşıldığı anlamına mı gelmektedir? Yeniden AB normlarıyla ile birlikte hareket etme düzlemine mi girilmektedir?
Son bir kaç haftada yaşanan olaylara ve daha öncesinde Gezi Hareketi sırasında ve sonrasında yaşananlara bakıldığında, AKP’nin AB çıpasına sarılma yönünde geliştirdiği yeni taktiğin AB çevrelerinde çok da inandırıcı olacağı kanaatinde değilim. Yolsuzluk iddialarının soruşturulmasını önlemek için önce adli kolluk şimdi de HSYK üzerinde sürdürülen baskı ve değiştirme furyası, Genişlemeden Sorumlu AB Komiseri Stefan Füle’nin dahi tepkisini çekecek şekilde, AB çıpasından daha da uzaklaşma işareti veriyor. Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yerine getirmediği şeklinde bir açıklama yapılabileceği ihtimaline hazırlıklı olmak gerekir. AB çıpasına dönüş giderek zorlaşmaktadır; ancak, Türkiye’nin mevcut sorunlarına çözümün de bu çıpaya yeniden tutunmaya bağlı olduğu gerçeğini kalın harflerle yazmakta fayda var.
Kılıçdaroğlu’nun Önerileri
Kemal Kılıçdaroğlu’nun yolsuzluklarla mücadele edebilmek için iktidara yönelik olarak yaptığı onbir maddelik öneri bütünü oldukça kapsamlıdır: Rüşvet ve yolsuzluklar konusunu dokunulmazlıkların dışına çıkarmak; Kamu İhale Yasası’nı AB standartlarına getirmek; Siyasi Ahlak Yasası’nı çıkarmak; Siyasal Partiler Yasası’nda değişikliğe gitmek yoluyla siyasetin finansmanını şeffaf hale getirmek; Adli Kolluk Yasası’nı çıkartarak yürütme organının yasama ve yargı üzerindeki baskısını kaldırmak; kamu harcamalarını TBMM adına denetleyen Sayıştay’ı daha da güçlü hale getirmek; ticari sır kavramını yeniden düzenlemek; Parlamanto’da kesin hesap komisyonu kurmak; yolsuzlukla mücadele yasası çıkarmak; Gelir İdaresi Başkanlığı’nı özerk hale getirmek suretiyle vergi denetimini siyasi amaçla kullanmaktan vazgeçmek; Sermaye Piyasası Kurumu gibi kurumları siyasetten arındırmak.
İçinde Kamu İhale Yasası’nın AB standartlarına kavuşturulması şeklinde bir öneri de içeren bu reform önerileri, bugün olup bitenler açısından bakıldığında son derece radikal değişiklik önerileri gibi görünmekle birlikte, 2002 öncesindeki Koalisyon Hükümeti’nin icraatları açısından bakıldığında o denli radikal görünmemektedir. Çünkü Kamu İhale Yasası’nın, özellikle AKP iktidarından önce DSP-MHP-ANAP Koalisyonu tarafından getirilen düzenlemelerle birlikte AB müktesabatıyla büyük ölçüde uyumlandırıldığını biliyoruz. Bu yasa ile Koalisyon Hükümeti, AB standartlarına uygun bir şekilde mali şeffaflığı ve hukuki teminatı kurumsallaştırıyordu. Amaç, Cumhuriyet tarihi boyunca ve özellikle de 1980’lerden itibaren giderek küreselleşen Türkiye ekonomisinde sıklıkla görülen kronik yolsuzlukları engellemek ve yurtdışı sermaye girişine zemin hazırlamaktı.
Ancak bu yasanın, AKP iktidarınca doğrudan, özel yasalarla veya kararnamelerle 31 kez olmak üzere 164 maddesinin değiştirildiğini de biliyoruz. Böyle bir Yasa ile “iş görmenin” mümkün olmadığı ve “yerel yönetimlerin hizmet üretemeyeceği” gibi iddialarla AKP, bir anlamda AB normlarına uygun Kamu İhale Yasası’nı çöpe atmıştır. İktidar; Sermaye Piyasaları Kurumu (SPK), Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK), Kamu İhale Kurumu (KİK) ve Sayıştay gibi siyasetin etki alanından uzak tutulan bağımsız kurumların özerkliğini sonlandırarak, bir yandan kaynakların denetimden uzak bir şekilde kendi yakın çevresi tarafından paylaşılmasını hedeflemiş, öte yandan da üyelik ilişkilerinin geliştirilmesini, geneleksel patronaj ve klientelist ilişkilerin yeniden inşasını sağlamak suretiyle giderek içe kapanan bir otoriter-siyasal-toplumsal yapı inşa etmiştir. Bütün bu değişikliklerin amacı bugün çok daha açık bir şekilde görülmektedir: yerel yönetimlere ve tüm kamu kurumlarına denetimden uzak bir şekilde harcama yapma yetkisi vermek; ilgili yerel ve merkezi otoritelerin kendi takdirleri içinde ihale açmak ve bu ihaleleri istediklerine vermek; özellikle inşaat sektörü üzerinden ülkeye sermaye girişini kolaylaştırmak suretiyle yoksulluk okyanusları içerisinde yeni bir takım varsıl adacıklar yaratmak. Ayrıca unutulmaması gereken bir diğer nokta, AKP iktidarının bir yandan yukarıda sıraladığım hataları kasıtlı yaparak Kopenhag kriterlerinden “iktisadi alanda” uzaklaşması, öte yandan Başbakan Erdoğan’ın zaman zaman “AB’yi bırakalım, Şangay Beşlisi’ne katılalım” söylemiyle “siyasal ve toplumsal alanda” AB normlarının getirdiği danışma, şeffaflık, düzen, denge, denetleme, diyalog, açık toplum ve demokrasi gibi değerlerden gittikçe uzaklaşarak otoriter bir yönetim anlayışını benimseme eğilimine girmesidir. Muhtemelen Başbakan Erdoğan’ın Putin gibi bir lidere öykünmesinin ardında yatan gerçek de böyle bir şey olmalıdır.
Diyalektik açıdan bakıldığında, aslında Kılıçdaroğlu’nun önerileri ülkemizi belli ölçüde 2002 öncesine götürecek reform önerileridir. Dolayısıyla, aslında Sayın Kılıçdaroğlu’nun sözünü ettiği şey malumun ilamından başka birşey değildir. Bu öneriler, Başbakan tarafından sürekli yerden yere vurulan ve genel seçimler yaklaştıkça yine sıklıkla eleştirilecek olan Kamu İhale Yasası’nı ve AB’nin ilerleme raporlarında da sıklıkla eleştirilen mali denetleme özelliklerini yitirmiş olan sözde özerk kurumların yetkilerine yeniden kavuşturulması gereğini söz konusu ediyor.
Kemal Kılıçdaroğlu tarafından yapılan önerilere benzer öneriler, tabii ki AB Komisyonu ve OECD tarafından da yapılmaktadır. AB Komisyonu ve OECD ortaklığında yapılan önerilerde özellikle merkezi hükümet ve yerel yönetimlerce açılan ihalelerde yerli iş çevrelerine ayrıcalık tanındığı, Kamu İhale Kurumu’nun yeterli uzman personele sahip olmadığı, ihalelerin şeffaf kurallara göre gerçekleştirilmediği ve ihale süreçlerinin bağımsız organlarca yeterince denetlenmediğine ilişkin görüşlerin öne çıktığı görülmektedir. Ayrıca, uluslararası iş çevrelerinin kamuyu ilgilendiren inşaat ihalelerine girmesini engelleyen Kamu İhale Yasası’nın bir anlamda koruduğu ve varlığını hiçbir denetime tabi olmadan sürdüren TOKİ’nin yolsuzluk sürecinde önemli bir aktör olarak ön plana çıkması da oldukça anlamlıdır. Öte yandan, Uluslararası Şeffaflık Örgütü de özellikle mali denetimden yoksun konut yapımı süreçlerinin yolsuzluğa çok elverişli bir alan olduğunun altını çizmektedir Bu nedenlerle, 2005 yılında Kopenhag kriterlerini sağladığı gerekçesiyle AB ile Türkiye arasında müzakerelerin başlayabileceğini öngören AB Konseyi görüşünün günümüz koşullarında yinelenmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü Kopenhag kriterlerininin önemli bir ayağı olan serbest piyasa kurallarının yeterince işletilmediği apaçık ortadadır. Müzakere süreçlerinde Yaklaşık 3,5 yıldır yeterince ilerleme sağlanmamış olmasının önemli bir nedeni de budur.
Sonuç: pusulamızı bulacak mıyız?
AB müktesabatına uyum konusundaki hassasiyet 2002 öncesi Koalisyon Hükümeti’nin daima vurguladığı bir nokta iken, bugünkü iktidarın gerek içsel gerek dışsal faktörleri kullanmak suretiyle böyle bir hassasiyeti sergilemediği bilinmektedir. Umarım ki, gerek içerde ve gerekse dışarda içine düştüğü derinlikli problemlerden ders çıkarma refleksi geliştirme varsayımıyla, son günlerde öne çıkarılan AB çıpası Türkiye’ye yeni bir takım demokratik kazanımlar getirir. Bütün bu yaşananlar öyle gösteriyor ki, yaşadığı yapısal problemlerin boyutu ne olursa olsun AB, demokratik normlarıyla Türkiye’ye yol göstermeye devam edecektir. Kaybolan pusula herhalde enkazın altında bir yerlerde kalmıştı ve umarım pusulamızı buluruz yeniden…
*Prof. Dr. Ayhan Kaya,
İstanbul Bilgi Üniversitesi, ayhank@bilgi.edu.tr