Geçenlerde konuşmacı olarak katıldığım bir toplantıda sosyal demokrasiyi ideolojik düzlemde olumsuz etkileyen faktörlerden bazılarını sayıyordum. Bunların küresel kapsamda olanlarını anımsattıktan sonra ülkeye özgü olanlarını ele aldım: Türkiye’de sosyal demokrasinin kökeninde bir emek hareketinin bulunmaması; kentlerde ve büyükşehirlerin çeperlerinde varlığını sürdüren “geleneksel/kırsal aile yapısı” ile sosyal demokrasinin en önemli kozu olan “kurumsallaşmış dayanışma” arasındaki çelişki; bugünün sosyal demokratlarının, Cumhuriyet’in “ulusalcı” ve “bölünmez bütünlükçü” reflekslere sahip kurucu kadrolarının kültürel mirasçıları olmaları; günümüzün sosyal demokrat etiketli kitle partisi CHP’nin “tek parti” geçmişi… Bunları ve daha başkalarını da biraz ayrıntılandırarak anlatmaya çalışıyor; konuşmamı, söylediklerimi ilgi ile izleyen bir topluluğa karşı özgüvenle sürdürüyordum; din konusuna değininceye kadar…
Sorgulatan konuşmacı ve zaten bilen dinleyici
Söz dine; özel olarak aydınlanma rasyonalizminden kaynaklanan sosyal demokrasi ile İslam’ın “bağdaşabilirlik” ölçüsüne gelince kıyamet koptu. O ana değin sessizce dinleyenlerin bazıları “en solcu, en dayanışmacı din İslam’dır” diyerek ayaklandı. İslam’ın, kendini kullanan siyasal İslamcı muhafazakar-sağ partiler için seçimlerde bir tür “doping” etkisi yaptığını belirttiğimde ise 1973 ve 1977 seçim sonuçlarından dem vurularak, “siyasal İslam o vakit de vardı” denildi.
Bir konuşmacı için prefabrike görüş sahibi, önyargılı izleyici kadar zor bir muhatap kitlesi yoktur. Aslında bizleri izleyenlerin, düşünce üreten sivil toplum kuruluşlarıyla temas gereğini duyabilmiş insanlar olmaları dolayısıyla, belirli konularda kişisel duyarlılık ve görüş geliştirmiş olmaları doğaldır. Ancak bu duyarlılık ve görüşler birer inanca dönüşmüş ise durum vahimdir. Konuşmacı olarak söyledikleriniz ile kimi hazır görüş sahibi dinleyicilerin beklentileri arasında bir mesafe oluşuyorsa yandınız.
O gün ve onu takip eden haftalarda konuşmacı olarak katıldığım benzer toplantılarda da aynı şey oldu. İslam konusuna gelindiğinde, izleyicilerin yeni arayışlara kapalı olan kesimi sözlerimde yerleşik kanılarının teyidini bulamadılar. Ben de kalıplaşmış düşünceleri inatla yerinden kımıldatmaya kalkıştım; her seferinde bir mutsuzluk hatta protesto rüzgarı esti.
Dogmaları aşamamak
Bir keresinde kürsüyü benimle paylaşan konuşmacılar bile bu konudaki görüşlerime katılmadıklarını açıkladılar. Ortaya tutarlı bir bütün oluşturan bir tez atsam yanıldığımı, benim tezimin yanlış ve karşıtlarımın haklı olduğunu düşünebilirdim. Oysa ben yalnızca sorgulatmaya çabalıyordum. Öte yandan seçmenlerin neredeyse dörtte üçünün kendini “ılımlı veya çok” muhafazakar olarak tanımladığı ve %95’inin Müslüman kimliğini üstlendiği Türkiye’de İslam’ın seçmen motivasyonu üzerinde etkisi olduğu yadsınabilir mi? Ayrıca Boğaziçi Üniversitesi’nde 2012’de yapılmış bir araştırmaya katılanların %71,9’u, seçimlerde oy vereceği siyasal parti liderini seçerken dinsel inançlarını dikkate alıyor. (Prof. Dr. Hakan Yılmaz, “Türkiye’de Muhafazakarlık”, Ekim 2012) Esasen bu veriler üzerinde hiç kafa yormadan ve belki de İslam’ın kutsal kitabının neler içerdiğini hiç bilmeden, düşünce paylaşma toplantıları sırasında “Dinime laf söyletmem, arkadaş!” diye savunmaya geçenler, dinsel koşullanmışlığın sorgulama eğilimini nasıl törpülediğinin canlı kanıtları oluyorlar.
Seçmenin, oy verirken öncelikle ekonomik konjonktürü dikkate aldığı gerçek olabilir. Ancak değişmeyen bir ekonomik durum varsayımında belirleyici etken, “seçen-seçilen” özdeşleşmesidir. Eşit ekonomik performans göstereceğini varsaydığı parti ve liderler karşısında seçmen, kendisine daha çok benzeyeni seçmeye eğilimlidir. Günümüzün seçmen çoğunluğuna benzeyen prototip ise “bal tutan parmağını yalar”cı, muhafazakar, dindar hatta dincidir. Sonucun ne olduğu da her seçimde ortaya çıkıyor.
İslami muhafazakarlığın toplumun tüm kesimlerine yayılmasının, sosyal demokrasi düşünce ve politikalarına pratikte yarattığı bir sorun da söylemde yatar. Dinci iktidar laikliği kemirdikçe, sosyal demokrat partimiz kendini söz konusu ilkeyi korumakla yükümlü sayıp söylemini yıllar boyu büyük ölçüde bu eksende kurgulamıştır. Sonuçta seçmenin gündelik sorunlarını dile getiremez olmuş, ondan kopmuş ve oy kaybetmiştir. Durumu fark edip laiklik savunusuna az yer veren bir söylem kurgulayan sonraki yönetim ise, seçmen eğilimini dikkate alarak, küçücük kız çocuklarının tesettüre sokulmasını dahi oy kaygısı yüzünden umarsızca izlemekle yetinme; daha da ötesi, adaylarını belirlerken bile aynı kaygıyla davranma ve kendi ideolojisinden uzaklaşma durumunda kalmıştır.
Uçlara savrulma
Kimi yoldaşlar, “siyasal İslam”ın sosyal demokrasi ve çağdaş yaşam üzerindeki olumsuz etkilerini kabul ediyor, ama bunun yalnızca bir kronoloji sorunu olduğunu öne sürüyor. Onlara göre Hıristiyanlık nasıl yüzyıllar önce kendini insan ruhuyla sınırlamışsa, gün gelecek İslam da gündelik yaşamdan elini çekecektir. Doğrudur; Hıristiyan Batı’nın yüzyıllar önce geçtiği reform/aydınlanma gibi evrelerden İslam, büyük olasılıkla, daha da hızlı biçimde geçecektir. Gerçekten de, Hıristiyanlık önce Ortaçağ’ını sonra Altın Çağ’ını yaşarken İslam, bunun tersine, önce Altın Çağ’ını yaşamıştır sonra Orta Çağ’ını! Bu durum, İslam öğretisi açısından, orta/uzun dönemde açılım gizilgücü içerir.
Ne var ki şu anda İslam tam bir radikalleşme sürecinde. Günümüzde Müslümanlık, 1970’lerin sağ-sol ideolojik kanatları gibi, doyumunu uçlara savrularak sağlıyor. Militanlaşan Müslüman, artık yalnızca kendi toplumunun yaşamına karışmakla, kendi kadınını ezmekle yetinmiyor; IŞİD’iyle, El Kaidesi’yle, Müslüman Kardeşleri’yle, siyasetçi İmam’ıyla bölge halklarının hatta dünyanın yaşamını düzenleme iddiasını sürdürüyor; evrensel barışı tehdit ediyor.
Çağımızda gündelik yaşamının her alanındaki gereksinimini “inanca değil”, nesnel/bilimsel bilgiye dayalı olarak gidermekte olan insanoğlu, gittikçe daha da rasyonelleşen evrensel koşullar çerçevesinde, uzun dönemde inancı ancak yüreğinde yaşatabilecektir. Kaldı ki, bir öğretinin en çok radikalleştiği dönem, düşüşe geçmeden önceki aşamasıdır. O halde İslam da, bir süre sonra, insanın ve toplumun yaşamını düzenleme gibi “total” bir iddiadan gerçekten vazgeçecek midir? Öyle olmasını sadece umabiliriz; eğer dünyanın dört bir yanına terör salan köktendincileri, adına canavarlaştıkları öğretinin “özünü sorgulamadan” izlemeyi sürdürürsek! Malum; İslam iyi ama bazı Müslümanlar kötüdür ya! Nitekim şimdilik bir Müslüman herhangi bir olumsuzluk üretmişse, “onun İslam ile ilgisi olamaz” deniyor ve ”öz” asla sorgulanmıyor.
*Aydın Cıngı,
Siyaset Bilimci,
acingisdv@gmail.com