[huge_it_share]
Yunanistan’da radikal sol bir partinin iktidara gelmesi, Avrupa’nın güneyini ne denli heyecanlandırdıysa AB’nin yerleşik düzenini temsil eden bazı merkez ülkelerini de o ölçüde tedirgin etti.
Avrupa ülkelerinin çoğunluğunda olduğu gibi, on yıllardır Yunanistan’da da, parti sistemine merkez sol ve merkez sağ partiler egemendi. Merkezde bitişen PASOK ve Yeni Demokrasi, birbirinin iktidar alternatifini oluşturur; iktidara geldiklerinde de birbirine benzer politikalar uygularlardı. Sol ve sağ yanlarında da, uçlara savrulan “buçuk” partiler bulunurdu.
Neoliberalizmin egemenliğindeki AB’ye üye ülkelerde, bu anlayış gereği uygulanan kemer sıkma politikalarının bedelini yüklenen parti iktidardan gönderilir, yerine hemen hemen aynı çizgiyi sürdürecek olan diğeri gelir. Ancak genellikle son dönemlerde, kitlelere sevimsiz gelen kısıtlayıcı ekonomi politikaları daha çok soldaki partilerin sırtına yüklenir. Yakın geçmişte bu, örneğin Almanya’da Schröder döneminde SPD’nin, İngiltere’de Blair döneminde Labour’ın omuzlarına yığılmış olup bugün Fransa’da Hollande ve PS’ye yüklenmektedir. Bu ağır yük, Yunanistan’ın son döneminde de PASOK’a taşıtılmış ve bu parti, seçmenlerini, solunda kurulan SYRIZA’ya kaptırarak erimiş gitmiştir.
Sermaye emeğin sırtından inmiyor
Birçok Avrupa ülkesinde sosyal devlet kazanımlarının eritilme eğilimi eşitsizliği büyütmüş; AB içindeki ülkelerin çoğunda, son 15 yılda, ülke içi eşitsizlik daha da artmıştır. Zenginle fakir arasındaki uçurum pek çok ülkenin yoksulluk tehdidi altındaki nüfus oranına yansımıştır. Öncelikli olarak ekonominin belirlediği AB yapılanması, Avrupa başkentlerinde yeni ve liberal bir devlet anlayışını geçmişte de yaygınlaştırmıştı; ama iktisadi bunalım ortamındaki kemer sıkma politikası, bu gidişi daha da hızlandırmıştır.
Servet ve gelirlerde giderek açılan makasın mevcut ekonomik gidişle kapanması olanaksızdır. Bu nedenle, eşitsizlik sorunu piyasaya -piyasa mantığına- bırakılamaz ve politik olarak ele alınmalıdır. Günümüzün eşitsizlik toplumunda herkese eşit yaşam şansı tanıyabilmek, iktisadi verimlilik ve sosyal adalet sağlamak için yeni bir dağılım politikasına gereksinim vardır. Bu sosyal zorunluluk, yineleyelim ki, kesinlikle piyasaya bırakılamaz.
Sosyal demokrat partiler, kendilerini, gelenekleri Fransız Devrimi gibi Avrupa tarihinin büyük olaylarına dayanan uzun bir geçmişe sahip hareketler olarak sunuyorlar. Bunlar, kendilerini modern gösterme ısrarlarına karşın, yine de geçmişteki konum ve edimleri dolayısıyla, siyasal sistemin yerleşik düzen temsilcileri grubu arasında yer almaktan kurtulamıyorlar. Söz konusu konumun –ne kadar saygıdeğer olursa olsun- içinde bir antipati potansiyeli barındırdığı açıktır. Güney Avrupa’daki gibi protesto hareketlerinde dile gelen bu antipati, gittikçe artan sayıda seçmeni, sosyal demokrat partilere arkasını dönüp “yeni” hareketlere oy vermeye veya en azından genel bir çekimserliğe yöneltiyor.
Yukarıdaki paragraflarda görece akademik deyişlerle açıklanan gerçekleri daha somut biçimde açıklayalım. Sosyal demokrasiyi ve emek örgütlenmelerini var eden, -günümüzde teker teker elden çıkarılan- sosyal devlet kazanımlarının önünü açan tarihsel uzlaşma artık ortadan kalkmıştır. Emek ile sermaye arasında oluşmuş bu “sosyal demokrat uzlaşma”, 20. yüzyılın başından 1980’lere değin geçerliliğini sürdürmüştür. Bu strateji, başarısını hem işçi hareketlerinin, sosyal demokrat partilerin ve sendikaların gücüne hem de bunların örgütlülüklerinin sermayenin de çıkarlarına hizmet ediyor olmasına borçluydu.
Bugün yeni kapitalizm, örgütlülüğünü ve gücünü yitirmiş emek karşısında “sosyal zincirlerinden” her geçen gün biraz daha kopuyor; eşitsizlik, yoksulluk, sosyal güvencesizlik gibi acı verici sonuçları her gün daha çarpıcı biçimde gözümüze sokuyor. Bu gidişe “dur” diyebilecek hiçbir örgütlü ve sorumlu muhalefet de yok. Örnek verelim: yılda milyonlarca lira kazanan üst yönetici de, günde 20 liraya “ne iş olsa yaparımcı” da hizmet sektörünün birer emekçisi. Bunların birbirleriyle hiçbir ilişkisi var mı? Aynı kategori içindeki zayıfların güçlülerin gücünden yararlanması için bu iki kesim nasıl bir araya getirilebilir?
Dünyanın sayılı zenginlerinden Hintli çelik kralı yeğeninin düğünü için daha geçen yıl 60 milyon avro harcadı. Bu kişinin ülkesindeki bir eyalette, yerden bir metre kadar yükseklikte bir yere iki metre aralıkla tutturulmuş iki tahta arasına serilmiş bir çaput bezini dam olarak kullanan milyonlar, yılda kişi başına 1.000,- TL ile geçiniyor. O iki metrekarelik alanda çökerek yaşıyor; oracıkta yiyor, uyuyor, ürüyor ve pek yakınlarda da ihtiyaçlarını görüyor. Tüm bu ölçüsüzlükleri mümkün kılan ekonomik orantısızlıklar karşısında ortaya atılacak bir soru vardır: Eğer konformist ve sorumlu muhalefet bir işe yaramıyorsa farklı ve sistem dışı muhalefet ne güne durur?
Güney Avrupa’nın siyasal ufkunda yeni yıldızlar: SYRIZA, PODEMOS
İşte, kravat takmayan, gömleği pantolonunun dışına sarkan, muhataplarıyla sol eli cebinde tokalaşan ve PODEMOS lideri Pablo Iglesias gibi kuyruklu saçla dolaşan önder kadrolarıyla en azından “görünürde” sosyal ve siyasal “sorumluluk” kodlarını aşmış(!) “sistem dışı” iki parti bugün Güney Avrupa’da yeni bir rüzgar estirmekte. Podemos, Syriza’ya oranla daha yeni bir parti. Ancak o da, Syriza gibi, iki temel toplumsal dinamikten güç alıyor: aktif azınlığı mobilize eden isyan duygusu ve kitleleri ayağa kaldıran popülizm.
Podemos, İspanya’da, bundan bir yıl kadar önce radikal sol bir programla kurulmuştur. Parti toplumdan o ölçüde ilgi görmüştür ki, kamuoyu yoklama kuruluşlarının hepsine göre, şu anda bir seçim yapılsa belki de tek başına iktidarı elde etmesini sağlayabilecek oy potansiyeline sahiptir. Podemos’a yönelen halk desteği, iktidardaki muhafazakar Halk Partisi (PP)’nin, kamu harcamalarını büyük ölçüde kısarak sosyal devletin temellerini yok etmesi nedeniyle büyümüştür.
Franko sonrası İspanya’da gelişen demokrasinin yarattığı emek dostu ortam son yıllarda ortadan kaldırılmış; toplam nüfus içinde %26, gençlerde ise %52 oranında işsizlikle Avrupa rekoru kırılmıştır. Üstelik işsizlerin %66’sı sigortadan yoksundur. Bunlardan kaynaklanan iç talep düşüşü, uzun dönemli gerilemenin temel nedenidir. Uygulamalara örnek verelim: muhafazakar PP lideri Rajoy’un sağlık sisteminde yaptığı 6 milyar avroluk kesintiye karşılık, bir önceki iktidar PSOE (İspanyol Sosyalist İşçi Partisi)’nin lideri Zapatero da, kendi hükümeti döneminde 1,5 milyar avro ekonomi yapmak için kamu emeklilerinin maaşlarını dondurmuş ve eklemişti: “başka seçeneğimiz yok”.
INDIGNADOS (Öfkeliler) denen sivil hareket, böyle bir ortamda “başka bir seçeneğin olabileceğini” göstermek için sokaklara çıktı ve referandum gibi yöntemlerle halkın dolaysız katılımını öngörecek yeni ve gerçek bir demokratik sistemin oluşturulması çağrısında bulundu. Podemos, Indignados adlı sivil sokak hareketinin başka bazı sol bileşenlerle zenginleşerek partiye dönüşmüş biçimidir. Finans kurumlarına ve banka sistemine bağlı gördüğü PP ve PSOE’ye karşı “bankerlerin değil halkların Avrupa’sı”nı öne çıkaran parti, kurulduğu andan itibaren yerleşik düzenin tüm kurumlarını karşısında bulmuştur. Podemos’un beyni konumundaki Vicente Navarro’nun -Gramsci’ye atfen- dediği gibi “bu, arkasından gelecek olanın tam olarak bilinmediği bir dönemin sonudur.”
Syriza’yı hizaya getirmek dünya düzenini kurtarmaz
Syriza’yı iktidara getiren koşulların, geriye doğru uzanan ayrıntılı ve Yunanistan kadar AB kurumlarını ve Almanya’yı da ilgilendiren bir arka planı vardır. Yunanistan kamuoyunun, bunalıma düştüğünden beri ülkenin sürekli boğazını sıkan borçlandırıcı kurumlardan “Troyka” adını verdiği AB Komisyonu, ECB (Avrupa Merkez Bankası), IMF (Uluslararası Para Fonu) üçlüsüne karşı bir nefret biriktirdiği biliniyor. Ancak Yunan halkının, karşısında “hasım” olarak somutlukla gördüğü ülke, AB içinde “mali anlamda” patron konumundaki Almanya’dır. Bu nedenle, her iki ülke kamuoyu birbirine kızmakta ve Şansölye Merkel Yunan kamuoyu gözünde ürkütücü bir kimlik edinmiş görünmektedir.
Syriza’nın seçim vaatlerinden birisi de, iktidara geldiğinde bu üçlü ile müzakere masasına oturmayacağı yolundaydı. Ne var ki Yunanistan gerçek bir bataktadır ve neredeyse boğazından keserek borç faizi ödeme durumuna düşmüştür. Dolayısıyla Syriza lideri Tsipras, iktidara geldikten yirmi gün sonra “Troyka” ile masaya oturmak zorunda kalacağını belli etmiştir. Bu yılın sonuna doğru yapılacak İspanya seçimlerinde iktidara gelmesi durumunda, Podemos liderinin de yapacağı, aynı şey olacaktır. Bir veya birkaç ülke grubunun, küresel bağlam değişmedikçe, yapabileceklerinin sınırlı olduğu açıkça saptanıyor. Küresel neoliberal düzen, sırayı bozanları hizaya sokmakta gecikmeyecektir.
Belki de, en sorumlu tutum, çerçeveyi değiştirmek için sorumsuz davranmaktan geçer. Ne var ki, sokakta taş atanların da partisi olan Syriza şu anda bir ülkeyi yönetiyor ve küresel düzeni yerinden kımıldatmaya gücü yetmiyor. Ayrıca, mevcut sistemi ayakta tutmakta çıkarı olanlar, çeyrek yüzyıllık neoliberal düzen süresince iş piyasası ayaklarının altından kaymış olan emekçileri, borçluları dikkate alma niyetinde değil. İktidara geldiğinden bu yana hemen hiçbir talebi Troyka’dan kabul görmeyen Syriza’ya reva görülenler ortada. Ne yazık ki o da, durumu “sorumluluk” içinde konvansiyonel yöntemlerle gözden geçirmeye başladığı an, uluslararası finans diplomasisinin kemer sıkma mantığına düşecektir. Aksini yapamazsa, bundan ne düzeni tartışanlar ne de sıradan emekçiler yararına bir şey çıkacak.
Wolfgang Streeck Re-Forming Capitalism adlı kitabında şöyle yazıyor: “Bugün bizim verecek geçerli bir yanıtımız yok; yeni bir kuşağın daha iyi bir fikri olmak zorundadır. Düzensiz, sorumsuz bir protesto dönemi mi yaşayacağız ve yükü omuzlayan aktörler ‘artık bir şeyler olmalı, yeniden düzenlenmeli’ mi diyecekler?” Toplumların çözülüp yok olmaya razı gelmeyeceği kesindir. Ancak demokrasi mantığının sermayenin mantığına nasıl olup da üstünlük sağlayabileceği henüz belirginlik kazanmamıştır.
Umut verici olan, iradelerini birleştirerek parti kuracak kadar çok sayıda insanın, durumun mantıksızlığını ve onur yaralayıcı niteliğini fark edip artık bunu içine sindiremez olmasıdır. Birkaç yıl önce Yunan televizyonunda bir kadın, maaşının %20 oranında düşürülmesine ilişkin olarak “umurumda değil, nasıl olsa bir yıldan beri maaş almıyorum” diyordu. Bu türden durumların çok sıklaşması ve birikmesi Syriza’yı iktidara getirmiştir. Benzer olguların dünyanın daha başka pek çok yerinde sıklaşıp yığılması halinde –tıpkı Gezi gibi- siyasal amaçtan yoksun birer protesto niteliğiyle başlayan hareketlerin toplamından, 19. yüzyılda olduğu gibi, yeni bir evrensel örgütlenme ruhu çıkabilir.
*Aydın Cıngı,
Siyaset Bilimci,
acingisdv@gmail.com