Anadolu 7. Asliye Ceza Mahkemesince dün İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu (sağda) hakkında mahkumiyet kararı verilmesinin ardından Saraçhane'deki belediye binası önünde ''Millet, iradesine sahip çıkıyor'' başlığıyla miting düzenlendi. Mitinge CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu (sol 3), İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener (sağ 3), DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan (sol 2), Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu (sağ 4) ve DP Genel Başkanı Gültekin Uysal da (solda) katıldı. ( Arif Hüdaverdi Yaman - Anadolu Ajansı )

Aydın CINGI – Son Günlerin Baş Ağrıları

Aydın CINGI
Araştırmacı
acingisdv@gmail.com

Son haftalarda başımıza ne kadar çok dert geldi! Önce Kılıçdaroğlu’nun başörtüsüne ilişkin yasa tasarısına karşı Erdoğan, “el yükselterek” bu alanda bir anayasa değişikliği önerdi. Daha sonra, bir kızın bebek sayılacak yaşta tarikat şeyhi olan babası tarafından koca bir adama gelin olarak verilmiş olduğunun ortaya çıkması gündemi kapladı. Son olarak da, güdümlü yargı ekibi malum “Ahmak davası”nı İmamoğlu’na hapis cezası ve siyaset yasağı vererek sonuçlandırdı.

Ben daha bu son konunun sonucu belli değilken ve çoğumuz bir kez daha kararın ileri bir tarihe ertelenmesini beklerken; 6 yaşındaki gelinin ve tarikat/AKP ikilisinin Türkiye toplumuna verdiği zararları kapsamlı biçimde ele alan bir makaleyi yazıp neredeyse bitirmiştim. Ancak, sonucu belli olunca, bu sonuncu davayı ele almadan geçmeye gönlüm razı olmadı. Dolayısıyla, ilk paragrafta saydığım her üç konuyu da bir ucundan mercek altına tutarak, hal-i pür melalimize ilişkin görüşlerimi okura bir tür melez makale aracılığıyla sunmayı yeğledim.

Başörtüsünden başlayıp LGBTI’ye varmak

Sağ olası Kılıçdaroğlu, bırakın 6’lı Masa’yı, bir olasılıkla çevresinde danışabileceği akil kişilerin de bir kesimine danışmadan, bir akşam kamuoyunu,  TBMM’ye başörtüsü özgürlüğünü güvenceye alacak bir yasa tasarısı sunacağı yolunda bilgilendirdi. Gerekçesi ise, yine büyük bir olasılıkla, seçim düzleminde “CHP gelirse başörtüsünü yasaklar” yollu olası AKP propagandasının önünü kesmekti.

Böyle bir propagandanın tutması çok uzak bir olasılıktı; zira halkın hemen hemen bütünü bu sorunu çoktan aşmıştı. Propagandaya inanacak olanlar ise, zaten muhalefete ağzıyla kuş tutsa oy vermeyecek kesimdi. Esasen hiçbir parti, hele de aydınlanma devriminin öznesi olmuş bir parti, seçmenlerin %100’ünün oyunu alma derdinde olmamalıydı. Hele de, zihinleri yüzlerce yılın gerisine çivilenmiş olanların oyunu da almak için onlara şirin gözükmek zorunda hiç mi hiç olmamalıydı.

Bu pası alan Tayyip Bey, kendi deyişiyle “pası gole çevirme” amacıyla, yasa tasarısını, evirip çevirerek sözüm ona -aileyi koruma bahanesiyle- LGBTI olarak anılan kesime belirli yasaklar içerecek şekilde ve evliliğin “yalnızca 1 kadın ile 1 erkek” arasında oluşabileceğini de kesin hükme bağlamayan bir anayasa maddesine dönüştürdü. Ayrıca “inanca uygun giyinme” özgürlüğü de kamu görevinde dahi burkanın, peçenin yolunu açıyordu. Dolayısıyla madde risk taşıyan bir içeriğe sahipti.

Böyle bir anayasa maddesi ışığında, erkek egemen toplumumuzda “kadın ve erkek” birlikteliğinden oluşan aile yapısını onaylamamak ve –aslında demokratik bir görev olması gereken- homoseksüel evlilik ve LGBTI koruyuculuğu konumunu üstlenir görünmek riskliydi. Bir başka deyişle, AKP’nin anayasa değişikliği teklifini reddetme gerekçesini, ataerkil toplumumuza açıklamak zordu. Esasen 6’lı Masa’nın 2. büyük ortağı “evet”e yakındı. Muhalefetin tümü “hayır” dese referandum falan olmazdı; iş orada biterdi. Ne ki, referandum oylamasında grup kararı da alınamadığından, masadaki 6’dan 5’i sağda gezinen partilerin, içeriği çok “sorunlu” bu teklifi redde yönelmesi ve bunun kontrol edilmesi kolay değildi. “Evet” diyen milletvekili sayısı 400’ü aşarsa da teklif referanduma gerek kalmadan anayasa maddesi olarak kabul edilirdi. Dolayısıyla acaba hep birden “evet” denilse daha mı iyi olurdu? Ne var ki Cumhurbaşkanı isterse konuyu yine de referanduma götürüp seçim günü “başörtüsü ve aileyi koruma” adı altında bir üçüncü sandık kurdurabilirdi.

Bu, öncelikle seçimde öncesinde ekonomik sorunların başörtüsü, aile, LGBTI tartışmaları yoluyla bir ölçüde gölgede kalması sonucunu doğururdu. Ayrıca, “başörtüsü ve aile” diye propagandası yapılacak maddeyi benimseyeceği belli olan seçmen çoğunluğunun, konunun sahibi pozundaki cumhurbaşkanı adayına oy verme eğilimi de artardı. Bir de AKP gibi ne hukuk ne de anayasa tanır bir siyasal yapı ile tam da anayasa konusunda oy birliği etme sorunu ayrı bir baş ağrısıydı. Şimdi değerli CHP kurmayları, durup dururken bizzat yarattıkları açmazdan muhalefetin zarar görmesine yol açmadan ve iktidara avantaj sağlamadan nasıl sıyrılabileceklerini düşünüyorlar. 

Laiklik ve 6 yaşındaki gelin

Laikliği herkes kendine göre tanımlar; tıpkı gözleri görmeyen birinin, bir tarafını tuttuğu fili tuttuğu yere göre tanımlaması gibi. Örneğin laikliği, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması, kamu yönetiminin tüm inançlara eşit mesafede olması, hatta din özgürlüğünün güvencesi vb gibi tanımlayanlar vardır. Ben, “laik toplum” denince, “kutsal sayılan metinleri değil nesnel bilgiyi” temel kaynak kabul edip bu kaynağa göre yönlenen toplumu anlarım.

İslam anlayışına göre kızlar, yaşları ne olursa olsun, regl olma durumuna gelir gelmez gelin edilebiliyor. Siyasal İslamcı veya tarikat mensubu, işte bu anlayışa ve söz konusu hükmü ve olguları içeren “kutsal” saydıkları metinlere göre davranıyor. Oysa nesnel bilgiyi temel alan laik düzen, insanı, 18 yaşına değin karar verecek akla sahip görmüyor. Dolayısıyla onun, kişisel olması ve özgürce verilmesi gereken bir karara bağlı olan evlilik akdinin tarafı olmasını da yasaklıyor. Laik olan ve olmayan toplumun başat ayrışma çizgilerinden birisi budur.

Aslında “Selefilerin” imrenip kurallarını günümüzde uygulamaya çalıştıkları “kutsal metinler” ve onları yorumlayanlar neler buyurmaz ki? Örneğin esir alınmış kadının “cariye” olarak erkeklerin cinsel dürtülerini tatmin için “kullanılmasında” o kadının rızası aranmaz. “Din alimi” diye anılıp İslam’da cinsel yaşam ile ziyadesiyle meşgul bir kişi olan Ali Rıza Demircan bir keresinde IŞİD’in İslam’ın özüne uygun davrandığını söylememiş midir? Bir erkeğin karısı öldükten sonra şu kadar saat içinde onun ölüsüyle –içi ve ruhsal durumu artık ne ölçüde elverirse- cinsel birleşmesine ilişkin hükümleri ortalığa saçan “alim”ler yok mudur?

Esasen çıkarın cinsellikle/kadınla –belki biraz da içkiyle- ilgili hükümleri, bugünün siyasal İslamcılarının söyleyebilecek sözü kalmaz. Olan biten, çölde yalnız kalmış bir bedevinin libido durumunu ve susuzluğunu giderecek kadın ve serin şarap hasretinin zihne yansımasıdır. Ancak vuslat öbür dünyaya ertelenir; oraya varabilmek için bu dünyada mihnet çekilmelidir. Hayat pahalı mı? Sıkıntı mı çekiyorsunuz? Bunlar geçmeniz gereken sınavlardır; o sınavları sessizce geçin ve bekleyin öbür dünyayı! Arap mitolojisini ve kültürünü Anadolu insanına “din” diye yutturup gerçeğin de anlaşılmasını -aradaki dil engelini kaldırmamak için mücadele vererek- önlemek, ülkeyi yıllardır sömüren din bezirganlarının elindeki tek kozdur.

Toplumumuzda Selefi zihniyeti, değişik ölçü ve biçimleriyle tarikatlar bünyesinde egemenliğini sürdürmekte. Nitekim erkeği sosyal ortamda kadından ayıran bu anlayışın sonuçlarını, tarikat yurtlarında ve din kurslarında tecavüze uğrayan erkek çocukların ve okula gönderilmeyip çocuk yaşta gelin edilen kızların yazgılarında görüyoruz.

Laikliği anayasamızın temel direği yapan ülkemizin kurucusu Atatürk’ü bu vesileyle bir kez daha saygıyla analım. Onun mirasına ihanet edenler bile –yaklaşan seçimler kaygısıyla olsa gerek- toplumsal infial karşısında sürüp gitmesine iki yıldır göz yumdukları bir çirkinliğe son verdiler. 6 yaşındaki gelinin babası “şeyh efendi” ve “tecavüzcüsü” tutuklandılar.

Gelelim “Ahmak davası”na

Konunun özünü, bu satırları okuyan herkesin bildiğini varsayıyorum. Sonuçta dava konusu gelip şu sorunda düğümleniyor: İmamoğlu “ahmak” nitelemesini kendisine o sözü daha önce yakıştırmış olan Soylu’ya mı yoksa bir anayasal kurum olan YSK’ya mı yöneltti? Hiçbir koşulda siyasi yasağa eğilimli olmadığı anlaşılan yargıç değiştirildikten sonra, davaya bakmak üzere amaca uygun bir yargıç bulunup getirildi. O da, bu ikinci seçeneğin geçerli olduğu görüşünde olup İmamoğlu hakkında hapis ve siyasetten men cezası verdi.

Kazandığı belediye başkanlığı seçimi üç yıl önce olağandışı yöntemlerle iptal edilip ikinci kez açık farkla ipi göğüsleyen İmamoğlu’nun elinden makamı, bu defa da bir tür “desise” ile alınmaya kalkışılıyor. İmamoğlu, artık toplumun nerdeyse bütünü gözünde “mağdur edilmiş” bir siyasi kişiliktir. İktidarı yitirmek istemeyenler, gözlerini toplumsal tepkiyi göremeyecek ölçüde karartmış olabilirler. Ancak yine de önemli bir kesiminin, şu anda oluşan infialin kapsamını görmezden gelemediği açıktır.

Öncelikle iktidarın, bu davanın sonucu ile neyi amaçladığını gözden geçirelim. Siyaset yasağıyla malul olacak İmamoğlu önce görevden alınarak, İstanbul’a AKP’nin yeniden çökmesi sağlanacaktır. Teorik olarak bunun iktidar kesimine getirisi sayısızdır. Seçime giderken İBB olanakları yine AKP kasasına akacak, billboardlardan, otoyol üzerindeki köprülere, belediye otobüslerine kadar her yer Tayyip Bey’in fotoğraflarıyla süslenecek; AKP/MHP mitinglerine belediye taşıtlarıyla seçmen yığılacaktır. Öte yandan, yandaşa “İstanbul yine bizim oldu” morali verilecek ve önümüzdeki seçim kazanılırsa İBB bir beş yıl daha İmamoğlu’nun aday olamadığı bir seçimde AKP’ye kalacaktır.  Ne var ki, bir de madalyonun arka yüzü vardır.

Ne kadar acele edilirse edilsin, istinaf ve Yargıtay süreçlerinin Şubat sonunu bulacağı bellidir. Seçimden tam da iki-üç ay önce seçmende oluşturulacak ağır bir mağduriyet duygusunun, AKP’ye vereceği zararın İBB’yi yeniden ele geçirmenin getireceği avantajlardan daha fazla olma olasılığı yüksektir. Nitekim bunu hesaplamadan kesin adım atmak istemeyen Tayyip Bey, bu satırların yazıldığı sırada, kendisi “benim bu işle ilgim yok” diye mizah stokumuza katkıda bulunuyor. Öte yandan Adalet Bakanı’nın ve yardımcısı Fuat Oktay’ın ağzından da “karar daha kesinleşmedi”, “bir hata olmuşsa yargı eliyle düzeltilir” ifadeleriyle bekleyip görme sürecinde seçmeni sakinleştirme çabasına giriyor.

Eğer “yasak kararı” olabildiğince kısa sürede kesinleşirse iktidar, ya “getiri-kayıp” hesabını kendince yapmış ve İBB’ye çökmenin daha yüksek kazanç sağlayacağını hesaplamış ya da gözünü karartıp Amok koşusunu sürdürmeye karar vermiştir. Bu durumda, seçmenin rızasını almaya önem vermekten vazgeçerek, onun oyunun olabildiği kadarını -korkutarak ve döve döve- alıp eksiğini de kendinden bir şekilde ekleme yoluna gidecek demektir. Kararın iktidar tarafından sürüncemeye bırakılması halinde ise, seçmenin tepkisi -olsa olsa bir ölçüde- yumuşatılacak; ancak “Ahmak davası”nın amaçlarından ikincisi yine de gerçekleşmiş olacaktır. İmamoğlu, tepesinde sallanan Damokles’in kılıcı yüzünden 6’lı Masa’nın adayı olamayacak; cumhurbaşkanlığı yarışında Tayyip Bey, kendisini çok ürküten olası bir adayı ekarte etmiş olacaktır.

Bütün bu görüşler, kuşkusuz ki, kısmen spekülasyona dayalı olup olasılıkların tümünü dikkate alabilmiş değildir. Dolayısıyla yakın gelecek daha pek çok farklı senaryoya gebedir. Ancak acı verici olan şudur: Bir seçime ilişkin analizler yaparken geleceğin toplumundan, vizyonumuzdan ve onu gerçekleştirmek için benimseyeceğimiz programın ayrıntılarından söz etmemiz daha uygun olurdu. Ancak bizler, iktidarı uğruna herkese, her fikre, hatta ülkesine zarar vermeyi göze almış ve bu yolda her türlü entrikaya başvurmaya hazır bir kadro ile karşı karşıyayız. Ona göre gerçekçi olmalı, tüm olasılıkları hesaba katmalı, her türlü hukuk ve ahlak dışı oyuna hazırlıklı olmalıyız.