
Bir Batı Avrupa ürünü olan çağdaş sosyal demokrat siyaset, 19. yüzyıl başında emek ile sermaye arasında oluşturulan bir uzlaşmaya dayalıdır. O yıllardan itibaren oy gücünü, esas olarak, türdeş emekçi sınıfından almıştır.
Sosyal demokrasinin, topluma en çok kazanım sağladığı ve aynı zamanda en güçlü olduğu dönem 1950-1980 arasıdır. Bu süreç, aynı zamanda Batı’nın soluyla ama tüm toplumuyla da çok güçlü olduğu bir dönemdi: Ekonomik büyüme yüksek oranlardaydı; ülkelerin tümü benzer –kıyaslanabilir- düzeyde gelire sahipti; eşitsizlik çarpıcı düzeylerde değildi; sosyoekonomik sınıflar arası geçişlilik görece kolaydı; emekçi sınıfı da yeterli gelire sahipti.
Solun o günlere nostalji duyması doğal olmakla birlikte, bugün aynı koşulları araması gerçekçilikten uzaktır. Bu arada “küreselleşme” adı altında özetlenen bir dizi değişim meydana gelmiştir ve artık eski dünya yoktur: Dünyada, Batı’da bulunandan daha ucuz emek belirdi; sermaye olağanüstü bir hareket yetisi edindi; göç eskiden –örneğin Güney İtalya’dan Almanya’ya olduğu gibi- az farklı ekonomik ve kültürel koşullara sahip ülkeler/toplumlar arasında oluşurken şimdi birbirinden çok farklı toplumsal kümeleri bir araya getiriyor; Komünist Blok ve Batı’daki güçlü sol partiler ve sendikalar sermayeyi “dizginleyebiliyordu”, bunlar artık yok; zamanın ruhu değişti ve sol etik, artık Brandt, Palme, Mitterrand türünden liderler çıkaracak düzeyde değil.
Bugünün koşulları
Bugün Avrupa’da bir fabrikada, örneğin bir otomobil fabrikasında geleneksel proleter imgesine uyan çok az işçi bulunur. Bu nedenle de, artık aynı mekanda çalışıp dayanışma üreten süreçleri paylaşan emekçi hemen hemen kalmamıştır. Eski “sıradan” emekçilerin bir kesimi, bugün artık çoğunlukla beceri sahibi olmayan yemek servis elemanı, temizlikçi veya şoför gibi hizmet sektörü çalışanlarıdır. Bunlar; işleri genellikle güvenceli bir sözleşmeye dayalı olmayan, kısa süreli, yarım zamanlı ve düşük ücretli çalışanlardır.
Bu türden “iş buldukça” çalışanlara -kısaca- “prekarya” deniyor. Bazen işsiz bazen çalışan bu kesimin pek çoğu, farklı köken ve azınlıklardan olup kültürel sınırlarla da birbirinden ayrılıyor. Önemli olan, bunların bir sınıf bilinci içinde örgütlenme olanaklarının çok düşük olmasıdır. “Prekarya” olarak nitelediğimiz kesimin siyasal aidiyet duygusu zayıftır. Ayrıca, geçmişin proletaryası gibi biçimlendirici bir ortak alt-kültüre de sahip bulunmadıklarından, siyasal olarak her yöne çekilebilir durumdadırlar.
Öte yandan “geleneksel sol düşünce”, bu arada, örneğin çevre duyarlılığı çerçevesinde “yeşil” meydan okumaya yanıt getirirken zorunlu olarak daha çevreci ve küresel dengeler içinde kendine yer açmaya çalışırken de sosyal liberal politikalara ve evrensel normlara yöneldi. “Yeni sol”, yeni portföyünü oluşturan kentli beyaz yakalı çalışanlar grubunun tercihleri doğrultusunda, sosyal liberalizm çizgisine ve ekonomik ılımlılık taraftarlarınca merkeze doğru çekildi. Böylece, geleneksel sol partiler “ekonomik korunma talep eden ve kültürel geleneklere bağlı” emekçilere, yeni hizmet sektörü çalışanlarına ve düşük ücretlilere – prekaryaya- ve yoksullara ister istemez sırtını dönmüş oldu. Eski aidiyetinden sıyrılan bu kitleler de, -büyük ölçüde- “ekonomik korumacılık” ve “kültürel içe kapanmacılık” vadeden popülist sağa yöneldiler.
Kısa ve orta dönemde çıkış yolları
Sol, seçim başarısı için, oyunu almakta olduğu beyaz yakalı orta sınıf aydınlarından kopmadan ayrı düştüğü emekçi kitleleri –ve bir ölçüde prekaryayı- kendine yeniden çekebilmeli.
Bunun için genel olarak, öncelikle kemer sıkma politikalarını kabul etme ve uygulama yanlışının sosyal demokrat hükümetleri birer gerici yönetime dönüştürmüş olduğu anlaşılmalı ve anlatılmalıdır.
Ne var ki, toplumların sol siyaset çevrelerinde bu gerçeğin kavrandığına ve egemen neoliberal paradigmaya seçenek oluşturacak politikaların formüle edildiğine; vergi indirimlerinden ve deregülasyon/kuralsızlaştırma güdümlü anlayışlardan vazgeçileceğine ilişkin ipuçları halen yoktur.
Avrupa’nın sol çevrelerinde, artan gelir eşitsizliklerinin önünü almak için vergilendirmeye ve göçleri –sola ve hümanist anlayışa ters düşmeden- kontrol altına almaya dönük önlemlere, kamu yatırımlarına destek olmaya ve bunların dışında bir dizi yaratıcı sosyoekonomik uygulamaya ilişkin onlarca makale vardır.
Solun, “hem ona hem buna” veya “ne ona ne buna” türünden yöntemlerle düşüşü önleyip yeniden seçim başarılarına ulaşması bana zor görünüyor. Kesinlikle bilinen ve asla gözden kaçırılmaması gereken bir gerçek vardır ki, o da, toplumların bir daha asla geçtiğimiz yüzyıldaki gibi olmayacağı ve solun da sanki siyaset benzer koşullarda sürüyormuş gibi davranamayacağı.
Esasen bu gerçeği belli belirsiz kavrayan bazı protesto hareketleri -Seattle’dan, Occupy Wall Street’e, Gezi’den Sao Paulo’ya, Los Indignados’tan Sarı Yelekliler’e vb değin- yıllardır yerel ayaklanmalar biçiminde birer yerel/ulusal tema ekseninde oluşmakta. Ancak tek ortak yönleri “yerleşik düzene itiraz” olan bu hareketlerin hiçbir kuramsal ortak temelleri bulunmamakta.
Solda paradigma değişikliğine ilişkin belirtiler
Sol ve sosyal demokrat partiler, şimdiye değin –bütün diğer farklı ideolojik yönelimli sistem partileri gibi- seçim kazanmayı ve devletin kumanda aygıtlarına tek başına sahip olmayı amaç bellemişlerdir. İktidara gelecekler, halk adına iyi yönetim gösterecekler ve seçmen de onları yeniden seçecektir. Ancak bu model, artık 21. yüzyılın küresel ağlarla birbirine bağlı kültürel yapısına uymuyor. Öte yandan günümüzde tek bir partinin tek başına oyların çoğunu alıp iktidara gelmesi az görülen siyasal oluşmalardandır. Demokratik ülkelerin çoğunluğu, siyasal sistemlerine bağlı olarak, geniş kitlelerin mutabakatına dayanan koalisyonlarla yönetilmektedir.
Bu arada gözden kaçırılmaması gereken köklü farklılaşmalar ve bu arada sol açısından olumlu gidiş ve buna bağlı faktörler ve oluşmalar da var. Bunlar, insanın gerçekten daha mutlu yaşama kavuşacağına, hatta komünist ütopyanın gün gelip gerçekleşeceğine ilişkin ipuçları taşıyan kimi gelişmelerdir. Yalnızca birkaç örnek verelim:
1)”Evrensel temel gelir”, yani salt yurttaş olmaktan kaynaklanan vatandaşlık maaşı hakkı, günümüzde dünyanın belirli bir refah düzeyine ulaşmış Batı ülkelerinde gündemdedir. Vatandaşlık geliri, şu anda Finlandiya’nın ve İsviçre’nin kısıtlı sosyal alanlarında uygulamaya konmuştur.
2)İkinci bir örnek, yapay zeka sektöründe kaydedilen ilerlemeler olup bunlar, tarih boyunca ve halen insanın yapmak zorunda kaldığı zahmetli işlerin robotlar tarafından yapılmasına yol açmaktadır. Toplumumuzda insanın otomasyon yoluyla birçok zahmetli işten kurtulduğuna farkına varamadan şimdiden tanık oluyoruz. Bu gidiş, gelecekte her birimize “insanca” değerlendirebileceğimiz boş zaman ve özgürlük; toplumun bütününe de daha verimli yürüyen bir çalışma düzeni sağlayacaktır. Bu olgunun somut örneği, Japonya’da kısmen uygulanan haftada 4 gün çalışma sonucunda verimde de %40 artış elde edilmiş bulunmasıdır.
3)Öte yandan, tüm toplumların eğitim ve bilinç düzeyi kaçınılmaz olarak yükselecek; bugün “prekarya” olarak nitelediğimiz emek kesimi ve Türkiye gibi ülkelerde üretilip “kuralsızlığa alıştırılmış” kitleler zamanla eriyecektir. Bu olgu, kadının etkinleşmesini engelleyen, toplumu bölen, toplumsal kesimleri kutuplaştıran ve her türlü etik normu kemiren “kimlik politikasına dayalı” popülizmin etkisini gittikçe azaltacak; onu, “bugünkü biçimiyle” yok edecektir.
Yukarıda bazı örnekleri sunulan gelişmeler, tarihsel akış doğrultusu göz önüne alındığında, kendiliğinden oluşmaktadır. Bu dalga üzerinde yol alması neredeyse yeterli olacak olan sol, yalnızca yeni bir yönetim anlayışı gereksiniyor. Bu, çoğulculuktur; birlikte yönetimdir. Dolayısıyla, solu temsil eden partinin bugün esas hedefi, -üstelik zaman zaman ideolojik yapısından özveri gösterip doğrultusundan da saparak– ille de“tek başına”seçim kazanmak değil, daha ziyade kültürel egemenlik oluşturmak olmalıdır.
Solun amacı, “ileriye dönük” bir dönüşüm başarmak için “bugün” aklı ve anlayışı kazanılamamış ve kazanılması zor seçmenden olabildiğince oy toplayarak o seçmen üzerinde egemenlik edinmek olmamalıdır. Sol, 21. yüzyılda “seçmeni yönetme” değil “seçmenle birlikte yönetme” kavramını öne çıkarmalıdır.
Söylem önemlidir
Bunu yapmak için, günümüzde popülist radikallerin, iktidarı değilse bile siyaset alanını kazanmayı nasıl başardıklarını göz önüne almak gerekir. “Popülist” liderlerin sıkça sundukları örneklere bakarak, -radikal sağ merkez sağın söylemini nasıl kendi alanına kaydırıyorsa- “sol” da merkezdeki kucaklayıcı söylemi kendi değerleriyle bütünleştirmelidir. Bunun başarılı bir-iki örneğini de 2019 yerel seçimlerinde gördük.
Üstelik “sol”, “sağ”ın bencillik, insana karşı güvensizlik ve sevgisizliğe dayalı temel değerlerine ve söylemine karşılık, Fransız Devrimi’nden bu yana son derece çekici bir ilkeler bütününe sahiptir. Dolayısıyla “sol”, ideolojik alanını yelpazenin bütününe sızdırma, geneline yayma çabasında olmalıdır.
Gelecek, ancak çoğul bir yapı içinde ve toplumun bütünüyle birlikte tasarlanmalıdır. Bu süreç, bir merkezcilik olmamalı; yalnızca nüanslarda ayrılan, ama esas olarak ortak zihniyet yapısındaki ilerici demokratların dönüşüm için birlikte düşünme süreci olmalıdır.
Günümüzde parti aidiyeti, genel olarak önemli ölçüde zayıflamış durumdadır. Sol ve sosyal demokrasi, bir parti tarafından temsil ediliyor olmanın ötesinde, zihniyet, ilkeler ve anlayış olarak kitlelere sızdırılmalı; onları biçimlendirmelidir. Ancak bu türden bir zihniyet ile çoğul bir yapıda ve birliktelik içinde gerçekleştirilecek toplumsal dönüşümler kalıcı bir doğrultu oluşturabilecektir.
*Siyaset Bilimci
acingisdv@gmail.com